T24 Haber Merkezi
Türkiye'nin Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk ve tek yazarı Orhan Pamuk, T24'ün "Cumhuriyet’in 100. Yılının Eşiğinde Türkiye ve Dünya Nereye?" konferansının kapanış konuşmasında Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik duruma ilişkin saptamalarda bulundu. Türkiye'de sınıf farkı tarihinde bu kadar fakir ve zenginin hayat tarzının birbirinden koptuğunun yaşanmadığını belirten Pamuk. "Ülkemizin şu anda yaşamakta olduğu en büyük skandal rezil durum, fakirliktir. Ben bir ülkenin tarihinde bu kadar hızla fakirleşme de görmedim." değerlendirmesini yaptı.
Pamuk, Türkiye'deki siyasal dünyanın en utanılacak noktasının kadın hakları olduğunu kaydederek, "Şarkıcı bir kadını alıp, onu 10 sene evvel söylediği bir şarkıdan dolayı ya da kendi aralarında yaptığı şakalardan dolayı onlara eziyet etmek, onları 'vatan haini' durumuna düşürmek, bunlar yakışıksızlığın, çirkinliğin doruk noktaları. Bunlara tanık olmaktan ben utanıyorum." ifadelerini kullandı.
T24, her yıl düzenleyeceği yıllık buluşmaların ilkini, bugün Hilton Bosphorus İstanbul Konferans Merkezi’nde tam gün süren bir konferansla gerçekleştirdi.
Türkiye’nin saygın akademisyen, ekonomist, iş insanı ve dış politika uzmanlarının panellere katıldığı konferansın ''Gelecek için iyimser ve kötümser" başlıklı kapanış konuşmasını, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk yaptı.
Konuşmasında Italo Calvino'nun "Sandık Gözlemcisi'nin Uzun Günü" isimli kitabına değinen Pamuk şu ifadeleri kullandı:
"Sandık müşahidi, seçimlerde hepimizin bildiği şey, devlet memurlarını tayin ederler. Italo Calvino, Komünist Parti temsilcisi olduğu için kişisel yaşamından oto-biyografik hikâyesinde sandık müşahidi tayin edilmiştir. Katoliklerin çok kalabalık olduğu, vakıfların çok etkili olduğu bir bölgede sandık müşahididir. İyimserlik - kötümserlik konusu orada da var.
Hikâyede Katolik vakıfları ve katolikler, hastalıklı, yaşlı, cüce, zekâsı gerilemiş kişilerin yattığı hastanedeki seçmenlere baskı yaparak kendilerine oy verdirmesini isterler. Vakıf, seçmenlere özellikle şükran duygusuyla baskı yapar. Kafası karışır bu durum karşısında. Hem dürüstçe bir sandık müşahidi olmak istemektedir hem de kendisini güncel politikalarda üzmek isteyen biri değildir, sessizce takip etmeyi ister.
Şöyle bir şey der, 'Yaşlandıkça her şeyin iyi yanını görmek istiyorum, iyimser olmak istiyorum.' Ben bunları okudukça Calvino ile daha da kendimi özleştirdim. Bu sene Columbia Üniversitesi'nde 'Siyasal Roman' dersi veriyorum. İhtilaller, kanlar... Her türlü siyasi entrikalar okuyoruz.
Türkiye hâlâ demokratik bir ülke ve fikir özgürlüğü olmasa da.. Günümüzde siyaseti kim kime oy veriyor, sandık için yapıyoruz. Türkiye de böyle bir ülke. Sandıkta etkili olmak için de her türlü numara yapılıyor."
Calvino'nun "Sandık Gözlemcisi'nin Uzun Günü" kitabına yeniden değinen Orhan Pamuk, "Savaştan sonra İtalya'da seçim durumunda vakıflara baskı yapılıyor, vakıflar kullanılıyor. Seçimde oy vermeye çalışılıyor. Dürüst, saydamlığı, kafa karışıklığını ortaya süren Calvino da bu konuda görüşlerini dile getiriyor. Italo Calvino'nun hikâyesinde kendisiyle özdeşleştirdiği kahramanın bir başka değeri de var. O da alçak gönüllülük. 'Yaşım ilerledikçe daha alçak gönüllü olmak istiyorum' diyor, ya da kahramanı üzerinden böyle olması gerektiğini söylüyor." dedi.
Pamuk sözlerini şöyle sürdürdü:
"Burada konuştuğumuz konular, ülkenin geleceğini tahmin etme, fikirler beyan etmek. Aslında bütün gazeteciler her zaman bunu yaparlar. 'Yarın ne olacak, öbür gün ne olacak' diye sorarlar. Özellikle yurt dışında çok etkili olur. Çünkü Türkiye'de fazla bilmezler. 'Orhan Pamuk gelmiş soralım, ne olacak, iktidar kalacak mı, ondan sonra ne olacak.' Siz de çarpıcı bir şey söylerseniz manşet olursunuz. Ama bu dürüstlük müdür, kimse yarın ne olacağını bilebilir mi? Güneş yine doğudan doğacak ama gelecek sene bu vakitte AKP iktidarda mı olacak, olmayacak mı, Bunu kimse bugün bilebilir mi?
