Türkiye’de ‘vajinismus tedavisi’ denince ilk akla gelen isimlerden olan Prof. Dr. Arşaluys Kayır, 1915 Ermeni kıyımıyla ilgili olarak, “Annem anneannemin öldürülüşünü anlatırken ‘annem nefes alırken üzerine toprak atıldı’ derdi. İşte ‘nefes darlığı’ kuşaktan kuşağa bize yadigar kaldı. Annem de çekti ben de nefes darlığı çekiyorum” dedi.
Bianet’ten Nilay Vardar’ın Arşaluys Kayır ile yaptığı söyleşi şöyle:
Nerelisiniz?
Annem Harputlu, babam Kığılı. Ben ailenin sekizinci ve son çocuğuyum. Altı yaşına kadar sadece iki Ermeni ailenin kalmış olduğu Kığı’da yaşadım. Sonradan iki kere daha gittim, beş yılımın geçtiği sevmekten hiç vazgeçmediğim, hiç hatrımdan çıkmayan topraklara. Göçün etkileri hafif şeyler değildir. 1915'te annemin de babamın da kimsesi kalmamış.
Anneannem annemin gözü önünde yolda ölmüş, kız kardeşi elinden kopmuş ve kaybolmuş. Harput’daki Amerikan yetimhanesinde bulmuş kendini yedi yaşlarında. Babamı Müslüman bir aile korumasına almış fakat kaçmış, o da kendini Harput yetimhanesinde bulmuş. İki kurtulandan bizler doğduk. Temelimiz kayıplar üzerine oturdu.
Altı yaşından beri İstanbul’da yaşıyorum. Üsküdar Bağlarbaşı’nda 1952 yılında ne çok Ermeni ve Rum vardı. Okullar, kiliseler dolar taşar. Vaftiz, düğün, noel, paskalya, isim günleri, evlerden gelen piyano sesleri, kiliselerde şan ve koro sesleri ile beslenirdik. Başka sesler yükseldi, o sesler kısıldı, azaldıkça azaldı. 6-7 Eylül'de Ermeni ve Rum okul ve kiliselerin olduğu yerden yükselen alevler, "okulum yanıyor" diye ağlayışım.
Semerciyan Cemaran ilkokulunda okudum. Ailem Ermenice konuştuğu halde ben ilkokula kadar ana dilimi konuşmamışım. Okulda Ermenice konuşamadığımda, Ermeni olduğumu anladım.Yüzüme şamar yemiş gibi oldum. Hangi bilinçdışı korku beni Ermenice’ye karşı susturmuş Anadolu’da.
Türkçe’yi hatta İngilizce’yi Ermenice’den daha iyi konuşuyorum. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nde okudum. Adım başı Ermeni’ye rastlasam yavaşlamazdım. İsmimin has Ermenice olması beni memnun ediyor giderek. “İsminizin anlamı ne?", "Ne ilginç bir isim?” dendiğinde “ilginç değil Ermenice ve Şafak demek “ diyorum. Tek tük kalma hissi acıtıcı.
Aileniz anlatır mıydı geçmişi?
Aile dediğiniz ortada kalmış annem ve babam. Suskunluk hakimdi. Suskundular. Biz de sormazdık. Nasıl büyümüştük öyle sormadan bilemiyorum. Sadece annem "Yeter ki gel bana senede bir gün" şarkısında ağlardı, onun duası gibi bir şeydi. O şarkıda kaybolan kardeşini arardı. Yıllarca annem kızkardeşinin yasını tuttu ve onu göremedi. Bize de "Seferberlik zamanında annem öldü, kız kardeşim kayboldu” diye anlatırdı. Yıllar sonra annem kızkardeşinin Erivan'da olduğunu öğrendi. Ama o zamanlar Sovyetler'e gitmek kolay değildi. Tam pasaportu çıktı, kardeşinin öldüğü haberi geldi.
Babam zaten hiç konuşmadı. Psikoloji eğitimi gördüm, merak et de sor değil mi? Muhtemelen sessiz bir anlaşma vardı, "o konuda konuşmak yasak". İşte şimdi kardeşlerimle bilgilerimizi birleştirmeye çalışıyoruz. O kadar az ve bölük pörçük ki. Mesela dedem ve amcam 1915 öncesi Amerika'ya gitmiş, ama dedeme ne oldu? Kayıp bilgiler.
Susmak nasıl bir dürtü?
