Açık Radyo kurucusu ve yayın yönetmeni Ömer Madra, T24’te devam eden ‘Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası’ başlıklı yazı dizimizin bugünkü konuğu. Niras /BBC Media Action ortaklığıyla düzenlenen Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın desteğiyle hazırladığımız bu araştırma kapsamında görüştüğümüz Madra, Türkiye’de muhafazakar ve ‘modern’ kesimler arasındaki kültürel değerler çatışmasını ‘demokrasi kavgası’ olarak yorumluyor.
- Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu olguyu nasıl tarif edersiniz, ‘kültür çatışması’ yeterli bir tanım mı?
Osmanlı’dan başlayarak, neredeyse 600 yıldır merkeziyetçi, katılıma izin vermeyen, son derece baskıcı bir yönetimin daha sonra Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemi ile fazla bir kesintiye uğradığı kanaatinde değilim. Tanzimat ve diğer reform girişimlerinin eninde sonunda darbelerle geri alındığı, Müslüman Türklerin hakimiyetinin özellikle Ermenilere ve Kürtlere uyguladığı çok ciddi ayrımcılıklarla dolu, son derece merkezi ve demokrasi ile alakası olmayan bir tarihsel süreç var elimizde. Asıl temel meselemiz belki bunun tartışılması.
Atatürk döneminde de, çoğulcu parlamenter sisteme geçildikten sonra da özellikle askeri darbelerle kesintilere uğratılan çok eksikli biçimde adına demokrasi diyebileceğimiz bir yapı söz konusu Türkiye’de. Her şeye rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra yani yaklaşık 2003’ten itibaren, muhtemelen AB’ye üye olmanın, AB demokrasi kültürü içinde yer almanın mecburi olacağını düşünerek, benim de çok doğru bulduğum biçimde, pek çok reform yaptı. Askeri vesayeti geriletici pek çok adım attı.
Ancak Ak Parti ilk dönemlerinde uzlaşmacı kültür anlamında dengeleri gözetirken 3. iktidar döneminde bu dengeyi altüst edici adımlar atmakla, özellikle sanat cephesine neredeyse savaş açmakla eleştiriliyor. Bu değişim nasıl oldu?
Bu eleştirilerin büyük çoğunluğunda haklılık payı var çünkü otoriter bir yönetime dönüş oldu. İktidarın uzlaşma arayan çeşitli kesimleri, sivil toplumu işin içine belli oranlarda dahil etmeye yönelik politikaları vardı. Bu politikalar destek de alıyordu. Ama özellikle referandumdan sonra otoriterliğe kayma ve demokrasi kültüründe giderek artan bir erozyon durumu yaşanıyor.
Gezi, bir haysiyet ve demokrasi talebiydi
Aslında burada şunu da tartışabiliriz. Gezi Direnişi ’ne kadar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin demokratikleşme adımları gerçek bir demokrasi için yeterli değildi. Cumhuriyet tarihinin, hatta belki 700 yıllık Osmanlı İmparatorluğu tarihinin en önemli toplumsal dönüşüm hareketi olarak karşımıza çıktı Gezi Direnişi. Topu topu 20 günlük bir hareketten bahsediyoruz. Üç beş ağacın sökülmesine karşı çıkış gibi görünse de böyle bakmak çok yanıltıcı olur. Gezi, gerçek bir haysiyet ve demokrasi talebiydi. Katılım talebiydi. Sivil kesimin hayat tarzının merkezden belirlenmesine, hukuk dışı meşru olmayan müdahalelere birdenbire ‘Hayır’ diyen bir hareketti. Adeta bir bozkır ateşi gibi 81 ilin 80’ine yayıldı. Herhangi bir kuruluşa, partiye bağlı olmayan, illa çevreci de olmayan, kadınların eşitlikçi bir şekilde yer aldığı ve futbol kulüplerinin bile kol kola hareket edebilip taleplerini yan yana bağırabildiği son derece ilginç bir platformdu. Bu, temelde bir daha geri döndürülemeyecek bir demokrasi talebinin zeminini yarattı ve hala da kuvvetle devam ediyor.
1999 Depremi, Dink Cinayeti ve Gezi
Türkiye’de demokrasi kültürü anlamında dönüşümün işaretlerinin aslında Gezi’den önce de var olduğunu söylemiştiniz, geçen yıl Boğaziçi Üniversitesi mezuniyet törenindeki konuşmanızda. Bu işaretler nelerdi?
