Okan Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı ve Radikal gazetesi yazarı Prof. Tayfun Atay, "Yeni Türkiye’nin demokratikleştiği, vesayet rejimini bittirdiği öne sürülüyor. Ama laikliği kendisine ideolojik anlayış olarak benimsemiş askeri vesayet rejiminden, İslâm’ı politikleştirmiş ve ideolojikleştirmiş bir dinî vesayet rejimine geçildiğini düşündüren bir tablo var" dedi.
"Gezi sonrasında toplumun seküler ve İslami olmak üzere iki ulusa ayrıldığını" söyleyen Atay, “Gezi Parkı sürecinde toplumda seküler ve İslami kesimlerin ayrıştığını ve evet fiilen bir ülkede iki ayrı ‘Türkiye’ ortaya çıktığını düşünüyorum” diye konuştu.
İktidarın “kızlı erkekli” söylemi, günümüzde işkenceyle suçlanan sanıkların savunması olarak karşımıza çıkıyor. Peki, iktidarın söylemi topluma nasıl yayılıyor? Bugün yeni bir dindarlık algısıyla mı karşı karşıyayız? Toplumun daha radikal bir çizgiye kayması mümkün mü? Okan Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı ve Radikal gazetesi yazarı Prof. Tayfun Atay, Taraf gazetesinden Murat Şevki Çoban’ın sorularını yanıtladı. Çoban’ın “Türkiye’de iki ulus var” başlığıyla yayımlanan (9 Kasım 2014) söyleşisi şöyle:
Türkiye’de iki ulus var
“Kızlı erkekli” tartışmalarının ayyuka çıktığı dönemde, “Bırakın muhafazakâr demokratlığı, artık Recep Tayyip Erdoğan’ın muhafazakârlığı bile tartışılır” yazmıştınız. Bugün Cumhurbaşkanı ve iktidar özelinde, muhafazakâr bir anlayış mı yoksa mutaassıp bir anlayış mı söz konusu?
Türkiye’deki muhafazakâr anlayışla, muhafazakârlık kavram ve düşüncesinin ilk ortaya çıktığı 19’uncu yüzyıl Fransa’sını karşılaştırdığımızda büyük farklar görüyoruz. Ben muhafazakârlığa, modern hayata doğrudan cephe almayan, sadece değişmeyi süreklilik içinde vaat eden bir entelektüel pozisyon olarak bakıyorum. Yani, Türkiye’de muhafazakâr dediğimizde aklımıza Ahmet Hamdi Tanpınar’ın gelmesi lazım… AK Parti hareketinin muhafazakârlıktan anlayışı ise Türkiye’nin Batılılaşmaya ağırlık veren modern kesimlerine dönük sert ve çatık kaşlı bir tedip ya da ‘terbiye etme’ pratiğinden ibaret. Toplumun belirli bir kesimini ürkütecek şekilde yaşam tarzlarına müdahale ediliyor. Bu bakışın muhafazakârlıkla da bağdaşmadığını, bunun olsa olsa taassubî bir tutum olacağını düşünüyorum. Bu tutum, zaten AK Parti’nin özellikle 2012 sonrası karşımıza çıkan siyasî tavrını, çizgisini, tutumunu belirliyor.
AK Parti seçmeni içinde eğitimli ve şehirli kesimler, yaşam tarzına yönelik bu politikalardan rahatsızlık duymuyor mu peki?
Mesela muhafazakâr kesimde de kürtajın oldukça yaygın olduğunu biliyoruz. Ama bu, çok dillendirilen bir konu değil. Bazı çıkışların kendi seçmen kitlesinde de rahatsızlık yarattığını, fakat kimsenin bunu dillendirmediğini düşünüyorum. AK Parti’ye oy verip de içki içen insanlar yok mu? Var. AK Parti’nin mutaassıp bir seçmen kitlesinin yanı sıra, gerek seçmen kitlesi içinde gerekse kadroları içinde daha modern, liberal ve seküler yaşam sürdüren kesimler de var. Bu kesimler, AK Parti’nin yapıp ettiklerine tepkili seküler kesimlerle aynı yaşam biçimini paylaşsa da hoşnutsuzluklarını dile getirmiyorlar. Bu süreçte oralardan bir tartışmanın, karşı çıkışın olmadığını görüyoruz.
Neden kaynaklanıyor bu?
Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte AK Parti’nin oldukça “kompakt” bir yapı kazandığını söyleyebiliriz. Böyle bir eleştiri, karşı çıkış, lider tarafından çok ciddi bir tepkiyle karşılanacaktır. Üstelik o liderin de ne kadar güçlü olduğunu ve totaliteryan bir pratiğe doğru yöneldiğini görüyoruz. Bunun karşısında kimse farklı bir düşünceyi savunacak, bir eleştiriyi ifade edecek durumda değil parti bünyesinde. Fakat dikkatli bir şekilde yapılan kamuoyu yoklamalarıyla, bazı çıkışların (mesela kürtaj konusu) AK Parti’nin kendi muhafazakâr tabanından da tepki gördüğü parti içinde anlaşıldı. Belirli noktalarda geri adım atılması, bundan kaynaklanıyor olabilir.
Gezi sonrasında yazdığınız bir makalede Şerif Mardin’den alıntı yapmıştınız: “Toplumda biri seküler, biri de İslamcı olmak üzere iki ayrı ulusun ortaya çıkması ihtimalini göz ardı edemeyiz.” Zaman, Mardin’i haklı mı çıkardı? Nereye bu gidiş?
Şerif Hoca 1989’da İngilizce bir makalesinde kullanmıştı bu ifadeyi. O dönemde de özellikle İran Devrimi’nin tetiklemesiyle, hem Türkiye’de hem de Orta Doğu’nun genelinde İslamileşme süreci karşımızdaydı. Şerif Mardin, bu böyle giderse kültürel olarak, yani yaşam biçimi temelinde iki ayrı “ulus” (“nation” sözcüğünü kullanarak), bir seküler ulus, bir de İslami ulus Türkiye’de kristalleşecek diye bir yorumda bulunmuştu. Hoca, 2000’lerde ortaya çıkacak tablonun böyle olacağını söylüyordu. Ben de, Gezi Parkı sürecinde toplumda seküler ve İslami kesimlerin ayrıştığını ve evet fiilen bir ülkede iki ayrı “Türkiye” ortaya çıktığını düşünüyorum.
Bu ayrışma, farklı uluslar diyebileceğimiz evreye geldi mi?
Oradaki ulus tabirini, tabii sözcüğün modern dönemdeki karşılığı olan “ulus-devlet” anlamında düşünemeyiz. “Ulus” modern-öncesi Avrupa’da kavim, topluluk, etnik grup anlamına kullanılan bir tabirdi. Burada da henüz sözcüğün o modern anlamında, yani iki ayrı siyasi birime doğru yol alan “ulus”laşmalardan söz etme noktasında değiliz çok şükür ki!.. Ama durum oraya doğru da gidebilir. Bir ulusu var eden en temel dinamiklerden biri burjuvazidir. Bugün Türkiye’de hem Cumhuriyet’in başından beri süregelen bir seküler burjuvazi var, hem de 1980 sonrasında oluşmuş, 2000’li yıllarda da iyice palazlanmış bir Müslüman burjuvazi var. Burjuvazilerin oluştuğu yerde, bunların üzerinden uluslaşmaya, iki ayrı ulus yapısına doğru bir ayrışma niçin çıkmasın?! Çıkabilir. Ama Türkiye’de bugün siyasi iktidar, zaten devleti de ele geçirdi, hatta bir parti devletinden söz edebileceğimiz noktaya geldik. Seküler toplum kesiminin buna karşı bir siyasi, daha doğrusu “resmî” gücü bulunmuyor.
“Yeni Türkiye” bu mudur?
Yeni Türkiye, aslında Şerif Mardin’in bahsettiği “ulus”lardan birinin, yani İslami toplumun, diğer toplumsal kesimi baskıladığı; seküler Türkiye toplumsallığından İslami Türkiye toplumsallığına geçilen bir ülke. Yeni Türkiye’yi, eski Türkiye’den ayırt eden başka pek çok şey söyleniyor: Demokratikleştiği, vesayet rejiminin bittiği öne sürülüyor. Ama laikliği kendisine ideolojik anlayış olarak benimsemiş askeri vesayet rejiminden, İslâm’ı politikleştirmiş ve ideolojikleştirmiş bir dinî vesayet rejimine geçildiğini düşündüren bir tablo var. İki ayrı “ulus” çıktı belki ama bunlardan birisi siyasi güce, devlet gücüne sahip olduğu için diğeri üzerinde baskılayıcı bir etki üretiyor. Bu seküler ve baskı gören kesimde Aleviler de var, beyaz Türkler de, kara Türkler de, beyaz Kürtler de, zenginler de yoksullar da var. Etnik veya sınıfsal bir ayrımdan çok kültürel, yani nasıl yaşanılacağına dair bir ayrım söz konusu burada.