Bugün başkan babamız bile bilmiyor, gelecek sene sarayında oturuyor mu, oturmuyor mu? Bunları bilemeyiz, bunlardan konuşmak haddini de kendimde görmüyorum. Türkiye'nin geleceği, sorunlarımız, genel bir toplantıda ben ne diyebilirim ki? Özellikle yurt dışında bana bu konularda konuşmak için baskı yaparlarsa, son romanım Veba Geceleri pek çok ülkede çevrildi. 5 ülkede röportajlar yapa yapa serseme döndüm, bana, 'yarın ne olacak, Tayyip Erdoğan iktidarda mı kalacak, AKP gidecek mi, Türkiye Avrupa Birliği'ne mi girecek, nasıl bir ülke olacak, fakirleşiyor mu?' gibi sorular... Ben de diyorum ki, 'Kardeşim bakın bir tarihi roman yazdım. Geçmişten, değerlerden bahsediyorum. Siz yarın ne olacağını lütfen tarihi romancıya değil, bilim - kurgu yazarlarına sorun' diyorum, geçiştiriyorum."
"Italo Calvino'nun ruhuyla, benim için iyimser senaryo halkın oyuyla mevcut iktidarın seçimi kaybederek, dürüstçe, barış içerisinde gitmesi"
Onun için, bugün ve yarın ne olacağını asla size söyleyemiyorum. İnanın, tekrar dediğim gibi; ne siyasetçiler biliyor ne Kılıçdaroğlu biliyor, ne Erdoğan biliyor. Kimse bilmiyor, ortada bir siyasi meydan var, bunun ne olacağını göreceğiz.
Italo Calvino'nun ruhuyla, benim için iyimser senaryo halkın oyuyla mevcut iktidarın seçimi kaybederek, dürüstçe, barış içerisinde gitmesidir. Bunun olacağına da belki saf bir entelektüel olduğum için inanıyorum. Bunu da büyük bir devrim olarak görmüyorum. Bütün sorunlar ondan sonraki iktidara kalacaktır. Ondan sonraki iktidarın işi de kolay değil. Borç sorunu. Türk milleti, Türkiye vatandaşları, son iki yılda benim hayatımda görmediğim kadar bir fakirleşme yaşadılar. Bu fakirleşmeyi tersine çevirmek sihirli değneklerle bir anda eski halimize dönmek, bunların da mümkün olacağını sanmıyorum. Bunlarla birlikte birçok değer de kayboldu, yok oldu. Onları da kolay yerine getiremeyeceğimizi de düşünüyorum.
Şimdiden iktidara aday olan Halk Partisi'nin (CHP) yönetenler, haklı ya da haksız olarak 'Biz de tabii ki mevcut otoriter başkanlık seçmenin imkânlarını kullanarak her şeyi düzelteceğiz' diyor. Onlar da bu kötü elbiseyi üzerlerine geçirmeye 'düzeltme' bahanesiyle hazırlar.
Türkiye'nin Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk ve tek yazarı Orhan Pamuk
"Kötümser senaryoda, seçim sonucu bulanık olacak, oy oranları birbirine yakın olacak, çeşitli çamurluklar, pislikler olacak"
Ekonomik olarak benden evvel pek çok akıllı kişi size tahminlerini söylemişlerdir. Sosyolojik olarak olacakları söylemişlerdir. Aynı şekilde ben de bir tahmin yapmak istemiyorum ama siyasi olarak kötümser tahminim ise, seçim olacak, seçimde zaten mevcut iktidar seçimin sonucunu kabul etmeyeceğini çeşitli bahaneler ileri sürerek söyleyecek. Ya da seçimde en kuvvetli adayın son beş dakikada 'terörist' olduğunu öğreneceğiz. Ya da seçim sonucu bulanık olacak, oy oranları birbirine yakın olacak. Çeşitli çamurluklar, pislikler olacak. Bu da kötümser senaryo. Bu iktidar ile öbür iktidar birbirine girecek, memleketin hali daha da kötü olacak. Ama ben, bunları söylemeye gelmedim buraya. Ben bir yazarım. Ekonomistler, sosyologlar, gazeteciler tahminlerini gerçeklere dayandırarak söyleyebilirler. Ben size bazı kendi değerlerimden bahsedeceğim.
"Evet, yaşım ilerledikçe iyimser oluyorum"
Evet, yaşım ilerledikçe iyimser oluyorum. Belki de iyimserlik; Calvino'nun Sandık Müşahidi adlı kısacık romanın kahramanı gibi, iyimserlik insanın yaşlandıkça, bilgi sahibi oldukça, işlerin ne kadar kötü olduğunu gördükçe, bir zırh gibi üzerine kuşanması gereken bir şey. Ancak kendimizi iyimserlikle kandırarak devam edebiliyoruz, bu toplantılara katılabiliyoruz.
'Aman boş ver, Amerika'dayım' demiyoruz. Sorumluluk hissediyoruz, iyimser olmaya çalışıyoruz. Konuşmamızın bir etkisi olduğuna inanmaya çalışıyoruz. Yarın ne olacak, bilmiyorum. Siz de bilmiyorsunuz. Kimse de bilmiyor bence. Hepimiz bildiğimizi zannediyoruz. Bütün yazı arkadaşlarımla 'yarın ne olacak, seçimde AKP kaybederse bunu kabul edecek mi etmeyecek mi?' diye konuşarak geçirdim. Bunu da tahmin olduğunu yalnızca bir anlamda 'geyik' yaptığımızı ya da duygusal olarak kendimizi yatıştırdığımızı da düşüne düşüne bu konuşmalara girdim.