Suskunluk, öfkeyi, üzüntüyü, çaresizliği bastırmanın bir ifadesi. Travma yaşayanlarda görürüz. İşte annem "Senede bir gün şarkısında" ağlıyor o kadar. Susuyor, kendini koruma iç güdüsü. Sustuğunda aynı zamanda unutuyorsun, soy sop da bir şey öğrenmiyor. Siz bana sorunca kendimi sağır ve dilsiz gibi hissediyorum. Ben bunları niye bilmemişim, oysa meraklı bir insanım. Bu merak orada neden devre dışı kalmış?
Mesela çocukken birisi dede, nine, teyze, dayı deyince ben niye diyemiyorum diye bir eksiklik hissederdim, özenirdim. Yoktu çünkü. Yıllar önce bir grup terapi çalışması sırasında travma uzmanı olan grup lideri "travma dendiğinde aklınıza ne geliyor?" demesi ile ben uykudan uyanırcasına çok derinden "göç" demiştim. Keder… Geçti deyince geçmiyor.
Fethiye Çetin'in "Anneanem" kitabı çıkınca, Ermeni olmayan arkadaşlarım ağlaya ağlaya beni aradılar. "Okumuşsundur sen kitabı" diye. Ben "okumadım, okumayacağım" dedim. Kendimi cesur hissetmiyorum. Acım depreşecek. Oysa ben bir yol tutturmuşum gidiyorum, yoluma çelme takılsın istemiyorum. Kendimi koruyorum. İşte suskunluk. Çünkü okuyunca altında mı kalacaksın, üstüne mi çıkacaksın, bilmiyorsun. Şimdi daha cesurca okuyorum ve dayanıklılığım arttı. Ama biliyorum ki yatmadan önce okumamalıyım. O yüzden travmalarda psikoterapiler gelişti.
Nasıl?
Suskunluğu bozmak önem kazandı. Psikolojik travma nedenleri az çok bilinirdi, fakat tedavileri çağımızda daha çok önem kazandı ve gelişti. Şimdi bütün dünya bunu konuşuyor. Travma unutturan bir şey. Unutursun, hatırlamazsın. Ama artık dünya suskunluğunu bozmaya, konuşmaya, yüzleşmeye başladı. Bireysel acıların yanısıra toplumsal acılar var. “Sır eve düşen bir bombadır” der psikanalist ve psikodramatist Anne Schützenberger. Kuşaklararası Soy Sendromu üzerine çalışmış ve kitapları var. Ben de onun eğitiminden geçtim. Mesela annem anneannemin öldürülüşünü anlatırken “annem nefes alırken üzerine toprak atıldı” derdi. İşte "nefes darlığı" kuşaktan kuşağa bize yadigar kaldı. Annem de çekti ben de nefes darlığı çekiyorum.
Psikoterapide kişi şikayetini söyler, biz hikayesinin içine gireriz. Suskunluğu çözülür ama birdenbire anlat demeyiz. Yavaş yavaş anlatır, anlattıkça kendi sesini duyar. Size anlatmaya başladığında duygular konuşur artık, akıl değil. Bütün mesele bu. Akıl çok konuştuğu zaman bir işe yaramıyor; çünkü akıl iyileştirmiyor. Duygu kanalından gidildiğinde zihinsel değişiklik de olur. Biz şimdi sizinle konuşurken size sadece anlatmıyorum, alıp vermeler oluyor. O kanalda "karşılıklılık" olması dönüşümü de sağlıyor.
Yüzleşme bir terapi şekli, kaçınılan şeye maruz bırakma yöntemi. Köpekten korkuyorsanız, doğrudan köpekle temas ettirilir. Ama bu yöntemin işe yaramadığı anlaşıldı. Başka yöntemler geliştirildi. İşte köpek resmi çizdirilir, köpek filmi izletilir. Yüzleşirken önce bireyin yanında güvendiği birinin olması istenir. Alıştırmalar verilir, aşamalar vardır. Yüzleştirme (Konfrontasyon) yöntemi beceri ile kullanıldığında işe yarar sert kullanıldığında gerçeği görsün derken içine suçlama girer.
Yüzleşme oluyor mu Türkiye'de?
Aslında geçmişindeki suskunluğu dile getirirken bile suskunluğunu bozmuş oluyorsun ve bu bir aşama. Yavaş yavaş konuşuyoruz, ondan memnunum. Yok sayma kısmı kalkmış oluyor, o da bir savunma mekanizması çünkü. Hepimiz hayatımızda küçük küçük inkarlar yaşarız. Çünkü kendimizi daha sağlam tutmak, yıkılmamak isteriz. Ama inkarın dozu çok kaçarsa, yükü başkasının üstüne atmış oluruz. Televizyonlarda bağıra çağıra da olsa konuşuluyor, bu alıştırma açısından iyi bir süreç. Kimi yerde sinirime dokunsa bile örtük kalmasından iyidir. Ermeniler konusunda söz söylemek isteyen söylüyor.
