Telesiyej
(Taraf, 4 Nisan 2012)
Bu böyle biline artık.. biline ki, boş yere sayfalar, sütunlar çalınmasın gazetemizden, okurun zamanı işgal edilmesin!
Ortaya konulan değerli bir eserin mesajıyla, içeriğiyle, anlatımıyla ve poetikasıyla değil de; sadece fenomeniyle ya da yazarıyla ilgili, kılı kırk yararak bir yamukluk arama hevesine kapılan –bundan çeşitli nedenlerle yararlanma arzusunda olan– insan modelinin de sonu çoktan geldi ya.. bunun farkında olmayıp da bu yolla varlık göstermeye çalışanlar, belki hiç bir fikir üretemedikleri için ancak bu alanda –yani dedikoduya kayarak– tanınmaya, kendine bir marka yaratmaya gayret gösterenler var tabii hâlâ.
Lakin bu devirde her şey ortada artık. İletişim araçlarının yaygınlığı yüzünden her konudaki bilgi ve haber neredeyse kendiliğinden yayılıyor.
Herkesin her şeyden haberi oluyor ânında.
Bu yüzden de bu alanda –dedektiflik yaptığını sanarak– kalem oynatanların niyetleri o kadar açık ve seçik, o kadar kendi kendini deşifre eder halde ki, genellikle yok sayıp geçiyor insan; ta ki, yok saydıkça onların aynı yöntemler ve aynı aymazlık içinde var olmaya devam ettiklerini görene kadar.
Yamukluk dedektifliği öyle masumane bir şey değildir; ne gerçeğin, ne de gerçekliğin ortaya çıkması için çabalar aslında.
O tür dedektifliğin yolu ortak bir yoldur çoğunlukla; bir zamanlar bir şeyler elde etmek istemiş, ısrarcı olmuş ama istediği o şeyi elde edemeyince de durumu çöpe atmamış, bir yerde saklamış ve günü geldiğinde, fırsatını bulduğunda bir tür intikam alma dedektifliğine soyunmuştur.
Arar tarar, bulur buluşturur, olanı olmayanı birbirine yakıştırır. O şeyin, ya da o kişinin gerçekte değerli olup olmadığını hiç mi hiç düşünmeden –hatta umurunda bile olmadan– buluşunu savurur ortalığa.
Böyle kimseler, sadece gerçeğin şeytani bir alana kaydırılması peşindedir. Genel bir tabirle bir kara çalma dedektifliğidir bu.
O sırada üzerinde çok konuşulan, değerli bir eseri, değer kaynağından kopartma çabasıdır aynı zamanda.
Ama sadece bir çaba olarak kalır; iki üç kişinin dikkatini çelse de hiçbir iz bırakmaz, unutulur gider. Oysa değerli eser, daha doğar doğmaz insanlık tarihinin hafızasına kazınmıştır.
Öyle de kalır.
Gelelim Vehbi’nin kerrakesine.. yani bunca sütunu işgal etme nedenime:
Taraf’ta, pazar günü Sema Kaygusuz hakkında iki yazı çıktı. Biri Kıyı adlı köşede, Sema Kaygusuz’un yeni yayımlanan kitabı Karaduygun hakkındaydı. Diğeri de, Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar adlı kitabının 2009 yılında Fransa’da aldığı çeviri ödülünün, kitabın çevirmeni Noemi Cingöz’e ait olduğunu; ama yazarın, kitaplarının aldığı ödüller arasına bu çeviri ödülünü de kattığını –kendince iğneleyici bir dille– yazan Benim Tarafım adlı köşedeydi.
Yazıda açıkça, Sema Kaygusuz’un bu ödülün üstüne yattığı iması vardı. Ki, 2009 yılında yayımlandığı Fransa’da övgülerle karşılanan bu romanın çeviri ödülünü aldığı, romanı çevirenin de Noemi Cingöz olduğu herkesçe malumken, yazılmış çizilmişken... Ve bu yazı tam da mart ayında İsveç’te yayımlanan, kısa sürede eleştirmenlerin ilgi odağı haline gelen Yere Düşen Dualar’dan güzel haberler geldiği bir sırada çıktı nedense.