"Benim için düşünce özgürlüğü birinci değerdir"
Şimdi kendi değerlerimi söyleyeyim biraz. O değerleri de iyimser olarak ele alacağım. Başlıkları söyleyeceğim, kötümser olarak da ele alacağım. Benim için düşününce hem Türkiye için hem kendim için en önemli değer düşünce özgürlüğüdür. Birinci değerim budur. Ülkemde düşünce özgürlüğünün birinci değer olmasını isterim. Dine inanmak, derin bir şekilde laik olmak, laikliği her şeyden üstün görmek, dini değerleri her şeyden üstün görmek... Tüm bu görüşleri anlıyorum, kabul ediyorum, bu tutuma sahip olan insanlara saygı duyuyorum. Ama benim için Türkiye'de reform olması, iyi bir ülke olması, yaşamaktan gurur duyacağım, daha da çok sahipleneceğim, 'hayatımı boşuna geçirmedim' diyebileceğim bir ülke olması için düşünce özgürlüğünün gerçekleşmesi lazım.
"Laf olarak düşünce özgürlüğünü Anayasa'ya koyuyoruz ama uygulayan yok"
Anayasa'da da var düşünce özgürlüğü. Herkes sırası gelince söylüyor. Düşünce özgürlüğünün gerçek en üst değer olması lazım. Düşünce özgürlüğünün, başka diğer değerlerimizden sonra gelmemesi lazım. Anayasa ile ceza kanunlarımız çelişiyor. Buralara girmek istemiyorum. Laf olarak düşünce özgürlüğünü Anayasa'ya koyuyoruz ama uygulayan yok. 'Düşünce özgürlüğü olsun ama bayrağıma, dinime bir şey olmasın, onlar eleştirilmesin.' Yok, düşünce özgürlüğü demek onların da eleştirilmesi demek. Cumhurbaşkanı'nın da eleştirilmesi demek, tarihteki olayların da konuşulabilmesi demek. Sevmediğimiz en saçma bulduğumuz, çirkin bulduğumuz düşüncelerin de söylenebilmesi demek.
"Ben Türkiye'de ister iktidarda, ister muhalefette düşünce özgürlüğünü en üst değer olarak görmüyorum"
Düşünce özgürlüğünü ya en üst değer yaparsınız, ya da o bir süstür. Bunu yapmaya hazır mıyız? Ben Türkiye'de ister iktidarda ister muhalefette düşünce özgürlüğünü en üst değer olarak görmüyorum. Herkes düşünce özgürlüğüne, 'kendi işine geldiği zaman' bakıyor. Buyurun Osman Kavala, Ahmet Altan... Haksız bir şekilde birisi hapse tıkıldığı zaman aklımıza geliyor. 'Ah işte bunu güzel kullanırım, düşünce özgürlüğü de yok derim, etrafa da bunu yayarım' diyor. Ama aynı kişi 5 dakika sonra bambaşka bir yerde düşünce özgürlüğünün kendisi kısıtlamasın istiyor.
"Kendimi 'kozmopolit' olarak görmüyorum"
Kendimi 'kozmopolit' olarak görmüyorum. Ama maşallah, Türkiye'de herkes 'ben milliyetçiyim' dediği için, herhalde ben Türkiye'dekilere 'kozmopolit olmuşum' diyorum. Çok kültürlülüğe de inanıyorum. Bu ülkede eskiden Ortadokslar, Rumlar, Ermeniler, Museviler yaşardı. Benim en son romanım 1901 yılında geçen 'Veba Geceleri' sırasında İstanbul'un nüfusunun yarısı gayrimüslimdi. Bugün bu yüzde 1'in altına düştü.
Ama başkaları geliyor şimdi. Onlar da ileride kardeşlerimiz olacak. Afganlar, Suriye'den gelenler, Araplar... Bunlara kardeş gibi, kozmopolit gibi davranmaya hazır mıyız, yoksa halkın bizim kadar eğitimli olmayan insanları onları 'düşman' olarak görüp milliyetçi bir öfkeye kapılmasından 'fırsat fırsattır' diyerek oy koparmaya mı çalışıyoruz? Bu ülkenin Kürtlerini gerçekten 'kardeş' olarak görmeye hazır mıyız? Yoksa arada 'Diyarbakır Hapishanesi'ni müze yapalım, şimdiye kadar oraları bombalayıp dümdüz ettiğimizi unuttururuz. Belki birkaç oy daha alırız' diye mi bakıyoruz? Bu değerleri biraz açmak, kendimin de böyle yaşadığını, ülkenin de böyle yaşadığını görmek istediğim için söylüyorum bunu.
Her şeyi Türkleştirmek, dilimizi, kültürümüzü, hayalimize kendimize göre bir dile, kültüre, kimliğe göre elimizde çekiç herkesin kafasını kırarak tek bir yere mi çekmek istiyoruz yoksa başkasının, komşumuzun din, dil, ırk, kültür, yeme - içme alışkanlığını bizim için rahatsız edici, çirkin bir şey olarak görmeden yaşayabilmeyi mi istiyoruz? Benim için bunlar önemli.
Benim üçüncü değerim, Batılılaşmacılık. Bazen bu değerleri yazarken, 'benim yazdığım değerler Halk Partisi'nin değerlerine benzemeye mi başladı' diyorum. Halk Partisi devri değil batılılaşmacılık. Halk Partisi gittikçe milliyetçi bir parti oldu. Zor bir durumda. Bir yandan içindeki milliyetçi, batılılaşma karşıtlığı, yerelci duygulara seslenebilmek, o oyları kaybetmeme endişesi taşıyor. Bir yandan da modern olmak, çağdaş olmak, Türkiye'ye hâkim olmak ve ülkeyi Batılılaştırmak, modernleştirmek. Batı dünyasının Avrupası haline getirmek istiyor. Batılılaşmacı olmak geleneğe karşı, kaba, görgüsüz, saygısız olmak anlamına gelmiyor. Bütün hayatım boyunca romanlarım, ben bir Batı romanını kullandım.
