İbrahim Cansızoğlu*
2018’de İstanbul’dan Berlin’e taşınan ve çalışmalarını yeni bir şehirde, farklı bir çevrede sürdüren sanatçı sanatçı Olcay Kuş yedinci kişisel sergisi "Yürüye Yürüye"yi aynı zamanda kendi geçiş sürecinin bir kaydı gibi ele alıyor. Kuş, İstanbul ve Berlin arasındaki gündelik yaşam farklılıklarının zihnindeki yansımanın çalışmalarında yer bulduğuna da dikkat çekiyor.
Metropol yaşantısı ve duvarların dinamiğinden hareketle üretimlerini gerçekleştiren sanatçı sergisi hakkındaki soruları yanıtlarken, eserlerinde "geçiciliği" işlemesine dair "Geçicilik, unutkanlık ve önemsememe gibi duygular artık hepimizin hayatında. Nedenini de hepimiz biliyoruz aslında ama vazgeçemiyoruz. Elimizin altındaki teknolojiler ve medya artık gündelik hayatımızın bir parçası ve bize bir konu üzerinde derinlemesine düşünmemiz için yeterince zaman tanımıyor. Bu da konudan konuya zıplayarak unutmamızı kolaylaştırıyor ve hayatı yüzeyselleştiriyor. Her şeyi çok hızlı bir şekilde tüketiyoruz ama hazmetmiyoruz" diyor.
Olcay Kuş'un yedinci kişisel sergisi "Yürüye Yürüye" 11 Aralık Cuma gününe kadar Art On İstanbul’da sanatseverlerle buluşacak.
- "Yokuş Yukarı" sergin için düşünürken işlerindeki geçicilik duygusunu keşfe çıkmak benim için yol gösterici olmuştu. Bu sergindeki geçicilik duygusu ise daha baskın ve bütüne sinmiş durumda. Yeni işlerinin hem görsel algının hem de gündelik yaşamın geçiciliğini kapsadığı düşünüyorum. Sence de böyle mi?
Evet. İstanbul'a 2010'da geldiğimde belki de işlerimi etkileyen en büyük faktör bu duyguydu. Atölyenin karşısındaki duvarın her gün pencereden nasıl değiştiğini izlerdim ve mükemmel görseller çıkardı. Her an, bir rüzgarla bile değişebilen görseller. İronik ve bir o kadar da gerçek duvar yazıları. Aynı zamanda sokaktan geçen insanların bu estetiğe nasıl kayıtsız kaldıklarını görüyordum. Çok hareketli bir duvar ve caddeydi. O zamanlar daha çok yüzey yaratmaya odaklanmıştım. Ana problemim, kendi gördüğümü aynı veya benzer etkiyle nasıl gösterebileceğimdi. Berlin'e geldiğimde o dönemdekine yakın duygular, etkiler ve çok daha fazlası tokat gibi çarptı yüzüme tekrar. Sokağa bir geri dönüş yaşadım ve "Yürüye Yürüye" sergisindeki işler de bu motivasyonla çıktı.
Bu geçicilik, unutkanlık ve önemsememe gibi duygular artık hepimizin hayatında. Nedenini de hepimiz biliyoruz aslında ama vazgeçemiyoruz. Elimizin altındaki teknolojiler ve medya artık gündelik hayatımızın bir parçası ve bize bir konu üzerinde derinlemesine düşünmemiz için yeterince zaman tanımıyor. Bu da konudan konuya zıplayarak unutmamızı kolaylaştırıyor ve hayatı yüzeyselleştiriyor. Her şeyi çok hızlı bir şekilde tüketiyoruz ama hazmetmiyoruz. Bu durum son işlerimle de bağdaştırılabilir. Resim üstüne resim, katmanlar arasında bıraktığım imgeler, aynı yüzey üzerinde bölerek çoğalttığım alanlar, altta kalan ve tam okunamayan yazılar ve kelimeler aynı hissiyatı veriyor. Bir nevi tatminsizlik estetiği.