Çok yakın geçmişe bakılacak olursa, toplumda tabandan yükselen bu demokratik talepler dalgasının başlangıç noktasını ben 1999 Gölcük Depremi’ne bağlama eğilimindeyim.
2. Dünya Savaşı’ndan itibaren bakılacak olursa ise, Türkiye’de çeşitli iktidarlar ki sosyal demokrat olduğunu iddia eden iktidarlar da dahil, toplumu zapt-u rapt altında tutmanın devletin bir görevi olduğunu düşündüler. Deprem gibi afetlerde benim devletten geldiğini çok iyi bildiğim ilk tepki şudur, ‘Devlet bu yaraları mutlaka saracaktır’. Gölcük depreminde bu söz hem Başbakan Ecevit hem de Cumhurbaşkanı Demirel tarafından yine söylendi. Ve ilk defa sivil kitle, özellikle de genç kitle devleti dinlemedi. Böyle bir çıkış ilk kez oluyordu. Devlet hemen sivil kurtarma ekibi AKUT’un çekilmesini istedi. Ama 140’a yakın sivil toplum kuruluşu gazetelere verdikleri ilanda ‘’Hayır biz buradayız, bize danışmadan kendi kaderimizi belirleyemezsiniz’’ diyerek AKUT’un deprem bölgesinde kalmasını sağladı. İlk defa devletin merkezi otoriter yapısında ciddi bir çatlak oluştu.
Biz o dönemde Anayasa Profesörü, AİHM ‘de Türkiye’nin avukatlığını yapmış olan rahmetli Bakır Çağlar ile çok ilginç bir röportaj gerçekleştirmiştik. Ben o olayların sıcağı içerisinde, bunun yeni bir kültürel dönüşüm olduğunu ve Türkiye’nin bir daha asla aynı olamayacağını söylüyordum. Bakır Çağlar ise bu görüşlere katılmakla birlikte, benim yanıldığımı söyleyerek ‘Hayır göreceksiniz bürokrasi ve merkezi devlet kalesini bırakmayacak’’ demişti.
Sizce haklı olan taraf kimdi?
Bakır Çağlar haklıydı ama ben de haklıydım. Bu bir ilkti ve toplumsal anlamda dönüştürücü bir rol oynadı. Hatta Gezi’ye kadar getiren olaylarda bence bir kilometre taşıydı. Toplumun devlete ‘Sen dur şimdi biz konuşacağız’’ dediği ilklerden biriydi.
Toplumun tabanından gelen demokratik kültür adına ikinci dönüm noktası ise Hrant Dink’ ti. Dink’in öldürüldüğü an, tam bu günlerde 50. ölüm yıldönümü olan John F. Kennedy’nin öldürüldüğü anda herkesin nerede olduğunu hatırlaması gibidir. Kiminle konuşsam Hrant Dink’in öldürüldüğü anda, tam o sırada ne yaptığını gayet iyi hatırlıyor. Bu çok önemli. Bu ortak vicdan ve toplumun üzerinde durduğu adalet, hakkaniyet duygusuyla ilgili bir şey. Yüreğinizden bir şey gidiyor ve bunun Hrant Dink’i tanıyor veya tanımıyor olmanızla ilgisi yok. Biliyorsunuz ki burada hiç yolunda gitmeyen bir şey var ve bu giderilmez ise biz toplum olarak iyileşemeyiz .
Hrant Dink’in ölümünde insanlar, ilk şaşkınlıktan sonra, kendiliğinden olarak o gün yürümeye karar verdiler. Bu da Türkiye tarihinde ilk defa olan bir şeydi. Bir Ermeni vatandaşımızın yok edilmesi karşısında böyle bir reaksiyon ilk kez oluyordu. Dört gün sonraki cenaze töreni ise inanılmazdı. En az 150-200 bin kişinin katıldığı, kilometrelerce yürüdüğü, tek bir sloganın bile atılmadığı, olağanüstü vakur bir yürüyüştü. Bu olay da çok önemli bir toplumsal dönüşüm noktalarından biriydi. Ve her sene, zaman zaman sayı azalsa da, anma törenleri aynı vakarla devam etti. Üçüncü nokta ise Gezi’dir.
Ama şimdi çok başka bir sorun da var. Meseleyi Türkiye’den de çıkartmamız lazım bence. Türkiye’nin değil dünyanın, bütün medeniyetlerin küresel iklim değişikliği nedeniyle yok oluşa doğru gittiğini görmemiz lazım. Felaket tellallığı yapmak istemiyorum ama burada asıl sorgulamamız gereken kültür ise, serbest piyasa ekonomisinin geçerliliğini de tartışmak zorundayız.