Zihin tarzı olarak roman, Batılı gibi düşünmeyi gerektirir. Ya da şöyle söyleyeyim, başka türlü düşünmeyi gerektirir. Bütün hayatım boyunca böyle yaptım ama böyle yaparken de geleneksel Osmanlı hikâyeleri, eski tasavvufi hikâyeleri, tarihi hiç çekinmeden kullandım. Benden önceki daha laik, daha solcu kuşak, o hikâyelerle ilgilenmiyorlardı bile. Ben ise bunun yapılabileceğini, son derece yeni modern şeyler çıkabileceğini gösterdim.
"Yalnızca gelenekçi, milliyetçi, Osmanlıcı olursanız, içinize kapanırsınız"
Ama yalnızca gelenekçi, milliyetçi, Osmanlıcı olursanız, içinize kapanırsınız. Dünyanın size düşman olduğuna inanmaya başlarsınız. Osmanlı'nın yalnızca Batı'yı fethetmesiyle, Hristiyanları öldürmesiyle, onların topraklarını ele geçirmesiyle ilgilenirsiniz. Ben de seviyorum Osmanlı'yı ama onun başka yanlarını görüyorum. 'Veba Geceleri' Osmanlı'nın çöküşü, dağılışı, yok oluşu, bitişiyle ilgili sevgiyle yazılmış bütün ayrıntıları olan bir romandır.
Gelelim bir önemli diğer değere... Bir laikim ben... Belki Halk Partisi'nin 'geleneksel laiki' gibi değilim ama dinin siyasete karışmaması gerektiğini düşünüyorum. Dinin de siyasete bulaşmaması gerektiğini düşünüyorum. Herkes ibadetini istediği gibi yapmalı, yapabilmeli. Bu da büyük bir olay, skandal; 'vay oruç tutmadı' ya da 'oruç tuttu.' Bizde hiç oruç tutana laf gelmez. Ama 'şunu yaptı, bunu yaptı, camiye gidiyor, başını örtüyor, örtmüyor...' Bunların sorun olmadığı bir ülkede yaşamamız gerektiğini düşünüyorum.
'Kar' adlı romanım, 20 yıl evvel başını örten kızların üniversiteye alınıp alınmamasıyla ilgiliydi. Herkes 'aman ne kadar büyük konu oldu.' Ne yazık ki bu konu dünyada bitmedi. Şimdi aynı konu hem Hindistan'da var bir şekilde, orada kızların Müslümanlara eziyet olsun diye... Hindistan'ın Müslüman sayısı Türkiye'den yüksektir. Başlarını açmaya çalışıyorlar. Tam tersi İran'da var. Aynen benim 'Kar' romanında olduğu gibi. Kadınlar örtülerini yakıyorlar. Benim bu konudaki laik görüşüm, bu konulara erkeklerin hâkim olduğu devletler karar veremez. Ne Modi (Narendra Modi-Hindistan Başbakanı) karar verir ne Trump (Donald Trump-Eski ABD Başkanı) karar verir. Amerika'da da kürtaj konusu, çocuk aldırma konusu... Trump yüzünden kadınlar kendi gövdelerinin kendi haklarına karar veremiyorlar, Anayasa Mahkemesi karar veriyor.
"Faiz kararı, şu bu kararlar dini esaslara dayandırılırsa, millet fakirlikten kırılıyor"
Laiklik benim için devletin bu işlere burnunu sokmaması demek. Ekonomide de dinin devlet işlerine karışmaması demek. Faiz kararı, şu bu kararlar dini esaslara dayandırılırsa, millet fakirlikten kırılıyor, ama bunu eleştiremiyor bile. Dine bakarak faiz kararı alınmaz. Çok net bu konuda görüşlüyüm. Laiklik bence budur.
Benim için bir başka önemli konu, eşitlikçiliktir... Yani yine de aramızdaki kültürel olarak sınıf farkları, ırk farkları, cins farkları, 'başka millettensin' ya da 'o milletten, misin değil misin?' Bu konuların önemsenmesi büyütülmesi ayıp geliyor bana. Kimsenin hangi dinden, hangi cinsten, 'annesi ne, babası ne?' Hele Türkiye gibi aslında zengin bir potada ırkların, dinlerin, kanların eridiği bir ülkede bunları karıştırmak yangına körükle gitmek gibi bir şey.
"Hepimiz eşitiz"
Hepimiz eşitiz. Anayasa'da bu yazıyor da uyguluyor muyuz? Pek fazla uyguladığımızı görmedik. Herkes soyundan tutun sınıfına kadar herkes birbirinin arasındaki eşitsizliği vurguluyor. Sınıfsal eşitsizlik de benim eşitsizlik kavramıma girer.
"Ülkemizin şu anda yaşamakta olduğu en büyük skandal rezil durum, fakirliktir"
Şimdiye kadar Türkiye'de sınıf farkı tarihinde bu kadar fakir ve zenginin hayat tarzının birbirinden koptuğunu görmedim. Ülkemizin şu anda yaşamakta olduğu en büyük skandal rezil durum, fakirliktir. Ben bir ülkenin tarihinde bu kadar hızla fakirleşme de görmedim. Bunlardan bahsetmemek, bunu yerine 'Amerika'da apartmanı varmış, bilmem nerede şunu başarmış.' Evet! Silah yapıyoruz dünyaya satıyoruz, tebrikler. Türkiye bunu başardı. Drone'lar yapıyorlar, satıyorlar. Bunlarla övüneceğinize lütfen halkın ne kadar fakir olduğunu konuşun.