- Bu serginde sokak sanatçılarının da bazen yaptığı gibi bir resmin üzerine yeni ve arka plandakiyle ilgisi olmayan başka bir resim yapıyorsun sanki. Bu da resimlerin işbirliği içinde olmayan ama aynı düzlemde çalışan bir kolektif özne tarafından yapıldığı hissini uyandırıyor. Bir ressam olarak kendi öznelliğinden bahsetmek ister misin?
Sadece bu sergide değil, en başından beri amacım buydu aslında. Sokakta oluşan bu kolektif estetiği nasıl kendi düzlemime taşırım? Zaman zaman gündelik hayatım/hayatımızdaki etkilerin değişmesiyle ilgilendiğim temalar değişse de, arka planda hep bu aynı soru var. Öznellik açısından burada oluşan riskin farkındayım ve çok da umurumda değil açıkcası. Aksi beni daha çok rahatsız ediyor.
Bir sokak ya da grafiti sanatçısı kendi tekniğini ve stilini duvarda icra etmek ister. Öncelik her zaman kendi tarzıdır, çalışmalarını önceden yapar ve uygun zemin arar. Belki duvarda öncesinde ne olduğu çok da önemli değildir, çünkü kendi çalışmasıyla kapanacaktır zaten. Benim için önemli olan nokta, belki de öznelliğimi aradığım alan tam da burası. Onlar için önemli olmayan kısım: detay ve duvardaki bütün elemanların birbiriyle ilişkisi. Yüzeydeki dokular, yoğunluk, alttaki renkler, okunamayan posterler, yırtıklar, tanınamaz yarım yüzler… Ön-arka ilişkisi... Bu yüzden kendime sokak ya da grafiti sanatçısı diyemiyorum. Henüz sokağa çıkıp bir çalışma da yapmadım zaten.
Öznellik çerçevesinden baktığımızda, etkilendiğim yerlerin, şeylerin çok önemi yok aslında. Çünkü herhangi bir duvarı alıp birebir resmetmiyorum. Çoğunlukla dört köşe içerisinde, aynı kolektif tavır ve hareketle, sokaktaki duvarın tersine "bilinçli" olarak kendi görselimi üretiyorum. Etki, üretim için olması gereken bir olgu-dürtü. Öznellik için olması gereken ise bu etkiyi dönüştürecek bir süzgeç. Etkileri kendi süzgecimden geçirip yeni bir imgeye dönüştürebildiğim sürece öznelliğimi korumayı başarabilirim. Sanırım en çok çalışma gerektiren ve zor kısım da burası.
- Kanvası bantlarla bölerek ürettiğin tuvaller kesilmiş ve üst üste binmiş resimleri andırıyor. Daha önce sıklıkla kullandığın başka görsel elemanlar da bölünmüş, parçalanmış durumda. En sık kullandığın el figürünü dört parça halinde sunuyorsun. İlk serginden itibaren kullandığın tekerlekli araçlar da fragmanlara bölünmüş haldeler. Bu halin görsellikle kurduğumuz güncel ilişkiye çok denk düştüğünü zannediyorum. Çalışmalarının şiddeti temsilden şiddeti barındıran bir estetiğe doğru evrildiğini düşünüyorum. Yeni sergin şiddetle kurduğun ilişkinin neresinde konumlanıyor?
Öncelikle belirtmek isterim ki, tema olarak şiddet, çalışmalarıma Gezi olaylarıyla birlikte girdi. Daha doğrusu yoğunlaştı. Bununla beraber birçok sorgulama da o zaman başladı ve devam ediyor. İlk defa bu yoğunlukta ve ülke çapında bir polis-devlet şiddetiyle karşılaşmıştım ve ondan sonraki günlük hayatım tamamen değişmişti. Bir çoğumuzun değişmişti.