Sinirimi en bozan ise Ermeni kelimesinin yabancı kelime gibi kullanılması. Mesela "sözde Ermeni…" diye başlayan cümleler senelerdir var, arkasının nasıl geldiğinin hiç önemi yok, ben zaten gerisini dinleyemiyorum. Sözde lafıyla beraber Ermeni kelimesi gelince, benim annem babam yalan mı söylüyor diye düşünüyorum. Biz iftiracı mıyız? Kendimi zayıf hissetsem neredeyse "acaba ben Ermeni değil miyim" diye sorabilirim bile. Yani bu yaşananlara "ne diyelim, ne ad verelim", bunlar benim işim değil. Sürecin iyileştiriciliğine inanan birisi olarak şunu söylüyorum, teşhis koyduğun zaman o hastalık iyileşmiyor ama bir işbirliği başlıyor. İyileşmek için iyi bir tedavi ortamı gerekiyor.
Mesela bir zamandan beri "Benim de babaannem Ermeni" cümlesini duymak, söyleyenler için de iyileştirici bizler için de. Tabii "Babaannen Ermeni olunca aslında sen de birazcık Ermeni olmuyor musun" diye de sorabilirsin. Ama o öyle diyorsa öyle hissediyordur, belki terapiye alsan üçüncü seansta "Ermeniyim" diyecek ama sen onu alıp suratına "sen de Ermenisin" dediğinde bu bir işe yaramaz.
Okul hayatınız nasıl geçti?
Okulda korkutulduğumuzu hatırlıyorum. Türkçe bir kelimeyi yanlış kullanınca Türkçe hocamız suçlayıcı bir tavırla düzeltirdi bizi. İşte hoca öyle suratına vurursa bu birleştirmez ancak ayırır. Türkçeyi düzgün konuşmalıydık. Yanlış yapma korkusuyla bir şeyi iyi söyleyemeyeceksen o zaman susarsın.
Hakkını veremeyeceğim için “harikulade” kelimesini ne yazarım ne de söylerim. "Vatandaş Türkçe konuş" döneminde mesela evden çıkmışsın otomatik ağzından annene 'mama' diyeceksin susarsın. Cezalandırılma korkusu, başın belaya girmesin, ağzından bir laf kaçmasın... Söylerken bile içim acıyor, doğallığımı yitirmediğim için şükretmeliyim, az buz eziyet değil.
Rumlar daha rahat konuşurdu toplu taşımada mesela. Ve ben sussalar diye beklerdim. Sussunlar, çünkü kötü şeyler olabilir, görüyor musunuz korkutana değil korkmayana içerlemişim. Sonunda da göçtüler, gittiler. Şimdi bana diyorlar ki "Aaa, Ermeni olduğun hiç anlaşılmıyor." Türkçem çok iyi ya, bir iltifat gibi söylüyorlar. Ama bu bir iltifat değil. Çünkü ben düzgün Türkçe konuşacağım diye o kadar çaba sarf etmişim ki, Ermenicem iyi değil. Oysa altı yıl okumuşum. Kayıp gibi yaşıyorum. Benim gibi olanlar az değil.
Siz ilk azınlık, kadın psikoloji profesörüsünüz. O süreç zor muydu?
Azimli olmam çok yüzüme vuruldu ama yılmadım. Sinip azla yetinmem beklendi. Emekli olan şefimiz Yani Anastasiadis çok kıymetli bir psikoloji doçenti idi. Onun yerine doktorası olan birisi gelecekti, benim İstanbul'da olmadığım zaman sınav açıp benden sonra doktorasını yapan bir arkadaşım şef olmuştu. Kürsü başkanına gittim. "Eksiğim mi var, bileyim, düzelteyim " dedim. "Hayır seni beğeniyoruz" dedi. "Ermeniyim diye mi" diye sorunca hoca kıpkırmızı olmuştu.
Doçent olduktan sonra da sıkıntılar devam etti. Doçent olanların sabah işe geldiklerinde artık imza atmasına gerek kalmazdı. İsmim imzadan kaldırılsın diye bekledim, kalkmayınca içerledim, ve kendimi görünür kılan bir dilekçe yazdım. Kürsü başkanı beni odasına çağırdı, "Sen bana kalp krizi mi geçirteceksin? Hepimiz müslüman çocuğu değil miyiz?" dedi. Bir Ermeni öğrencim diyor ki, "Beni yükseltmezler". Haksız değil ama kapasitesine güvenmesini söylüyorum. Şimdilerde “Ermeni yalanlarına son” afişleri arasından geçerek derse girmek kolay şeyler değil benim için.
