Alper Görmüş
(Taraf, 29 Haziran 2012)
'Oda TV' davası ve TÜBİTAK raporu
Oda TV davasına bakan İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, 18 haziranda gerçekleşen son duruşmada, davanın tutuklu sanıklarından Müyesser Yıldız’ı tahliye etti, öteki tutuklu sanıkların tahliye taleplerini ise reddetti.
Heyetin “ret” gerekçeleri uzundu ama gerek onu yazan hâkimler heyeti, gerek sanıklar, gerekse de iddianameye vâkıf herkes biliyordu ki, asıl mesele en sondaki “dijital verilerle ilgili TÜBİTAK bilirkişi raporunun henüz dosyaya sunulmamış olması”ydı.
Çünkü sözü edilen TÜBİTAK raporu, Oda TV davası iddianamesinin ciddi delillere dayanıp dayanmadığını ortaya koyacak önemdeydi. Mahkemenin, hazırlanabilmesi için iki duruşma arasına neredeyse 100 gün koyduğu fakat yine de gelmeyen rapor, işte böyle bir rapordu.
Davanın temel delilleri
Öncelikle, “henüz dosyaya sunulmamış” olan “dijital veriler”le ilgili kısa bir hatırlatma yaparak, bunların neden “Oda TV davası iddianamesinin ciddi delillere dayanıp dayanmadığını ortaya koyacak önemde” olduğunu göstermeye çalışacağım...
Oda TV iddianamesi açıklandığında peş peşe kaleme aldığım üç yazıda da (20, 23 ve 27 Eylül 2011) ifade etmeye çalıştığım gibi, iddianamede sanıklara yönelik suçlamalarla ilgili en önemli “delil”ler,Oda TV bilgisayarlarından “elde edildiği” açıklanan bazı dijital dosyalar ve e-postalardı.
İddianameye göre, bu “delil”lerin en önemlisi sayılması gereken Ulusal Medya 2010 adlı dijital Ergenekon belgesi, Ergenekon’un propaganda faaliyetlerini düzenliyordu. Belgede şöyle deniyordu:“Operasyon sürecini yürüten kurumlara mensup olup tezlerimize ve faaliyetlerimize destek veren, kamuoyunun yakından tanıdığı ve güvendiği kişilere, Ergenekon ve benzeri davaların tertip olduğu yönünde açıklama ve yayın yaptırılması için bilgi, belge ve teknik destek sağlanmalıdır.”
İddianamede devamla, yine Oda TV bilgisayarlarından “elde edilen” bazı kitap ve kitap taslaklarının,Ulusal Medya 2010 adlı dijital belgede tarif edilen içeriklerle uyum içinde olduğu gösterilmeye çalışılıyor, buradan da Oda TV’nin Ergenekon’un medya yapılanmasının bir parçası, bir propaganda aracı olduğu sonucuna varılıyordu.
O dijital belgeler “virüs”se...
Aslında Oda TV iddianamesindeki temel iddianın ve temel “delil”lerin yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçeve içinde şekilleneceği daha Oda TV’ye polis baskınının gerçekleştirilmesinden kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştı. Çünkü baskından hemen sonra bu belgeler basına sızdırılmıştı...
Fakat sanıkların itirazı da gecikmedi. Sanıklar ve sanık avukatları neredeyse eşanlı olarak, sözü edilen dijital dosyaların, dijital kitap ve kitap taslaklarının virüsle Oda TV bilgisayarlarına gönderildiğini savunmaya başladılar.
İddianame açıklanınca, esas meselenin bu dijital belgeler olduğu teyit edilmiş oldu: Başta Soner Yalçın olmak üzere Oda TV çalışanlarının gözaltına alınmasından (Şubat 2011) yedi ay sonra (Eylül 2011) açıklanan ve mahkemece kabul edilen iddianamede, savcıların iddialarını esasen Oda TVbilgisayarlarından “elde edildiği” söylenen bu dijital belgelere dayandırdıkları görüldü.
Savcılar, bu belgelere o kadar büyük bir önem atfediyorlardı ki, sanıkların ve sanık avukatlarının“virüs” iddialarının doğru olması durumunda iddianamenin de davanın da çökmesi kaçınılmazdı.
Savcılık da mahkeme de en başta bilirkişiye başvurmalıydı
Soruşturmanın ve davanın sonraki aşamalarında, sanık avukatları sözkonusu dijital belgeleri üç üniversiteden uzmanlara inceletmiş, onlardan, bu belgelerin “virüs”le Oda TV bilgisayarlarına yüklendiği yönünde raporlar almışlardı.
Ne var ki mahkeme, 18 hazirandaki son duruşmada da tekrarladığı gibi, “bu incelemelerin hukuk tekniği açısından bilirkişi raporu olarak kabul edilemeyeceği”ne hükmetti.
Peki, bu durumda, üstelik sanıkların bu yöndeki talepleri ortadayken, mahkemenin “hukuk tekniği açısından bilirkişi raporu olarak kabul edilebilecek” bir raporun düzenlenebilmesi yolunda irade göstermesi gerekmez miydi?
Gerekirdi kuşkusuz... Fakat mahkeme, iddianame hazırlıklarının sürdüğü aylar boyunca imajları bir bilirkişi heyetine inceletmeyen savcılar gibi davranmayı tercih etmiş, davanın açılmasından sonra kendisi de bu yönde bir irade göstermekten imtina etmişti. Ta ki 18 Ocak 2012’ye kadar...