Şiddeti barındıran estetik benim için ekspresyonist bir tavır. Öğrencilik yıllarımdan itibaren çok sıklıkla duyduğum bir eleştiridir işlerimin "şiddetli" olduğu. O zamanlar kullandığım çiğ renklerden ve keskin fırça darbelerinden dolayı vs. bunu duyuyordum. Yani sadece son sergimde değil, sürekli gelişen bir tavır olarak çalışmalarımda hep barındırdığım ve dışarıdan da estetik olarak hep etkilendiğim bu ekspresyonist duruştur. Sokak-duvar estetiği belki de bu etkiyi en fazla hissedebileceğimiz yer, Berlin de en sık bulabileceğimiz metropollerden birisidir. Gezi sonrası bu estetik tavır çalışmalarımda yavaş yavaş kayboldu. Canlı renkler çok fazla görünmez oldu ve keskin şablonlar ön plana çıktı. Direkt mesaj veren imgeler, düz-grafiksel arka planlar ve keskin geçişler... Bu tamamen o dönemin koşullarının çalışmalarıma etkisiydi. Maruz kaldığım gerçeklikler yansıdı resimlerime her zaman.
Berlin'e taşınmam bu gidişatı değiştirdi. Hem pozitif hem de negatif birçok yönden değiştirdi. Bu anlamda yaşadığım değişiklik işlerimi tekrar renklere doğru götürdü. Bunu romantik anlamda söylemiyorum. Sokaklara çıkıp yine yürümeye başladım, bir zamanlar İstanbul'da olduğu gibi. Her gün mutlaka yürüyüş yapıyorum ve sokağa çıktığımda polis görmüyorum. Belki de bu son cümle sorunun asıl cevabıdır!
- Resimlerindeki eller jestlerden uzaklaşmış görünüyor, artık çoğunlukla fiziksel deformasyona uğramış veya kesilmiş halleriyle varlar. Neden böyle?
Çünkü Berlin'de son üç senedir o kadar çok insana maruz kalmıyorum. O kadar çok duygu yoğunluğuna, sinire, toplumsal-politik gerilime, aile problemlerine, tartışmalara, kavgalara maruz kalmıyorum. Açıkçası toplumlar ve kültürler arasında jest ve mimiklerin nasıl farklı roller oynadığını da fark ediyorum. Bu demek değil ki burada problem yok, aksine belki de daha fazla problem var. Özellikle bir göçmen olarak benim çok daha fazla problemim var, sadece öncekinden farklı problemler. Belki de bu farklı problemler, eski imgeleri bölüp çoğaltıp, kesip deforme etmeme sebep oluyor. Belki de bu bölünmüş hayatın etkileridir beni buna iten. Bazı etkileri, henüz devam ederken ve o sürecin içerisindeyken görmek zor olabiliyor. Şu ana kadar fark edebildiklerim bunlar ve zaman içerisinde daha iyi görebileceğime inanıyorum.
- Sanki artık kompozisyon yaratmakla ilgilenmiyorsun, bir arada durmaları hiç beklenmeyen görsel öğeleri aynı yüzey üzerinde topluyorsun. Resminin kompozisyon araştırmalarından üst üste konmuş yüzeylere doğru evrildiğini söyleyebilir miyiz?
Aksine tam olarak kompozisyon yaratmakla ilgileniyorum. Söylediklerin aslında kolaj tasviri ve kompozisyonu en iyi öğreten ve gösteren teknik kolajdır. Yüzeyle ilgilenen bir sanatçı olarak bu gibi tekniklere önem veriyorum. Üst üste konmuş, birbirinden alakasız görselleri aynı yüzeyde buluşturmak aslında bahsettiğim sokak-duvar estetiğinden gelen bir çalışma pratiği. Sprey boya ile yazılmış yazılar, üst üste yığılmış posterler, basit bir kalemle çizilmiş karikatürize figürler… Sokakta oluşan o bilinçsiz ve kolektif imgelerin etkisini kendi yüzeyimde, bu bahsettiğim birbirinden alakasız elemanları bir araya getirerek yakalamaya çalışıyorum.