İsveç’te, kısa bir süre içinde hakkında birçok olumlu yazı yayımlanan roman hakkında edebiyat eleştirmeni Karl Johan Nilsson şöyle diyor: “Yere Düşen Dualar’ın en büyük gücü, dili ve hikâye anlatıcılığı. Kendi sembollerini ve anlam dünyasını oluşturan bu dik başlı ve şiirsel roman, bana William Blake’in çağdaş bir yazar olarak geri döndüğünü düşündürdü. Olağanüstü gücü, okuru huşûya sürükleyen güzellikte akıl çelen dili ve insanlık hali üzerine nefes kesen gerçeküstü düşlemiyle...”
Gelelim Benim Tarafım adlı köşede yapılan, uluslararası değerli bir yazarı –mesnetsiz– itibarsızlaştırma girişimine.. bir eserin (özellikle sanat, edebiyat..) gerçek sahibi o eserin yaratıcısıdır tabiatıyla.
Ticari, fiziki mülkiyet hakkı başkasına ait olsa da, yaratım hakkı (analık-babalık hakkı) eseri ortaya çıkarana aittir.
Bu olgu (bu gerçek) o hak sahibini, eserinin bir numaralı sözcüsü de kılar aynı zamanda.
Yani eser sahibi (konumuzla ilgili yazar), artık kamuya sunulmuş eseri hakkında her türlü bilgi ve haberi kamuya duyurabilir isterse. Eserin bir numaralı sözcüsü olarak öncelik ondadır anlayacağınız. Dolayısıyla Sema Kaygusuz’un kendi kitabının çeviri ödülü aldığını duyurması da –iletişim açısından– son derece doğaldır. (Nihayetinde yazar, ben çevirdim demiyor, kitabım çeviri ödülü aldı diyor.) Bir de şu var ki, çeviri ödülleri iyi ve çevirilmesi hayli güç olan kitaplara verilir. Yani ilaveten, yazarın bundan gönenmesi de hakkıdır.
Değere, değerli yazarlara –dolayısıyla edebiyata– bir saldırı modası mı başladı nedir!
Bir ay kadar önce de, Sıradan Okur adlı köşede, yazarların yayıma hazırladıkları kitapları hakkında verdikleri bilgilerle dalga geçen bir yazı yayımlanmıştı Taraf’ta: “Şimdi 23 yazarımızın tam beş tanesi, Türkiye’nin geçmişine batırmışlar kalemlerini. Maalesef biz vaktiyle Barnes gibi uyanık davranmayıp bu illet temanın başını küçükten ezmediğimiz için semirdi büyüdü. Oya Baydar ‘Türkiye’nin geçmiş karanlıklarına göndermelerle ete kemiğe bürünecek’ bir hikâye yazmaktaymış, muştuladığına göre.”
Edep yavu!
Oya Baydar’a böyle bir saygısızlık nasıl ve neden yapılabilir?
Aynı yazıda Yavuz Ekinci, Ahmet Ümit, Sema Kaygusuz, Leyla İpekçi, Adnan Gerger, Kemal Varol, Buket Uzuner, Gürsel Korat ve Esmahan Aykol’un yayıma hazırladıkları romanlar hakkında yaptıkları açıklamalardan küçümseyici bir dil kullanmaya çalışılarak (ne kadar becerilebildiği de ayrı) söz ediliyor, Virginia Woolf’tan yapılan bir alıntıyla da bu durum pekiştirilmeye çalışılıyordu: “Tanrım! Nasıl da böcek gibiydik orada! Nasıl ilginçmişiz numarası yaparız, eserlerimiz beş para ediyormuş numarası!”
Virginia Woolf, kendini de katarak böyle bir tevazu gösterisi yapabilir. Ama bir köşe yazarının, ihtimal ki, tek bir paragrafını bile yazamayacağı romanlar hakkında, böyle kolayından kalem oynatmasının anlamı nedir diye soracak olursanız; düşünmeyen kalemler diye bir yeni ekol denemesinin ürünleridir bunlar derim.
Okur da düşünmesin, o değere ulaşamasın diye araya girme operasyonu belki de.
Bir gölgeleme harekâtı sanki; ama eski bir güneş saatinde yazan Latince bir söz vardır: Transit umbra, lux permanet! (Gölge geçer, ışık kalır!)
Velhasıl beyhude bir operasyondur bu, bilerek ya da bilmeyerek alet olanlara duyurulur.