Benim için bir başka değer açıklıktır... İnsan aklının her şeyi anlayabileceği 'gizli kumpaslar' falan olmadığı, yüzde 80'e yakın enflasyonun Amerika'nın, Batı'nın, kimse artık 'kumpası' olduğuna inandırılmış kitlelerimiz var. Hem bir düşünce özgürlüğü olmayışından dolayı oluyor, hem de maşallah her şeyi kumpasla açıklamaya çalışan insanlarla dolu bir ülkede yaşadığımız için de oluyor.
Benim için bir başka değer barışçılıktır... İki de bir 'şurayı fethettik, burayı fethettik, ordularımız Suriye'nin şurasına girdi...' Bunları konuşmaya, tartışmaya hazır kimse yok etrafta. Bir başka ülkenin topraklarına girmeden evvel halka gidip sormalıyız, 'bu doğru mu, doğru bir şey mi yapıyoruz?' Başka ülkeye gidip neredeyse vali tayin ediyoruz. Bunun barışçılıkla alakası yok. Bu konuları konuşmalıyız. Saydam bir toplumda yapabiliriz bunu. Bugün bir yeri işgal eder oradan toprak alırsınız sonra onu 10 sene sonra başka bir kuşak onun acısını çıkarır. Bakalım belki millet o sırada 'aferin, çok güzel yaptın' bayraklarla olayı kutlayabilir.
Bu Ecevit'in Kıbrıs zamanında da olmuştu. Şimdi de oluyor. Her büyük ordu tutmak, silahlar satın almak için en sonunda çocukların okul parasından, yaşlıların hastane parasından kesip bunları silahlara veriyorsunuz.
"Türkiye'deki siyasal dünyanın en zayıf noktası, en utanılacak halimiz kadınlara yaptıklarımız"
Tabii ki bütün bunlardan sonra son olarak söyleyeceğim, kadın hakları. En önemlisi... Erkek dünyasının ve Türkiye'deki siyasal dünyanın en zayıf noktası, en utanılacak halimiz kadınlara yaptıklarımız. Şarkıcı bir kadını alıp, onu 10 sene evvel söylediği bir şarkıdan dolayı ya da kendi aralarında yaptığı şakalardan dolayı onlara eziyet etmek, onları 'vatan haini' durumuna düşürmek, bunlar yakışıksızlığın, çirkinliğin doruk noktaları. Bunlara tanık olmaktan ben utanıyorum. Bu ölçüsüzlük hakkında laf bile söylenmiyor. Kadınlar yalnızca çocuk yapacak kuluçka makineleri değildir. Kadınların toplumda kimliği, yer bulmaları, kendilerini ifade edebilmeleri, bir kadın olarak kimliklerine saygı duyulması yine onların giyecekleri, doğuracakları çocukları, ne yapacakları konusunda özgür olmaları...
"Türkiye'deki mülklerin yüzde 60'a yakını erkeklerin üzerine kayıtlı"
Bakınız, Türkiye'de tapu kayıtlara bakın. Ben de bir kere merak ettim ve baktım. Türkiye'deki mülklerin yüzde 60'a yakını erkeklerin üzerine kayıtlı. Hiç bunu düşündünüz mü? Yalnızca bu Türkiye'de feminist olmak için yeter. Bana diyorlar 'kitaplarında hep kadınları anlatıyor.' Ben de tipik bir tür erkeğim. Kadın okurlarım da haklı olarak eleştirirler. 'Orhan Bey ilk kitaplarınızı çok seviyoruz ama kadınların dünyasını fazla göremiyorsunuz.' Cevabım 'Evet.'
Tipik önyargılı bir Türk erkeği olduğum için. Kendimi değiştirmeye çalışarak, reform etmeye çalışarak romanlarımı bile başka türlü yazıyorum. Daha çok kadın kahramanla özdeşleşmeye çalışıyorum, kadını ezen dünyanın suç ortağı olmak istemiyorum.
Bunlar benim değerlerim. Gerçekten geleceği tahmin edemiyorum. Ne Kılıçdaroğlu, ne başkan babamız ne bir başkasının da tahmin edebileceğini sanmıyorum. Siyaset denen şeyi hepimiz görüp yaşayacağız."
Orhan Pamuk söyleşisine, soru-cevap şeklinde devam etti. Panelde bulunan katılımcıların sorularını yanıtlayan Orhan Pamuk'un söyleşisinin devamı şöyle oldu:
"Kitaplarınız yıllardır dünyada bir çok dile tercüme ediliyor. Dolayısıyla farklı coğrafyalarda farklı kültürlerde okuyuculara sahipsiniz. Bu okuyucuları, Türk okuyucularıyla kitaplarınıza geri bildirim açısından değerlendirdiğinizde ne tür farklılıklar söyleyebilirsiniz?"