Türkiye'deki en büyük tabulardan biri olan cinsel sorunları, vajinismus sorununu ilk kez siz gündeme getirdiniz. Cinsel sorunların bir ruh sağlığı sorunu olduğunu kabul ettirdiniz.
Doğru, bu sorunun hafife değil ciddiye alınmasının yolunu açtım. Cinsel sorunlarını konuşmakta insanlar rahat değil. Çünkü bu bir tabu. Ben insanların sırlarını görünür kılıyorum. Bunun nesi ayıp dedirtiyorum. Cinselliği normalize ediyorum. Organla değil bireyle, içinde tuttukları ile ilgileniyorum. Erkek haykırıyorsa kadın da haykırsın. Mesleğimde eşitliğe vurgu yapan bir yanım var.
40 yıl öncesine göre değişimin her iki tarafta da nasıl olduğunun tanığıyım ben. Tedavi edenler de tedaviye gelenler de arttı. İki tarafta da tabu yıkıldı. "Karşılıklılık" burada da söz konusu. Meseleye benim açımdan bakarsak ben bu konuda sesimi çıkarttıkça Ermeni ve kadın kimliğim yerinde dururken psikoterapist kimliğim öne çıktı.
Doğduğunuz köye ilk ne zaman gittiniz?
15-20 yıl önce ilk gidişimde beni büyüdüğüm eve götürmüşlerdi, bir aile yerde kahvaltı ediyordu, hemen yere çömeldim, elime sıcak çay verdiler, elimde o bardağın sıcaklığına sımsıkı tutundum ve içerdeki dolabı tanıdığımı söyledim. Kahverengi oluşundan tanımıştım. Kadın o dolabı, İstanbul Zeytinburnu'ndan oraya gelin geldiğinde getirdiğini söyledi. Kadına "yanılıyorsun sen" diyecek kadar ileri gidebilecek durumdaydım. Sonra zihnim o sofraya döndü ve kaldığımız yerden devam ettik, onun da bir göç öyküsü vardı.
İnsanlar 1915'te sadece ölmedi ki, yerlerinden edildi. Herkes bir yere dağıldı. Köyde babamın dikmiş olduğu ağaçlara baktığım zaman babam yaşıyormuş gibi hissettim. Bize turist muamelesi yaptılar, ama "ben yerliyim, buralıyım" deyince sıcak bir yakınlık kuruldu. Toprağa basmak önemli. İlk gidişimde eski evimi arayıp bulmayınca tapu dairesine gönderdiler beni. Oysa kiracı olduğumuz evi arıyordum, sadece çocukluk anılarımı arıyorum, zihnimdekini somutlaştırmak, dokunmak istiyorum ki, oradan ayrılışımın hasreti dinsin.
Ermenistan'a gittiğimde beni ne etkiledi biliyor musunuz? Tamam herkesin Ermenice konuşması falan çok güzel ama yörelere verdikleri isimler. Antepliler bölgesi, teyzemin mezarını aradığım Harputlular mahallesi, "yukarı Maraş" demişler. Sabah çok erken yürürken kapısını onaran birisine Ermenice "pariluys", yani "günaydın" dedim, doğruldu. İstanbul’dan geldiğimi söyleyince keyfi yarıda kaldı. “Adana, Maraş, bilir misiniz?” dedi. Hemen Anadolulu yanımla konuşmaya başladım. Dedesinden dinlediği yörelere dokunmak istiyordu. İstanbul yabancıydı, ondan uzaklaştıktan sonra gözyaşlarımı bıraktım. Onun da benim de konuşma ve yakınlaşma ihtiyacı... Bu orada yaşayan bir Rum da olabilirdi Müslüman da.
Ben de hayatım boyunca geride kalan olarak çokça insanın göçüne şahit oldum. Kap-kaçak, güzelim antika mobilyalar bırakılarak gidilirdi. Bu yüzden yeni eşya merakım yok. Evimi işyeri odamı tanıdığım, tanımadığım insanların eşyaları süsler.
Kığı'ya ilk gittiğimde orada olan kilise ikinci gidişimde yoktu. Anadolu'da dünya kadar kilise, okul yok olmuş. Kiliselerin yıkılması geçmişimin silinmesine neden oluyor. Ben kilisenin olmadığı bir yerde yaşamayı tercih etmem. Bu dindarlığımdan değil, Ermeniliğimi unutmak istemiyorum, çünkü unutuyorum. Kilise benim hafızam.
Son söz söylememi bekliyorsunuz ama öyle bir şey yok, açıldıkça konuştukça daha naif cümleler çıkıyor. Belki de meselenin püf noktası burada. Yumuşamak için kendimize fırsat tanımak. Çünkü akıl her zaman işe yaramıyor...