Mahkeme, işte bu tarihte, yani davanın açılmasından dört ay sonra tartışmalı dijital belgeler için bilirkişi tayinine karar vermiş ve TÜBİTAK’a başvurmuştu.
Başvurudan sonraki ilk duruşma (11. duruşma) 12 martta yapıldı, ne var ki TÜBİTAK raporu o duruşmaya yetiştirilemedi.
Mahkeme, bir sonraki duruşmada raporu görmek istediği için 12. duruşmayı yaklaşık 100 gün sonrasına atarak uzun bir ara verdi. Ne var ki rapor, 18 hazirandaki son duruşmaya da gelmedi.
Ben, sözkonusu dijital belgelerin önemi ortadayken ve tutukluluklar bunlar nedeniyle sürerken, bu belgelerle ilgili olarak savcılığın ve mahkemenin tutumlarını baştan itibaren çok sorunlu görüyorum.
Bu kadar gecikmeden sonra, raporun mahkemeye ulaşmasıyla ilgili olarak “eli kulağında” deyimini kullanmamız sanırım yanlış olmaz.
TÜBİTAK ya savcılığın ya sanıkların iddialarını doğrulayacak...
Eğer TÜBİTAK, dijital belgelerin “virüs” yoluyla Oda TV bilgisayarlarına yüklendiği yönünde bir rapor verirse, o zaman bir sorumuz daha olacak: Bu sahteciliği kim yaptı?
Rapor açıklandıktan sonra konuya yine dönmek üzere şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Bu sorunun cevabı akla ilk gelen cevap olmayabilir. Cevap, sanılandan çok daha karmaşık olabilir.
Fedakârlık duygusuyla ‘vermek’ ya da ortak tasavvur...
Bunu en iyi, gündelik hayatı sıkıca paylaşan çiftler bilir: Eğer tarafların ortak bir tasavvurları yoksa, kişisel tercihler bir süre sonra “batmaya” başlar, gerilim elle tutulur hâle gelir.
Böyle durumlarda nüansları ihmal edersek şu ikisinden biri olur: Ya iki taraf da kendi tercih pozisyonlarında ısrarcı olur ve savaş çıkar, ya da taraflardan biri daha verici çıkar, “fedakârlıkta”bulunur ve “soğuk barış” koşulları oluşur.
Bu durumlardan herhangi biri gönüllü ve mutlu bir beraberliği ima etmez.
İkincinin üzerinde biraz daha duralım: “Soğuk barış” olur, çünkü fedakârlık duygusuyla vermek, insanı mutlu eden bir “verme” duygusuna yol açmaz. Böyle durumlarda kişi kendinden taviz“verdiğini”, kendisini eksilterek “verdiğini” düşünür ve bu da karşı tarafa yönelik bir öfke duygusuyla birlikte açığa çıkar.
Şimdi bir de hayatı paylaşan ve ortak tasavvurları olan iki insanın beraberliğini düşünün: Böyle bir durumda “vermek” asla “taviz vermek” gibi algılanmaz. Böyle bir durumda veren insan kendini eksiltilmiş gibi değil, varoluşuna yeni bir şeyler eklenmiş gibi hisseder.
Her pazar Sabah gazetesinde ışıltılı yazılar kaleme alan Prof. Şükrü Hanioğlu’nun 25 haziranda yayımlanan (Kürt sorununda) “Ortak tasavvur geliştirilemezse sonuç alınamaz” başlıklı yazısını okuduğumda aklıma böyle bir metafor kurmak geldi.
Hanioğlu yazısında, “Seçmeli Kürtçe dersleri”nin tarihî bir adım olduğunu söyledikten sonra, onu takip edecek adımların başarılı olabilmesi için, o adımların “bir toplumsal tasavvurun parçası”olması gerektiğini yazıyor.
Hanioğlu’na göre, Kürt sorununun da dâhil olduğu pek çok meselemizin ikili “talep- alma-verme”ilişkisine dönüşmeden tartışılmasını sağlayacak şey, işte böyle bir tasavvurdur. Hanioğlu yazısını şu satırlarla bitiriyor:
“İkili pazarlıklar çerçevesinde ne verilirse verilsin ve ne alınırsa alınsın, bir bağlamın var olmaması nedeniyle meseleler yine çözülmeyecektir. (...) Güçlü iktidar ve liderlik ‘verme’ ya da ‘alma’nın koşullarını topluma ya da onun belli bölümlerine kabul ettirebilir; ama yeni bir tasavvur oluşturamaz. Bunun mutlaka çoğulcu ortamda, yaygın katılımla üretilmesi gerekmektedir.”
Hanioğlu, sağlam ve gönüllü bir beraberliğin sigortasını güzel anlatıyor.
Gerçekten de ancak bu koşullarda, söz gelimi Kürtler kendi anadillerini Türklerin Türkçeyi kullandıkları gibi kullandıklarında Türkler kendilerini huzursuz değil mutlu; “eksilmiş” değil “artmış”hissedecekler.
***
NOT. Gazetelerimizin, savaş ihtimali karşısında silah dergisi mizanpajıyla yayımlanmasıyla ilgili olarak izahta güçlük çektiğim bir noktada yardıma çağırdığım Halûk Sunat’tan bir mektup aldım. Mektuba salı günü burada yer vereceğim.