"Bazı yazarlar vardır, dünyada hep aynı kitabı meşhurdur. Nabokov'un (Rus asıllı Amerikalı yazar Vladimir Nabokov) Lolita'sı bütün dünyada meşhurdur. Bizim Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu'nun bütün kitaplarını geçmesi gibi. O kitap dünyada 100 tane okunuyorsa öbür kitapları az okunur. Ben böyle bir yazar değilim. Sevineyim mi üzüleyim mi, ben buna sevinmeyi tercih ediyorum. İspanya'da en çok İstanbul adlı kitabım sevilir. Amerika'da Kar adlı romanım sevilir. Neden, çünkü onların siyasal İslam ile bir dertleri var. Çin'de en çok Benim Adım Kırmızı sevilir. Çünkü onların bir manzara geleneği var. Türkiye'de ise en çok satan kitaplarım, Kırmızı Saçlı Kadın ve Masumiyet Müzesi. Gördüğünüz gibi bir defa okuma merakı istatistik olarak her ülke benim başka bir kitabımı daha çok seviyor, daha çok okuyor, daha çok tartışıyor.
Türk okuru benim Kar gibi bir romanıma 'hak ettiği ilgiyi gösterdi' demeyeceğim, ilgi göstermedi. Haklıydılar belki de... Çünkü benim o kitabımda anlatılan şeyler bütün gazetelerde vardı, yeni bir şey öğrenmeyeceklerdi. Ben o kitapta siyasal İslamcıları ya da radikal laiklerin psikolojik durumlarını anlatmak için yazmıştım, tabii ki Türk okuruna seslenerek yazdım. Ama Amerika, tam o sırada 11 Eylül olduğu için bu kitapla başka türlü ilgilendi ve pek çok şey de öğrendiler.
Kırmızı Saçlı Kadın, Türk okuru için bambaşka nedenlerle çok popüler oldu ve dünyada Türkiye'de popüler olduğu kadar başarılı olmadı. Türk okuru ile dünya okuru arasında çok da büyük bir fark yok. Çünkü en sonunda benim hitap ettiğim çok küçük bir kitledir. Bazen kendimi çok küçük bir özel bir kulübe seslenen biri gibi hissederim. Bu kulübün Arjantin'den Güney Kore'ye, Kanada'dan Avustralya'ya, bütün Avrupa'ya, dünyanın her yerinde kitaplarım 60 dile çevrildi ama Veba Geceleri 50 dile çevriliyor. Hepsi 100 binler, 500 binler satmıyor. Oradaki 20-30 bin kişi, ülkesine göre onlara seslenirim. Onlar da incelmiş roman kültürü olan insanlardır ve aynı insanlar Türkiye'de de var. Onlar Türklükleri ile Arjantinli ya da Güney Koreli ya da Avustralyalı ya da Danimarkalı olmalarıyla da temayüz etmiyorlar. Onlar, romanseverler oldukları için, roman sevdikleri için de zaten birbirlerine benzedikleri için ortaya çıkıyorlar.
Kızmayınız ama, bakınız sorunuzda yine de gizli bir milliyetçi bir şey var. Hemen bana demeye çalışırsınız ki 'Türkler başka türlü yabancılar, bizim dışımızdakiler bir başka türlü.' Demin diyordum ya, 'Benim için milliyetçilik, milletlerin farklılığı değil, ben kozmopolit olmaya çalışıyorum.' Mümkün mü Türkiye'de milliyetçi olmamak? Olmaya çalışıyorum."
-"Hatırlar mısınız, sizi yıllar önce eski bir Taşkışlalı olarak ben ağırlamıştım. O gün başka konular konuşmuştuk. Toplumda bu karışıklıklar, düzensizlikler yoktu. Ama bugün değişen dünya koşullarında bir soru yöneltmek istiyorum. Değişen koşullarda iklim kriziyle birlikte oluşacak olan su ve buğday krizlerinden sonra acaba insanlar arasındaki sevgi ve hoşgörü duyguları, güzel duygular gelişir mi sizce?"
"Bilmiyorum gerçekten. Ben artık bu yaştan sonra Italo Calvino'nun kahramanı gibi alçak gönüllü olmayı öğrendim. Bir problemi, bana bir soru sorulurken öğrenip hemen bir cevap yetiştirmeye çalışmıyorum. Su ve buğday sorunu niye aramızda sevgi çokluğu ya da azlığı yaratacağını da anlayamadığım için hemen cevap yetiştirmeyeyim. Başka bir cevabı başka bir cevabı vereyim."