Bahsettiğiniz bu “parti devleti”nin misyonu nedir? Toplum, İslami bir kimlikle yeniden tanımlamak mı?
Evet, topluma bir İslami kimlik biçiliyor. “Dindar bir nesil istiyoruz, kafa kıyak bir gençlik istemiyoruz”, bunlar söylendi bu memlekette. Sünni İslami bir kimliğin Yeni Türkiye’nin temel belirleyeni olması, ülkenin çehresini oluşturması isteniyor.
Peki bu atmosferde, daha radikal İslamcı partiler ortaya çıkabilir mi?
Böyle bir tabloda, mevcut olandan çok daha radikal, kimlik arayışlarında daha da talepkâr İslami yaşam biçimi hedefleyen oluşumlar çıkacaktır. Hatta önümüzdeki dönemde AK Parti öncülüğünde oluşturulmuş bu İslami yeni Türkiye içerisinde, iç çatışma odaklarının belireceğini öngörebiliriz. “Gerçek İslam, benim temsil ettiğim” diyecek farklı oluşumlar ortaya çıkacaktır. Çünkü Türkiye’de AK Parti’nin hegemonik iktidarı bu kadar aşılamaz hâle geldikçe, seküler kesim de ümitsizlik içinde muhalifet gücünü, enerjisini yitirebilir. Böyle bir muhalefet boşluğunda, hayli yaygın bir tabana sahip dindar-taassubî hareket içerinde İslam’ı yaşamak açısından farklı düşüncelere sahip gruplar arasında rekabet ve çatışmaların önü rahatlıkla açılacaktır.
Bugün böyle bir süreç mi sözkonusu?
Aslında Cemaat-Parti çatışmasını bunun ilk işareti olarak da görebiliriz. Niçin Türkiye’de 2002 sürecine birlikte giren Gülen Hareketi ve AK Parti, bugün kanlı bıçaklı hâle geldiler? Düne kadar “kardaş”ken, şimdi “kara taş” oldular birbirlerine!.. Bu, İslami muhafazakâr hareket karşısında seküler siyasi hareketin güçsüzlüğünün de sonucu olarak ortaya çıktı. Bunun sonrasında da, AK Parti’nin temsil ettiği kültürel çerçeve ve kimliğin kendi içinde rekabet odakları ortaya çıkacaktır. Fakat, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında, Davutoğlu iktidarıyla birlikte yeniden Batı dünyasıyla, kapitalist merkezle bir mutabakatın, aradaki buzları eritme çabasının başladığını da görüyoruz. Dolayısıyla konjonktürel olarak Türkiye’nin, AK Parti’nin, AK Parti içi unsurların nasıl bir tutum alacağı, dünya ve Orta Doğu’daki gelişmelerle, değişimlerle ve bunun bizim topraklarımızda yaratacağı etkileşimlerle bağlantılı şekillenecektir.
Son tartışma konumuz televizyon!.. “Kertenkele” dizisi için “Popüler kültürün İslamileştirilmesi yönünde önemli bir adım” dediniz. Bugün popüler kültür İslamileştiriliyor mu?
Popüler kültür, doğası gereği sekülerdir. Çünkü sorgulayıcı, aykırı, uçlarda, yer yer sapkın, zıpır ve hınzırdır. Muhafazakârlık, hele ki taassup, popüler kültürle ilişkisi sorunlu bir pozisyon ve hareket tarzıdır. Fakat son zamanlarda popüler kültür ürünlerinde, televizyon dizilerinde muhafazakâr ögelerin, daha doğrusu dinî telkinin arttığını görüyoruz. “İslamileştirme” ifadesi iddialı gelebilir belki ama dindar, muhafazakâr bir popüler kültür arayışı çok açık olarak görülüyor. Zaten yeni reyting düzenlemesi beraberinde karşımıza bir “muhafazakâr yeni-normal” çıktı artık. Belli dizilerin özellikle hazırlandığı, iktidara yakın kanallarda yayınlanan dizilerde muhafazakârlık vurgusunun çok güçlü olduğu fark ediliyor. “Huzur Sokağı” dizisinde gördüğümüz buydu; İslamileşmeyi nihaî erek hâline getiren bu tür kurgular, içerikler şimdi popüler kültürün o eğlenceli dili kullanılarak gerçekleştiriliyor ki “Kerkenkele” bu doğrultuda değerlendirilebilecek bir yapım…
“Kertenkele” dizisine gösterilen tepki, zamanında hemşirelerin, tellakların dizilere, filmlere gösterdiği tepkilere benziyor mu?