Son işlerimde yüzey üzerindeki katmanların arttığını söyleyebilirim. Artık kolay kolay bir çalışmaya son noktayı koyamıyorum çünkü öyle bir nokta artık yok. Ve devam ettikçe, bozdukça, kapattıkça ve yenisini koydukça yüzeyin daha çok talep ettiğini görüyorum ve bu durum bana da bozup yıkmanın hazzını veriyor. Ne kadar bilinçsiz görünse de bilinçli olarak yapılan o bölünmeler ve üst üste yığılmalar bir derinlik oluşana kadar artık devam ediyor. Kısacası son çalışmalarımın üst üste konmuş yüzeylere doğru fakat kompozisyondan uzaklaşarak değil tam tersi kompozisyona yoğunlaşarak evrildiğini söyleyebiliriz.
- Yüzeylerle kurduğun ilişki Burhan Doğançay'ın estetiğini hatırlatıyor ve bu serginde Doğançay estetiğine güncel bir yorum getirdiğini düşünüyorum. Bu konuda neler söylemek istersin.
Bu kaçınılmaz bir etki. Sokaktan ve duvardan esinlenen sanatçılar olarak, çalışmalarımızın bir noktada kesişmesi çok normal. Sadece Burhan Doğançay ile değil sokaktan esinlenip çalışan birçok sanatçıyla yollarımız kesişiyor. Figüratif şablonlar kullandığım resimlerimin de Banksy'i hatırlattığını biliyorum. Şablon sokak sanatının vazgeçilmezidir.
Burhan Doğançay büyük bir usta ve işlerini gerçekten çok seviyorum. Ama beni direkt etkilediğini söyleyemem. Kendisi dünyayı gezip, duvarları fotoğraflayan bir fotoğrafçı, arşivci ve o duvarlardan esinlenerek çalışan bir ressamdı. Ben ise aynı sokakta her gün yürüyüp, aynı duvarlara her gün tekrar bakıyorum. Değişiklikleri izliyorum. Sokaktaki atmosferden ve oradaki insanlardan da esinleniyorum. İşlerimdeki jest ve mimik buradan geliyor. Sadece duvar olarak değil sokağı bir bütün olarak ele alıyorum. Bu yüzden işlerim sürekli devinim halinde. Ben taşınınca, rutinlerim değişince işlerim de değişiyor. Sokakta şiddet varsa resimlerimde de oluyor. Bu yüzden gündelik hayat çalışmalarımda ön plana çıkıyor. Yaşar Kemal'in genç yazarlara öğüdü "nasıl konuşuyorsan öyle yaz" idi; ben de nasıl yaşıyorsam öyle üretiyorum. Burhan Doğançay ile aramızdaki farkları bu şekilde görsem de, aynı perspektiften baktığımız bir gerçek. Bu noktada kendimi Jacques Villeglé ile daha yakın buluyorum aslında. Onun çalışmalarından etkilendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Jacques Villeglé ve Burhan Doğançay beraber çalışıp İstanbul'da sergi açmışlardı. Bu bile yürüdüğümüz yolun ne kadar dar ve kesişmelerin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
- Bazı işlerinin isimleri spesifik mekanlara gönderme yapıyor: "Subway" veya "Park" gibi. Belirli mekanlar mı doğurdu bu işleri? Özellikle bu çalışmalar özelinde işlerinin mekanla nasıl bir ilişki kurduğunu merak ediyorum.
