Tutuklu HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk'un annesi Hatun Tuğluk'un Ankara'daki cenazesine yönelik saldırı üzerinden toplumdaki ayrışmayı değerlendiren Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Tanju Tosun, İçişleri Bakanı Soylu'nun saldırgan ile karakolda çektirdiği fotoğrafa ilişkin yapılan eleştrilere verdiği tepki hakkında, "Maalesef bu örnek olay da göstermektedir ki Türkiye’de iktidar-muhalefet ayrımı olmaksızın siyasal seçkinlerimiz çoğu zaman popülist söylemin esiri oluyorlar. Tabii ki eylemi kınama yetmediği gibi, bu tür eylemlerin bir daha gerçekleşmeyeceğinin garantisi de değil" dedi.
Tosun, "zihinlerde inşa edilen nitelikler, demokratik siyasi kültürün zayıflığı nedeniyle sosyal mesafeyi arttırmaktadır. Tanıyarak dışlamaya dayalı olarak artan sosyal mesafe ise Tuğluk’un annesinin cenazesi örneğinde yaşandığı gibi, toplumun çoğunluğuna genelleştirilemeyecek olsa dahi, birbirimizin cenazelerine dahi tahammül edemeyen, toplumsal kompartımanlara mahkum edici, dışlayıcı bir sosyolojinin üzerinde oturduğumuzun kanıtı" ifadelerini kullandı.
Cezaevinden özel izinle çıkan Aysel Tuğluk'un, annesi Hatun Tuğluk'un Ankara Batıkent'teki cenazesine katılanlara saldırı düzenlenmişti. Saldırının ardından Tuğluk'un cenazesi mezardan çıkarılmıştı. Saldırının ardından cenaze Tunceli'de toprağa verilmiş, cenaze için cezaevinden çıkarılan Aysel Tuğluk, annesinin cenazesine katılamamıştı. Tuğluk, 48 saatlik iznini de annesinin İncek’teki evinde taziyeleri kabul ederek geçirmişti. Tuğluk, annesinin vasiyetinin gerçekleştirilemediğini ifade ederek, tepkisini, "İkinci Madımak gibi" sözleriyle aktardığı öğrenilmişti. Saldırgan Murat Alp’in karakolda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile çektirdiği fotoğraf da çok tartışıldı.
Birgün'den Meltem Yılmaz'ın sorularını yanıtlayan Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Tanju Tosun'un yanıtları şöyle:
»Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine yapılan saldırı, bir mezara saldırılması ve sonrasında yaşananlar… Nasıl yorumluyorsunuz?
Kısa bir süre önce gerçekleşen bu hadise Türkiye’de sınıfsal, etnik, kültürel, milli, dini, cinsiyet gibi sosyal kategorilerden özellikle etnik kimlik kategorisinin iyi yönetilemediği takdirde sosyal grupların bir arada yaşamasını sorunsallaştırıcı etkiye sahip olduğunu gösteriyor. Bu anlamda bu gruplar arasındaki sosyal mesafenin potansiyel olarak artma olasılığının ne denli yüksek olduğunu peşinen belirtmek gerekir. Özellikle annenin cenazesinin gömülmesine tepki olarak yükselen ve medyaya yansıyan ayrımcı şiddet dili, aynı topraklarda yaşayan sosyolojinin birbirleri arasındaki mesafenin açıklığının boyutlarına dair yeteri ölçüde bilgilendirici ve hepimizi düşündürücü boyuttadır.
»Ne var ki Süleyman Soylu, saldırganın gözaltına alınması esnasında ortaya çıkan fotoğrafı savunma yoluna gitti. Bu eylem ve söylem biçimi, olayı kınamak mıdır yoksa tersi bir mesaj vermek midir?