-"Büyükada'daki Murat Bey ile yaptığınız röportajı 3 kez izledim ve çok keyif aldım. Ekranlarda söz kesen, cümlenin bitmesini beklemeden araya başka soru sıkıştıran çok fazla sevimsiz moderatör var. Onun sayesinde izledim 3 kez. Ben sizden 46 yaş küçük olarak sizi geç tanıdım ama şunu fark ettim. Bence siz yaş aldıkça daha Türk toplumuna açık, daha filtresiz biri olmuşsunuz. O röportajda şöyle diyorsunuz: 'Beni kötü adamlar kovalıyordu rüyamda, Türkiye'de de beni çok kötü adamlar kovaladı. Hep rüyamda bu kabuslarla uyanırım.' Bu anlamda hem eşinizle olan ilişkiniz, hem hayata bakış açınız, sizi çok tatlı, çok yakın hissettim kendime. Neden bunları söyledim, çünkü ben 2020 pandemisinde 22 yaşındayken ilk kitabınızı okudum. Masumiyet Müzesi'ni. Neden bu kadar geç beni okudun derseniz, hakim siyasi görüş, dikte edilen şeylerden dolayı size karşı bir duvar benimsemiştim. Bir yazar, hayat görüşünden gayrı değerlendirilemez, bu yüzden 'benimsemediğim fikirleri var, okumayacağım' demiştim. Bir mimar büyüğüm demişti ki, 'hayat gri ve siyah - beyaz değil, griler de var, Masumiyet Müzesi'ni oku.' Okudum ve ağlayarak bitirdim, hayran kaldım. Şimdi de son kitabınızı edinmek istedim ama kitap 240 TL. Bunu edinebilecek sosyo-ekonomik gücüm var. Ama buradaki tüm konukları, dinleyicileri işitince siz de fakirlikten bahsedince şunu düşündüm: Buradaki herkes zaten çok aydın ve siz de keza. Aileniz Nişantaşı'nda yıllarca oturmuş. Bu insanların birbirine hakikati söylemesine gerek yok ki. Mesela sizin kitaplarınıza halk nasıl erişecek. Buradaki konuşmacılara halk nasıl erişecek. Buradaki kıymetlerin daha erişebilir, daha sosyo-ekonomik düzeyleri düşük olanlara ulaşması gerekmez mi? "
"Önce bir 'duvar'dan bahsettiniz. O duvardan bahsedeyim. Yıllarca adımı duymuşsunuz, sonra okumamışsınız. Bunun sebebi, bence Türkiye’de aleyhime yapılan ve çoğu da yalanlara dayanan siyasi propagandadır. Bunun bir kısmı yalanlara dayandı, bir kısmı ucuz, benim hiç benimsemediğim milliyetçiliğe, yabancı düşmanlığına, benim demin 'kozmopolitlik' diye açıklamaya çalıştığım şeye dayanarak yapıldı. Geri kalan yüzde 50'si de 'erkek kıskançlığı'dır.
Sizin bunlara kanarak kitaplarımı okumamanıza üzüldüm. Ne yazık ki böyle çok insan var. Ama daha ilginç bir başka şey söylemek istiyorum. İnternete, Twitter'a arada bir herkes gibi bakıyorum ben de. 'Orhan Pamuk hakkında ne diyorlar.' Birazcık da sizin gibi okumamış olanların fikirlerini anlamak için. Genellikle şöyle bir ifadeyle, binlerce kere karşılaşmışımdır: “Siyasi fikirlerine katılmıyorum ama romanlarını okuyorum”
Bu beni gülümsetir, hoşuma gider. 'Siyasi fikirlerine katılmıyorum', başkalarının küfürle hakaretle ifade ettiği lafın daha kibarca söylenişidir. O zaman bazen de şöyle düşünüyorum, 'madem okurlarımın yarısı bile siyasi fikirlerime katılmıyor.' O zaman neden bana siyaset soruyor. Burasını da hiçbir zaman anlamış değilim.
Bazen de şöyle düşünüyorum, 'Herhalde nefret nesneleri vardır, öyle biri olmuşum, hayat beni oraya getirmiş.' Onun için ya da çok önemli bir şey oluyor. "Mevcut iktidardan memnun değil. O zaman bilmem ne zaman 'Orhan Pamuk “yetmez ama evet demiş" deniyor. Benim kendi okurlarım bile okumadan evvel tekbir getirir gibi 'siyasi fikirlerine katılmıyorum ama...' diyor. Neden bana bu kadar 'siyasi fikir etkiliyor' diyorsunuz.
Kitabım pahalı. Eğer dolar - Euro olarak söylemek gerekirse kitabım Fransa'dakinin 4'te biri oranında. Halbuki eskiden, 10 yıl evvel, bakın Türkiye'nin ne kadar fakirleştiğinin de bir örneği bu. Tabii bu arada savaştan ve başka sebeplerden dolayı ikiye katlanmış kağıt fiyâtlarının da etkisi var. Eskiden, Benim Adım Kırmızı adlı romanım. Amerika'da 15 dolar, Türkiye'de de geçerli rayıştan çevirdiğimizde 11 dolardı. Şimdi ise bu kitap Türkiye’de 12 dolar, Fransa’da 40 dolar.
Ben de dedim ki 'Türkiye'de 12 dolara satıyorlar bu kitabı neden pahalı satıyorsunuz.' Benim Fransız yayıncım, aynı anda yayımladılar bu kitabı. Ben dedim ki, 'Türkiye'de bu kitabı 12 dolardan satarlarken siz nasıl 40 dolara satıyorsunuz?' O da dedi ki, 'aslında 45 dolara çıktı da, bir vakfa gittik, para aldık, seyahat bilmem ne vakfından, kitabın fiyatını düşürebilmek için'. Belki Yapı Kredi Bankası da ya da bir vakfa destekliyordur. Oradan alabilirlerdi belki de kitabımın fiyatını düşürebilirlerdi.
Ben de çok üzülüyorum ama bu kitabın olabildiği en düşük fiyat bu, ülkemizin, halkımızın fakirleşmesinden bunu kastediyorum. Benim kitabım dünya standartlarına göre pahalı değil. Biz dünya standartlarına göre fakir düştük. Siz dersiniz ki satıcıya, 'Domatesi neden bu kadar pahalı satıyorsun?' Yanlış! Önce gidip hükümete 'Sen niye bu pahalılığı getirdin?' demeniz lazım. Domatesin, kağıdın, ekmeğin... Her şeyin fiyatı arttı. Bunun sebebi 'kötü yönetim.' Başımızdakiler bizi kötü yönetiyorlar. Kötü yönettikleri için de iktisadı dini kurallarla yönetmek istedikleri için de fakirleştik.
Ben hiçbir milletin bu kadar kısa sürede bu kadar fakirleştiğini görmedim. Bunu görmeyip de yayınevinin bu kitabı kafadan attığını, 'çok para kazanalım' diye yaptığını... Üzülerek, kan ağlayarak bu fiyatı koyduk. Bu kitabın dolar olarak Euro olarak Avrupa'daki fiyatı ki bir vakıftan destek alarak düşürmüşler... Bunun dört misli."
