Etyen Mahcupyan
(Zaman - 17 Haziran 2012)
Günah işleme özgürlüğü
İtalya'nın İkinci Dünya Savaşı öncesinden itibaren liderliğini yapmış olan Benito Mussolini, siyasi hegemonyanın nüfusla bağlantılı olduğuna inanırdı.
Tarih ırk savaşının arenası olarak görülmekteydi ve başarı da doğal olarak temiz kana sahip olan insan sayısını artırmakla ve kirli kana sahip olanların tarihten silinmesiyle gelecekti... Mussolini savaş öncesi yıllarda toplumu daha fazla çocuk yapmaya teşvik etmiş ve ailelere her yeni çocuk başına para ödeneceğini duyurmak üzere köy köy tellallar dolaştırmıştı. Ne var ki ödenecek paranın ilginç bir kıstası vardı: Kız çocuklar için üç bin liret, erkek çocuklar için beş bin liret ödenecek, ayrıca erkek çocuklarına ad olarak 'Benito' koyanlar iki misli para alacaklardı...
Bugün kürtajı yasaklama bağlamında akıl yürütmeye çalışanların tabii ki ırkçı oldukları söylenemez. Hatta dindarlıkları nedeniyle kavmiyetçiliğin tam karşısında yer aldıkları da iddia edilebilir. Ancak söz konusu düzenlemeyi yapacak olanın bir ulus-devlet olduğu gerçeğini unutmaları da herhalde mümkün değil. Modern devletlerin hepsi kendi içlerinde ne denli özgürlükçü olurlarsa olsunlar, son kertede kendi uluslarına ait görmedikleri toplulukların sayıca azalmasını ilkesel bir yanlış olarak algılamadılar. Bugün hükümetin Ortadoğu hassasiyetine bakarak böyle bir utanç noktasında olmadığımızı söyleyecek olanlar vardır. Ne var ki burada önemli olan kendinle öteki arasındaki sınırı nereden çektiğin değil, böyle bir sınır üzerinden siyaset yapıp yapmadığındır. Kavim milliyetçiliğine hayır diyenlerin din kardeşliği üzerinden ümmet milliyetçiliği yapması herhalde insani bir yaklaşım olmaz ve dünyaya bu tür bir izlenim vermenin hayırlı sonuçlarından söz edilemez.
Dolayısıyla kürtaj yasağını savunanların en azından bu alandaki tarihsel algının farkında olmalarında yarar var... Farkında olunması gereken bir başka nokta, dinlerin insanlara günah işleme özgürlüğünü tanımalarının vazgeçilemez bir meşruiyet zemini oluşturduğudur. Hiçbir din kendi akideleri üzerinden meşruiyet kazanamaz, çünkü insanların dinle ilişkisi zaten inanç bağını gerektirir ve fazlasına muhtaç değildir. Oysa meşruiyet söz konusu dinin dışında duranların o dine bakışıyla ilişkilidir ve bu açıdan en önemli unsur dindarın günah işleme özgürlüğüdür. Çünkü bu husus, dindarın irade sahibi olduğunu teslim ederek, dindarlığı da kişinin aklı, yüreği ve vicdanıyla bir 'seçimi' olarak sunar. Aksi halde, eğer dindarlık bir zorunluluk olsaydı, dinlerin emrettiği hiçbir şey, ona körü körüne inananlar dışında meşru olamazdı.
Kürtaj konusunda da annenin iradesine öncelik vermeyen hiçbir yaklaşım inandırıcı olmayacaktır. Annenin günah işleme özgürlüğünü öngörmediğiniz takdirde dini kullanarak despotik bir uygulama üretirsiniz. Bu tartışmada 'özne' meselesi işin merkezindedir. Örneğin geçenlerde 'Bedenin sekülerleştirilmesi' başlıklı yazısında Ali Bulaç "Dayak yiyen kadın hukuka başvuruyor da, karnında öldürdüğü bebeği neden hukuk korumasın?" diye soruyordu. Eğer hukuku kaçınılmaz bir üst otorite olarak kabul ederseniz, bu soru gayet mantıklıdır. Ancak her hukuk insan üretimidir ve dinden kaynaklananlar da insanların yorumuyla cisimleşirler. Dolayısıyla mutlak doğruları ima eden bir 'hukuk' olmadığı gibi, eğer dinden neşet eden böyle bir hukukun olduğu söylenecekse, o zaman da bunun sadece dindarları ve üstelik belirli bir din yorumuna sahip dindarları bağlayacağını baştan kabullenmek gerekir. Ama daha evrensel bir gerçeklik olarak, dayak yiyen kadın 'eğer isterse' hukuka başvurmakta, yani kendi iradesiyle karar almakta. Sadece kendi bedeni üzerinde değil, tüm sosyal ve psikolojik dünyası ile birlikte kendi geleceği üzerinde hak sahibi olan bir özneden söz ediyoruz. Yani ortada bir simetri bulunmuyor, çünkü kadınla eş düzeyli olarak düşünebileceğimiz bir 'hukuk' öznesine sahip değiliz.
Bulaç, aynı yazıda "Dine göre düzenleme 'totalitarizm' oluyor da, pozitif-laikliğe göre düzenleme neden 'totalitarizm' olmuyor?" diye de sormuştu ve son derece haklıydı. Gerçekten de laik kesimde bu türden tek yanlı bir bakış mevcut. Aslında her ikisi de totaliter olabildiği gibi, demokratik de olabilir... Önemli olan yapılacak düzenlemenin ne denli tercihe olanak verdiği, kişilerin özgürlük alanlarını daraltıp daraltmadığı, sonuca katlanan öznenin iradesine saygı gösterip göstermediğidir. Eğer dinsel bir bağlamda konuşuyorsak, mesele yapılacak düzenlemenin dindara günah işleme özgürlüğü tanımasıyla bire bir bağlantılıdır. Bu özgürlüğü kısıtlayan her türlü düzenleme hangi ideolojiye dayanırsa dayansın gayrimeşru olmaktan kurtulamaz.
Aslında Bulaç o yazıyı bir itirafla bitirmişti: "Sorun, bedenin Allah'ın müdahalesi dışında tutulmak istenmesidir." Allah'ın varlığı sorunsalını bir kenara koyalım, acaba hangi insanüstü melekemiz bize Allah'ın müdahale etmek istediğini ve üstelik bizim o müdahalenin ne olacağını bilebileceğimizi söylüyor? Dindarlar buna inanabilir ama o zaman da kürtaj yasağını dindarlarla sınırlı tutmak meşru bir dinin gereği olmalı.