Demokrasi kültürü kapitalizme karşı kendini dönüştürmek zorunda
Bunu biraz açabilir miyiz?
Bugün yeryüzünün tek bir önemli meselesi varsa o da iklim meselesidir. Suların yükselmesi, buzulların erimesi ile savaşa ve açlığa gidebilecek muazzam bir kriz var dünyada. Bu konuda hiçbir tereddüt kalmadı. Bu anlamda, Gezi’nin eleştirilebilecek bazı noktaları da var bana sorarsanız. Gezi, dünyanın en büyük iklim hareketiyle birleşmeyi başaramadı. Gezi Direnişi sırasında dünyanın en önemli iklim aktivistlerinin atölye çalışması (350.org) İstanbul’da yapılıyordu. Bu hareket ile Gezi arasında yeterince dayanışma olamadı, bu eleştirilebilir bir noktadır bence. Bu küçük bir eleştiri belki ama bundan sonra bence topyekün bir değişim kültürüne, bunun için de bu taleplerin daha fazla dayanışmasına, yan yana olmasına ihtiyaç var. Dolayısıyla demokrasi kültürü de, kapitalizmin aldığı şekle karşı durabilmek için bundan sonraki kavga için kendini dönüştürmek zorunda.
Türkiye’de gerçekten bir ‘kültür çatışması’ olduğunu düşünüyor musunuz?
Ben Gezi’yi düşündükçe bir kültür çatışması olmasından ziyade asıl büyük kavganın demokrasi kavgası olduğunu kanaatindeyim. Muktedirlerin iktidarını pekiştirme kavgası ile demokrasi kültürü arasındaki mücadele bu.
Sosyolog Nilüfer Göle bir yazısında ‘’Dünya Türkiye’yi son yıldır oluşturduğu ılımlı, uzlaşmacı kültürüyle takdir ediyordu, ılımlı İslami ülke olması nedeniyle değil, Gezi bu ılımlı kültür ikliminin dengelerini bozdu’’ diyordu katılır mısınız?
Çünkü apansız yakalandılar. Kültür derken aslında bağlı olduğumuz şey büyüme ideolojisi. Bu komünizm ideolojisinde de vardı, Batı’da da vardı. Her ikisi de doğanın kaynaklarını tüketmek ve ne pahasına olursa olsun büyümekten söz ediyor. Asıl mücadele etmemiz gereken düşman bu. Yeni bir araştırma da gösteriyor, dünyada, sadece 90 şirket var, ya da şirket gibi hareket eden mesela Rusya.
Peki demokrasi kavgası bundan sonra nasıl bir seyir izler, örneğin bundan on sene sonra Türkiye nereye evrilmiş olur?
Türkiye’yi dünyadan bağımsız olarak düşünemeyiz. Artık teknolojik bir devrim var hayatımızda o da Internet kültürü. Bu noktada asıl düşünmemiz gereken şey şu; dünyada büyük bir kalkışma var. Bütün dünya isyanda. Adalet, haysiyet ve iklim üzerinden isyanda. Filipinler gibi dünyanın en yoksul ülkelerinden biri isyanda başı çekiyordu hatırlarsanız.
Filipinler temsilcisi İklim Zirvesi’nde, yaşanan felaketten sonra açlık grevine başlaması çok önemli bir dönüşüme işaret ediyor. Türkiye’nin on yıl sonra nereye gideceğini konuşmamız o yüzden çok anlamlı değil bence. Internet ve sosyal medya sayesinde biz dünyada neler olduğunu an be an izliyoruz. Şili’deki öğrenci ayaklanması, İspanya’daki Indignados hareketi, dünyanın en zengin ülkesi ABD’de 50 milyon insan açlık sınırında olması... Tüm dünyada çok şiddetli şeyler yaşanacak. Bu şiddetin buraya da sıçramaması mümkün değil.
Ben genellikle yakınlarım tarafından romantik olmakla suçlanıyorum ama asıl muhafazakar olan, koruyan bizleriz. Bu böyle gitmez, bu talan kültürüyle daha fazla devam edemeyiz. Dolayısıyla dönüştürücü bir demokrasi kültürünü, birlikte mücadele kültürünü hepimiz yaratmak zorundayız. Vakit gerçekten daraldı çünkü.