Kendisine bu fotoğraf nedeniyle yapılan eleştiriler karşısında, muhalefete mesnetsiz suçlamalarla yüklenme yerine, soğukkanlı bir söylemi tercih etseydi, daha uzlaştırıcı olur ve kutuplaşmış bir siyasette siyaseti yumuşatma ve makulleştirme adına katkı yapmış olurdu. Maalesef bu örnek olay da göstermektedir ki Türkiye’de iktidar-muhalefet ayrımı olmaksızın siyasal seçkinlerimiz çoğu zaman popülist söylemin esiri oluyorlar. Tabii ki eylemi kınama yetmediği gibi, bu tür eylemlerin bir daha gerçekleşmeyeceğinin garantisi de değil. Pekala, 2-3 metrekarelik bir mezar toprağında dahi ölülerin ebedi istirahatine tahammül edemeyen insan malzemesi bu topraklarda nasıl ve neden yetişiyor? Öncelikle belirtmemiz gereken; Türkiye’nin farklı yerlerinde 90’lardan bu yana “öteki” olarak algılanan kimlikleri dolayısıyla Kürtler, Romanlar, eşcinseller, son dönemde Suriyeli göçmenlere yönelik farklı, spontane kitlesel tepki, hatta saldırı, şiddet eylemlerine tanık alıyoruz. Kanımızca bunun başlıca nedeni, bu toplumsal grupların hâkim ve makbul çoğunluğun zihinsel dünyalarındaki popüler algıyla ilgili olup, dışlayıcı özellikli bu algı öncelikle Cenk Saraçoğlu’nun bir çalışmasında kavramsallaştırdığı ‘Kürtleri’ Türk milletinin bir parçası olarak gören geçmişteki “tanımama” üzerine kurulu devlet söyleminden farklı olarak, ‘Kürtleri’ ayrı bir ‘halk’ ‘topluluk’ olarak tanımaları ve “tanıyarak dışlamaları”nın ürünü. Diğer yandan, Kürt karşıtı insanların anlam dünyasında Kürtlerin cahil, bölücü gibi kent hayatını mahveden özelliklerle kategorize edilmesi dışlayıcı bir mantık inşa etmekte, buna benzer biçimde özellikle göç alan kentlerde gündelik hayatta karşılaştıkları Kürt göçmenlerle yüzeysel diyaloglarında dil gibi etnik kimlik unsuru, hatta giyim kuşam farklılıkları, tercih ettikleri renkler, ekonomik rekabet üzerinden zihinlerde inşa edilen yukarıda belirttiğimiz nitelikler, demokratik siyasi kültürün zayıflığı nedeniyle sosyal mesafeyi arttırmaktadır. Tanıyarak dışlamaya dayalı olarak artan sosyal mesafe ise Tuğluk’un annesinin cenazesi örneğinde yaşandığı gibi, toplumun çoğunluğuna genelleştirilemeyecek olsa dahi, birbirimizin cenazelerine dahi tahammül edemeyen, toplumsal kompartımanlara mahkum edici, dışlayıcı bir sosyolojinin üzerinde oturduğumuzun kanıtı.
»Peki Türkiye, gündelikleşen faşizmle yürüyebilecek bir ülke mi?
Son olay vesilesiyle Türkiye’nin genelleştirilmesi için doğru bulmadığım, fakat, gündelikleşen faşizme içkin tekil örnek olaylarla karşı karşıya olduğu görüldü. Buradan hareketle Türkiye’nin “kollektif olarak gündelikleşen faşizmle yürümekte” şeklinde bir iddiada bulunmak, bu topluma karşı haksızlık olur. Kaldı ki varsayalım böyle, Türkiye gündelikleşen faşizmle yürüyebilecek bir ülke de değildir.
»Yani bu olay münferit bir olay mıdır? Yoksa “tanıyarak dışlama” sürecinin başlangıcı niteliğinde bir olay mıdır? Sürecin iyi yönetilmemesi ne gibi tehlikeleri barındırıyor?