Siyasi olarak algılayacağınızı umarak, gözlemlerinize güvenerek bir şey sormak istiyorum, çok tartışılan bir konu. Siyasal İslam ile demokrasi ilişkisini gözlemleriniz ve Türkiye örneği üzerinden nasıl değerlendirebilirsiniz?
"Siyasal İslam çok geniş bir yelpaze. Felsefede Viyana çevresi, mantıklı pozitivizm diye bir şey var. Onlar kelimeleri seçerken dikkat eder. Felsefede bize kelimeleri seçerken ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini öğretmişlerdir. Çok teknik felsefi bir konudur. Ama insanoğluna onlardan geçen şey budur.
Siz siyasal İslam deyince, bu öyle bir yelpaze ki... Angela Merkel (Eski Almanya Şansölyesi) de Almanya'da siyasal Hristiyanlık yapıyordu. İşin bir ucu orada. Avrupa'daki bütün Hristiyan Demokrat Partililer orta-sağ da siyasal Hristiyan'dır. Bir yandan da Usame bin Ladin (terör örgütü el-Kaide'nin kurucu lideri). O da siyasal İslam yelpazesi altında, Amerika'da öyle bahsediyorlar. Angela Merkel kadar ılımlı ama dini kullanan, Usame bin Ladin kadar ılımlı olmayan ama dini kullanan insanlar için çok geniş, özellikle Müslümanların da çok uzak olduğu için, Batı dünyasını anlamadıkları için, siyasal İslam diye bir kategori var. İşine geldiğine uyguluyor, işine geldiğine uygulamıyor. Suudi Arabistan'ın bir kere bile siyasal İslam bilendiğini duymadım. Halbuki din kullanılarak kadınlara en çok baskı orada yapılıyor. Onların kastettiği siyasal İslam derken, batıyla Amerika ile uyumlu olanlara siyasal İslam falan denmiyor. Ama biraz kötü bir söz olduğu için 'siyasal İslam' deyiveriyorlar.
Bence bu kavram, bizim ülkedeki sorunları anlamamıza yardımcı olacak bir kavram değil ne yazık ki. Siyasal İslam diye şu, bu deseydiniz belki ben buna cevap verebilirdim. Siyasal İslam, öyle bir yelpaze ki onun içine benim demokratik değerlerime girenler de var hiçbir şekilde kabul edemeyeceğim, demokraside yeri olmayanlar da var. Bunu iyi mi karşılıyorsunuz, kötü mü karşılıyorsunuz diyemeyeceğim. Çünkü bu kavram yerinde değil. Bu zaten, Amerikalıların kullandığı, burada çok yayın olan bir kavram. Bizim kendimizi anlamamız için siyasal İslam yeterli bir kavram değil. Onları alıyoruz, batılı gazetecilerden çevire çevire, kopya ede ede gazetelerimizin sayfalarında kullana kullana o kavramlar da bizim günlük hayatımıza giriyor. Ama kendimizi anlamamıza yardım eden kavram değil siyasal İslam. İslam'ı siyasal olarak kullanan deyince, dini siyasal olarak kullanmayan sağcı yoktur dünyada. Solcular bile kullanıyor dini.
Çok saygı duyduğum yazar, film yönetmeni İtalyan Pier Paolo Pasolini, hem Katolikti hem de komünistti. Bu ikisini birleştirmeye çalışıyordu. Şimdi diyebilir misiniz ona 'siyasal dinci' diye. Radikal bir şekilde de katolizme inanırdı. Düşünmeden önce 'logical positivist'lerden (Mantıksal pozitivistler) felsefecilerden kullandığımız kavramları ne kadar doğru olduğunu, ne kadar düşünmeye yaradığını ne kadarının da gazetelere manşet yapılmak için kullanışlı 'hır' çıkarmak için gerekli laflar olduğunu düşünelim."
"Dünyada gittikçe otoriter yönetimler ve toplumun da buna uygunlaşmasından dolayı artık fikir özgürlüğü geri planda kalmaya başlıyor."
"Katılmıyorum. Bunu her yerde söylüyorlar. Siz de söylüyorsunuz. Benim de vaktim doldu. Bunu dünyada herkes söylüyor. Gazeteciler bunu çok yapıyor. Bakınız Macron (Emmanuel Macron-Fransa Cumhurbaşkanı) kazandı Fransa'da. Kimse bunda 'Macron kazandı, Macron kazandı!' demedi. Bakınız şimdi dünyada serbest bıraksanız tüm Asya, Batı değerlerini seçer. Düşünce özgürlüğünü seçer. Özür dilerim böyle heyecanlı söylediğim için ama kapı çalarsa açmam lazım, vaktim doldu."
"Dünyada fikir özgürlüğünü daha nasıl güçlü bir şekilde savunabiliriz?"
"Birazcık bu konularda alçak gönüllü olmak lazım. 'Ben bir roman yazacağım da bütün dünya fikir özgürlüğünü benimseyecek' böyle bir şey yok. Benim gücüm sınırlı. Fikir özgürlüğünü önce halkın sevmesi lazım. Bahsettim. Fikir özgürlüğü benim için en önemli değer. O, milli değerle, barışçılık, savaşçılıkla, dini değerlerle fikir özgürlüğünün zedelenmemesi lazım. Bunu söyledim. Bunun bir formülü de yok."