Bir ölçüde benzer. Sonuçta Diyanet de imamlık pozisyonunun rencide edildiği gerekçesiyle tepki gösterdi. Ama diziyi dikkatli izleseler, imamlık da dâhil olmak üzere dizide dine yönelik temsilin imamlığı rencide edecek durumda olmadığını, tam tersi bir durum olduğunu görebilirler. Diyanet, çok önyargılı bir tepki verdi. Biraz da popüler kültürün diline aşina olmamaktan kaynaklanıyor bu durum. Hemşirelerin, tellakların gösterdiği tepkiler, tabii ki sadece bu bağlamda daha yerindeydi denilebilir. Ama burada temsiline soyunulan karakter, kötü tanıtılmıyor. Aksine esas itibarıyla bir hidayete erme, erdirilme konusu işleniyor.
Ama dinin popüler kültürde kullanılması, dinin metalaşmasına yol açmaz mı?
Din, post- modern dünyada zaten metalaştırılarak hayatın merkezine, kamusal alana döner. Geleneksel, pre-modern hayatın içinde din öznedir. Modernlik, dini nesneleştirir ve kıyıya iter. Din burada, o meşhur klişe tabirle Allah’la kul arasında bir mesele olarak kabul edilir. Post- modern hayat, modernitenin ittiği kıyıdan dini alır ve metalaştırarak merkeze getirir. Dolayısıyla kültür endüstrisi, duyguları, ideolojileri, geleneği olduğu kadar dini de bir sermayeye dönüştürür. O yüzden dinin popüler kültürle ilişkiye girdiği her noktada, popüler kültür üzerinden insanlara dini telkinde bulunulduğu her noktada, bunu yapanlar aynı zamanda bir pazar mekanizmasına katkıda bulunduklarını, dolaysıyla ava giderken avlanacaklarını da bilmek zorundadırlar.
Biliyorlar mı? Bilinçli bir tavır mı bu?
Bunu bana sorma, onlara sor! Ben bu kadarını söylüyorum. Aslında cevap, söylediklerime içkin.
Peki, dizilerin bile “makbul” ve “makbûl olmayan” olarak nitelendirildiği bir ortamda neler olabilir? Dizilerin yasaklandığını görebilir miyiz yarın bir gün?
Twitter’ın bile yasaklandığı bir ülkede hiçbir şeyden emin olamayız. Bir taraftan bakıyoruz; “Biz demokrasiyi savunuyoruz, biz yasaklarla savaşarak buralara geldik” şeklinde ifadeler önümüze sürülüyor. Ama öbür taraftan twitter’ı, YouTube’u yasaklamış bir hareketin yarın bir gün dinî değerleri küçümsüyor diye, toplumda ahlaki zayıflamaya neden oluyor diye birtakım diziler üzerinde çok daha şiddetli yaptırımlar uygulamayacağının da garantisi yok. Bazı dizilere gösterilen tepkiler, o dizilerden yansıyan ilişkilere, sunulan fantastik görüntülere karşı tepkiler, aslında toplumun bir kesiminin yaşam biçimine, alışkanlıklarına, değerlerine yönelik bir tepki. Dizi, toplumu bozuyor diyerek yaptırımlara gidiyorlar. Hâlbuki dizi ya da daha genel olarak kurgu, hayatın içinde olup bitenlerden çıkar, onları abartır, fanteziye vurur, ama sonuçta toplumun bir yansımasıdır. Kimse hayatını içerisinde özle ya da böyle, az ya da çok karşılığı olmayan bir şeyi izlemez, bunu da unutmamak lazım.
Söyleşinin tamamı için tıklayın