Bu olay münferit bir olay gibi görünmekle birlikte, potansiyel anlamda münferit olaylar kolektif içeriğe bürünüp, dışlayıcı sonuçlar üretme potansiyeline sahiptir. Bu noktada iktidarı, muhalefeti, siyasi olanı ve olmayanı tüm toplum kesimler yüksek sesle “seve seve bir arada gönüllü olarak yaşayacağız” mesajını yüksek sesle dillendirmeli, tüm tarafların bir arada yaşamanın harcını dökmeleri Türkiye’nin geleceği için olmazsa olmazdır.
»Tanıyarak dışlamaya dayalı olarak artan sosyal mesafenin son dönem yansımalarını, Sezgin Tanrıkulu’na karşı bir süredir devam eden linç kampanyasında da görüyoruz. Son olarak Gazi’den bir öğretim üyesinin uçakta attığı tehdit mesajı ortaya çıktı.
Toplumsal ve siyasal destek alarak toplumun güvenliği adına hukuk sınırları içinde önleyici tasarruflarda bulunmak devletin varlık nedenlerinden biridir. Burada tartışma yaratan husus; Ana muhalefet partisine mensup bir milletvekilinin devletin hukuken yetkilendirilmiş silahlı güçlerinin eyleminin sonuçlarına dair değerlendirmesinin peşinen adeta bir siyasal lince dönüştürülmesidir. Demokratik hukuk devletinde siyasi iktidarlara düşen görev; muhalefet mensuplarını söylemlerinden dolayı yaftalamak değil, olayı derinlemesine araştırıp, kamuoyu ile araştırma sonucunda gerekli bilgileri süratle paylaşmak, zihinlerinde soru işareti olan kesimlerin sorularına yanıt bulmalarını sağlamaktır. Bu yöntem terörle mücadelede zaafiyet yaratmayacağı gibi, mücadelenin meşruluğunu arttırıcı etki yapar. Bu gelişmeler karşısında Gazi Üniversitesi’nden, üstelik hukukçu bir öğretim elemanının attığı tehdit mesajı üzerine akıl ve bilimi referans alarak değerlendirme yapmak mümkün değildir. Düşündürücü olan; siyasal kutuplaşmaların yarattığı toplumsal kopuşların sözüm ona eğitimli kesimde ürettiği bu türden düşünce kalıplarıdır.
»Kamuoyunu bilgilendirmenin terörle mücadelede zafiyet yaratacağı gibi düşünceler olduğu anlaşılıyor. Peki, tersini düşünelim, gerçekler kamuoyuyla paylaşılsaydı, bunun nasıl bir etkisi olurdu?
Türkiye’nin aksak işleyen mekanik otoriter-popülist demokrasisinin yegâne sorunlarından biri, devletin tüm alanlarında toplum ile paylaşmaktan uzak durduğu, aslında paylaşılmasıyla sisteme olan güvenin daha da artacağı hususların olması. Gün ışığında yönetim, hesap verme, şeffaflık Türkiye’de iktidarlar için marjinal faydası bile olmayan demokrasi ilkeleri. Hal böyle olunca, demokratik kurumlara olan güven hep düşük düzeyde seyrediyor. Terörle mücadele gibi bir konuda dahi, halkın stratejik, objektif devlet sırrı dışında toplumla paylaşılması gereken bilgiler, kurumsallaşmış demokrasilerde devletle yurttaş arasındaki güven açığını kapatıcıdır. Oysa ki bizde geçmişten bugüne devlet aklı, kamu güvenliği, milli menfaat, toplumun huzuru, hatta dayanışması gibi referanslarla kesin, somut objektif kimi bilgileri dahi paylaşmakta kıskanç davranıyor. Sonuçta, temsili demokraside devredilen egemenlik yetkisi yurttaş egemenliğinin salt iktidarı tayin eden bir araç olarak kalmasına, işlevsel, dolayısıyla demokratik temsiliyetin oluşamamasına yol açıyor.
»İlk soruya cevabınızda, sizin kendinize sorduğunuz soruyu bir adım ileri götürerek ben size sorayım: 2-3 metrelik bir mezar toprağına dahi tahammül edemeyen insanların yetişmesi için, gün geçtikçe daha elverişli bir ortam yaratılmıyor mu?
