Ali Türer
Gene beceremedik, gemi karaya oturacak gibi, ufukta yine bir başlangıç görünüyor. Neden bu işi beceremiyoruz? Neden her seferinde, daha fazla demokrasi ile başlıyor daha fazla otoriterleşme ile süreci elimizi yüzümüze bulaştırıyoruz? Neden hep bir kurtarıcı arıyoruz?
Tanzimat Fermanı ile gayrimüslimlerin de temsil edileceği meclisler kuracaktık, sonra bir de baktık, ortada temsil edilecek gayrimüslim "unsur" kalmamış. II. Abdülhamit Kanuni Esasi’yi yürürlüğe koyacaktı, sonrasını biliyorsunuz.
Yeni zamanların kurtarıcıları İttihat Terakki içinde eğitildi. Kurtarıcı tehlikenin nereden geleceğini sezmeli, kiminle yola çıkacağını, kimi kime kırdıracağını, sonra ondan nasıl kurtulacağını bilmeliydi.
Birinci Dünya Savaşı'nda kayıpları hızla telafi edecektik. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduk.
Birinci Meclis'teki tartışmalara bir bakın, bir de İkinci Meclis'in nasıl ortaya çıktığına, yapısına? Kurucu partimiz, çok partili yaşamın ilk gizli oy açık sayımlı seçiminde havlu atmadı mı? Yerine "Yeter Söz Milletin" diye gelen "Vatan Cephesi" ile bırakmadı mı?
İstikrar arayışları hep uzlaşma ile başladı, ama günün sonunda yasama ve yürütme yetkisi hep dar bir grup elinde kaldı. Gücü elinde toplayanın muhalefeti meşru gördüğü tek bir örnek yok tarihimizde. Muhalefete katlanılır bizde ya da susturulur. Yolda sorun çıkaran olursa en kısa zamanda ondan kurtuluruz. Kurtarıcıların yaşayarak öğrendiği davranış kalıplarıdır bunlar. Uzlaşma zayıflıktır bizde, mecbur kalırsak uzlaşırız. Oysa demokrasilerde esas olan uzlaşarak iş yapmaktır.
Hep daha fazla demokrasi diye yola çıktık, otoriterleşme ile çıkmaz sokaklarda soluksuz kaldık. 1961 Anayasası ile yeni bir başlangıç yaptık. Sonra verildiği gibi kolayca geri alındı bütün haklar elimizden.
Kurucu ideoloji, Türkçülük etrafında siyasi birlik arayacak, bilim yolu ile de "muasır medeniyet"e ulaşırken de bunu sağlamlaştıracaktı. Bunlar birbirine eklemlenebildi mi? Ülkücü - devrimci savaşında fatura, öğretmen yetiştirme sistemine çıktı. Bugün bunun bedelini ödüyoruz.
Türkçülüğün pabucu dama atılınca, meydan Siyasi İslam’a kaldı. AKP AB’ye girme, vesayet rejimine son verme, çözüm süreci vaatleriyle gelmişti hatırlayın, "ileri demokrasi" getirecekti. Geldiğimiz yere bakın, tarihimizin en karanlık günlerini yaşıyoruz.
Nereden başlayacak, ne yapacağız, yine bunu konuşuyoruz. Onca yola çıkışımız var, bir türlü başarılı olamadık, oturup bunu tartışıyor muyuz? Bu işi farklı yapma zamanı sizce de gelmedi mi?
* * *
Bütün başlangıç ve çöküşler, ne kadar birbirlerine benziyorlar!
III. Ahmet ile II. Mahmut dönemleri arasında ortaya çıktı modern eğitim. Amacı devleti çökmekten dağılmaktan kurtaracak Halaskarlar (Kurtarıcılar) yetiştirmekti. Devleti kurtarmak için sürekli birbiri ile didişen partiler ortaya çıktı. Bir de üstündekine intisap eden, altındakini koruyan bir bürokrasi. Bugün geldiğimiz noktaya bir bakın, odun yarıcıya "hık" demek için yarışan bürokrattan, üniversite hocasından geçilmiyor ortalık.
Bunu ilk gören Prens Sabahaddin oldu. Kaleme aldığı İttihat Terakkiye Açık Mektup’ta şöyle diyor:
"Bugünkü merkeziyetçiliğe zulüm denilir; şüphe yok ki bu eğitim biçimimizden doğan aczin ürünüdür. …Doğduğumuzdan beri aldığımız eğitimin sonucu olarak hükümet memurluğuna göz dikiyoruz. Lüzumundan yüz kat fazla memuru olan bir hükümette iş bulmak için yegâne çare yeterlilik değil, himaye! Kayrıldığımız yerde ilerleyebilmek için yine himayeye muhtacız. Böylece her yükseliş bir koltuk değneğine ihtiyaç gösteriyor.
Amirlerine karşı tapınmayı vazife edinen bu memurların, kendilerinden küçük olanlardan ilk bekledikleri de yine tapınmak oluyor. İşte bu nedenle büyük küçük bütün devlet ricali -istisnalar hariç- koltuk değneğiyle yürür, ahlak düşkünlerinden oluşuyor. Elbette her memlekette memurlar, görevleri gereği göreneğe tabi oldukları için otoriter rejime en çok alet olagelmişlerdir. Fakat etkileri hiç bir yerde bizim ülkemizde olduğu kadar uğursuz olmamıştır."
Neden bir türlü istikrar ve huzura kavuşamadığımızı, bu satırlar yeterince açıklamıyor mu?
Her seferinde yaramızı beremizi sardık yeniden yola çıktık; ama hep aynı düşünceyle, hep aynı davranış kalıplarıyla. Geçmişten hiç ders çıkarmadık. Siyasi istikrarı hep merkeziyetçi gelenek içinde aradık. İşimiz gücümüz birbirimizi suçlamak. Dahası, yapılan yapanın yanına hep kâr kaldı.
Yine bir çöküş süreci içindeyiz, ufukta yine bir başlangıç görünüyor. Gelin bu sefer farklı bir şey yapalım. Kurmaya tepeden değil aşağıdan başlayalım.
Mahalleye, köye sorununu çözecek kararı alma yetkisi tanıyalım. Bırakalım yürütebileceği kararları alsın, yürütsün. Bunu becermek için uzlaşmak zorunda kalacak insanlar, göreceksiniz.
Öyle bir sistem kuralım ki üstteki yapı, altındaki yapıyı gözü gibi korumak zorunda kalsın. Aşağıdan yukarıya doğru, herkesin taşın altına elini koyacağı bir sistem yaratalım. Her gün hep aynı insanları konuştuğumuz, yerden yere vurduğumuz yetmedi mi?
Tarhan Erdem ve arkadaşları 1995’de "Demokratik Cumhuriyet Programı" adı altında bir anayasa önerisi geliştirdiler. Çıkış noktamız olabilir, bir bakın.
Devlet karşısında insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak, karar alma ve yürütmeyi aşağıdan yukarıya doğru taşıyacak, merkezin elinde sadece yerelde yapılamayacakları yapma yetkisi bırakacak bir anayasa lazım bize, kimsenin kendini bir başkasından daha özel hissetmeyeceği bir anayasa lazım. Gelin kaderimizi o kurtarıcı elinden bu kurtarıcı eline taşımayı bırakalım artık, elimize alalım.
Bunu yapabiliriz.