Aslında işler beni mekanlara yönlendirdi diyebilirim. Özellikle Park I ve II isimli resimleri yapıp bitirdikten çok sonra fark ettim ki, içerisinde bu mekanları çağrıştıran açık imgeler var. Ağaç ve bulut gibi yuvarlak formlar, köpek ve anıt heykel göndermeli çizimler… Açıkçası spesifik bir park veya metro istasyonu değil, hepsinden biraz alıp kendim kurduğum mekanlar. Biliyorsunuz Berlin parklarıyla ünlü bir başkent; hatta Avrupa'nın en yeşil başkenti. Bahar ve yaz ayları burada hep parklarda geçer. Bu durum da günlük yaşamın işlerime nasıl etki ettiğinin başka bir kanıtı.
"Subway" işinde ise açık bir Berlin metrosu göndermesi var. Baş parmağıyla bir kola baskı yapan bir el şablonu. Maalesef Berlin metro istasyonları, uyuşturucu ve alkol bağımlılarının mekanı olmuş durumda. Berlin'de yaşayan hemen herkesin artık kabul ettiği bir gerçek bu. Özellikle kış aylarında tamamen orada yaşıyorlar diyebiliriz. Ve bu durum yine hemen her gün karşılaştığımız, bilinçaltıma yerleşen görsellerden birisi. Günlük yaşantının bir parçası haline gelmiş ve normalleşmiş durumda. Çalışmalarıma çoğunlukla ve gerekmedikçe isim koymuyorum ama özellikle bu çalışmalar isimlerini talep ettiler.
- Bu sergindeki resimlerin büyük kısmında yalnızca harf parçaları görüyoruz. Okunabilir kelimler yok. Ürettiğin görsellerde okunaklılıktan uzaklaşırken sergini kendi yazdığın bir hikâyeyle sunuyorsun. Hikâye de gündelik yaşamdan bir fragmanı anlatıyor. Bu iki tercihi bir arada sunma durumundan bahsetmek ister misin?
Son üç senedir hayatımda yaptığım değişiklikler aynı zamanda birtakım boşluklara da sebep oldu. Eski alışkanlıklarım, rutinlerim yok artık. Aynı şeyleri, aynı sokakları görmüyorum ve sorunlarım da değişti. Bir tank, akrep ya da toma benzeri araçların görsellerini çalışmalarımda kullanmak anlamsızlaştı. Çünkü öyle bir gerçekliğim kalmamıştı. Günlük hayatta kullandığım dil de değişti ve konfor azaldı. Bu oluşan boşluğu bir şeyle doldurmam gerekiyordu ve resim bunun için yetersizdi. O noktada yazı girdi. Tamamen bir ihtiyaç olarak ve ana dilime özlemle yazmaya başladım. Saçma, anlamsız şeyler yazarak başladım hiçbir amaç gütmeden. Yavaş yavaş anlamlanmaya ve bir şeylere dönüşmeye başladı yazdıklarım. Sergiyle beraber katalogda yer alan hikâye de bu noktada, resimlerin üretimiyle eş zamanlı olarak çıktı. Bu yüzden sergiyle bağlantısını önemsiyorum.
Resimde kelime ya da yazı kullanımından her zaman kaçındım. Rol çalmasını, resime başka anlamlar eklemesini istemedim. Daha önceleri yazıyı bir anlam eklemekten ziyade bir ifade olarak kullandım: Wham, Boom gibi… Özellikle son çalışmalarımda, bölünen yüzeylerin altında ya da arasında, bazı harfleri ve kelimeleri okunamayacak şekilde grafikselleştirip keserek kullanmaya başladım. Bu tamamen duvar ve panolara görsel bir gönderme. Aynı zamanda yüzey üzerinde çeşitli amaçlar için kullandığım resimsel bir eleman.
Sergi kataloğunda yer alan öykünün, resimlerde var olan yazı parçalarıyla bir bağlantısı yok aslında. Bu sürecin tek tanığı olarak, süreci anlatan ve benim yazdığım bir öyküden daha iyi bir katalog yazısı olamayacağını düşündüm. Arka plan, mutfak her zaman önemlidir. Küçük de olsa izleyenler öykü ile resimler arasında bir bağlantı kurabiliyorsa benim için yeterli.
* Sanat tarihçisi.