Çağdaş devlet hangi koşul altında olursa olsun, her zaman akıl ve muhakemeyi, duygunun önüne koyan, yönetmenin evrensel anlamda hukuki, rasyonel, objektif ilke ve kriterle gerçekleştirildiği bir örgütlenme biçimidir. Türkiye, devleti ve toplumuyla tarihsel olarak duygunun söylemde hamasete, işleyişte hukukun öznel değerlere teslim ve mahkûm olabildiği bir kurumsal organizasyon. Devlet tarihsel olarak kendisine yönelik her türlü saldırıyı akıldan önce duygularla bertaraf etmeyi yeğlediği için, toplum da sorun olarak telakki ettiği meseleleri yeri geldiğinde hukuki yöntemlerle değil, evrensel geçerliliği bitmiş yöntemlerle çözmeyi tercih edebiliyor. Maalesef bu dışlayıcı, yok saymaya dayalı ilkel anlayışla tüm taraflar mücadele etmezse, bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz sorusuna olumlu yanıt vermek güçleşiyor.
***
»Tanımama üzerine kurulu devlet söyleminin Kürt karşıtı kişilerin anlam dünyasında yer buluş biçimi ile cenazeye saldırı örneğinde olduğu gibi tanıyarak dışlamanın dışa vurumu arasındaki temel farkı nasıl anlatırsınız?
Kürt sorununun Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne çözüm yöntemine ilişkin arayışlar 2000’lerin ortalarına dek ağırlıklı olarak sadece devlet aklıyla düşünülerek, devletin sorunu algılama biçimi üzerinden tanımlanmış çözüm ağırlıklı olarak devletçi metotlarla siyasal bir kimlik olarak “tanımama” üzerine kurgulanmıştır. 1970’lerin ikinci yarısında CHP, 1980’lerde SHP, ardından Cumhurbaşkanları olarak Özal, Demirel ve AKP (o dönemde Başbakan Erdoğan’ın) sorunu algılama, tanımlama ve çözüm arayışlarında sorunun bir kimlik, aidiyet temelinde kültürel sorun olarak tanımlandığına tanık olduk. Hal böyle olunca “tanımama” temelindeki bakış açısı aidiyet, kimlik tanıması ile yer değiştirse de devletçi refleks son dönemde yeniden baskın durumda. Soruna Kürtlerin dışındaki toplumun bakışı bağlamında yaklaştığımızda, Türkiye’de Kürt sorununun algılanma biçiminde siyasetçi, askeri ve sivil bürokrasi sorunun nasıl algılanacağı konusunda her zaman eşik bekçisi şeklinde etkilidir.
Yani, toplumun meseleyi nasıl algıladığında eşik bekçilerinin söylemi etkili oluyor. Eşik bekçilerinin sorunu çözmeye yönelik adımları öne çıktığı zaman kitlelerde Kürtlere bakış açısında bir yumuşama, tersi durumda ise sertleşme söz konusu.
Tanımama üzerine kurulu devlet söyleminin egemen olduğu konjonktürlerde Kürt karşıtı kişilerin sorunu çözmeye yönelik tek reçeteleri meseleyi bir asayiş, emniyet meselesi olarak algılayıp ona göre çözüm arayışları öne çıkmakta, bu da barışın sonuçsuz kalmasına yol açmakta. Buna karşılık, tanıyarak dışlama “bizim gibi olmayanlar”la “bizler”in gündelik hayatta bir arada yaşamasına engel olmamakla, kahredici siyasal kutuplaşmalara yol açmamakla birlikte, aynı topraklarda doğup yaşayan hepimizin birbirini teğet geçen ve sadece yan yana durmamızla, fakat son olayda görüldüğü gibi mezarlarımızın dahi yan yana bulunmasının güçleşme potansiyeline sahip sorunlarla sonuçlanan yaşam biçimlerimizin varoluşuna vesile olmaktadır. Bu anlamda tanımama da, tanıyarak dışlama da sorunludur.