Murat Sabuncu*
Newroz için Diyarbakır’dayım...
Yasaklı, yasaksız ama ille de polisli, kum torbalı sokaklarında yürüyorum.
Bir yağmur yağıyor, bir güneş açıyor.
Bir ıslanıyoruz, üşüyoruz, bir içimiz ısınıyor.
Bu toprakların barışı gibi hava...
Elimizi uzattık tam tutacaktık...
Fırtına...
Kan, gözyaşı, top, tüfek, yıkılmış binalar, altında yitip giden canlar...
Sur’a gidiyorum önce.
Hemen girişte Ilk arama, 100 metre sonra bir daha...
Her zaman sohbet için uğradığım berberdeki müşteri “en ağırı kendi evinin, işinin yolunda aranmak” diyor.
1972 doğumluymuş, geçen sene bugünlerde şehre Hopa’dan gelen misafirlerle neşeyle “çalıp söylerken” duygulanıp ağladığını anlatıyor.
Daha yaşlıca bir amca “12 Eylül darbe döneminde buralarda asker dururdu. Tüfeği çapraz asardı ama arama falan yoktu” diye söze karışıyor.
“Bekleme yapmayın yürüyün...”
En sık duyduğum cümle bu etrafta...
Polis yine uyarıyor ama duracağım.
Tahir Elçi’nin vurulduğu yer...
Uzaktan da olsa görüyorum Dört Ayaklı Minare’yi...
Onu düşünüyorum ve bugünlerde barışı onun gibi canı gönülden savunanlara
ihtiyacı...
Pazar öğleden sonra Ulucami’nin önü.
Meşhur tabureler boş...
Tam karşısı Hasanpaşa Hanı.
Onlarca masa arasına tek başıma oturuyorum.
Saatime bakıyorum 15.40...
Haftalarca kapalı kaldıktan sonra geçen hafta açılmış.
Esnaf “tek tük müşteri, zor işler” diyor.
Bir göğsünde, bir belinde tabanca, sırtında tüfek genç bir polis geçiyor.
Hanın hemen yanında, şehrin büyük kısmında oluşturulan naylon brandalı nöbet çadırlarından birine giriyor.
Hemen hepsi aynı...
Önüne odun yığılmış, içeri soba kurulmuş, bacası dışarı verilmiş.
Fazla bakıyorum diye rahatsız oluyorlar, “bekleme yapma yürü”...
Geçen sene cıvıl cıvıl insan kaynayan Sur’un şimdi; kum torbaları, hâlâ girişe izin verilmeyen pek çok sokağı kapatan bariyerler, polis noktalarıyla tek tük sivilin geçtiği hale dönmesi içimi yakıyor.
Arabaya biniyorum, Bağlar’a doğru gidiyorum bu kez.
Sur’dan, çatışmalardan kaçan binlerce kişinin sığındığı ilçeye...
“Hangi Bağın Bağbanısan Gülüsen” türküsünü bilir misiniz?
İşte o türküde bahsedilen Diyarbakır’ın etrafında şimdi hemen hiç kalmamış üzüm bağlarından almış adını burası.
Protestoların yoğun olduğu bölgelerden birisi...
Orada da bir süredir Kaynartepe mahallesinde sokağa çıkma yasağı var...
Arabadan iniyorum.
Caddenin sol tarafı yasaksız, sağ tarafı yasaklı sokaklardan oluşuyor...
Soldan soldan yürüyorum...
Polisler sokak başlarında...
Uzaktan evlerine bakan halk...
Sur’dan Bağlar’a göçenler şimdi oradan da göç edecekler...
Kimbilir kaç kişi...
Kimbilir nereye?
Hemen yakındaki Koşuyolu Parkı’nda askerler...
Bu satırları yazarken yarınki (size göre bugün) Newroz’u düşünüyorum.
Tedirgin insanlar...
“Kalabalığa saldırı olacak” dedikodusu almış yürümüş.
Bugün katılım az olabilir.
Üç Newroz sonra Öcalan’ın ‘yeni’ mesajı da olmayacak.
Geçen sene “PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk yıldır yürüttüğü silahlı mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim” idi Öcalan’ın mesajı.
Tabii Devlet’in de atması gereken adımlar vardı.
Ancak bugün atılan her adım bizi barışa değil daha çok, daha büyük bir savaşa götürüyor.
Şehre dalgın bakarken Diyarbakır temsilcimiz Mahmut Oral beni uyarıyor:
“Abi bak güneşle yağmur birlikte gökkuşağını getirdi.”
Ben net göremiyorum, o doğa harikası, büyük bir binanın arkasında kalıyor.
Kendi kendime söyleniyorum: Rengârenk gökyüzünü ben de, biz de evlatlarımız da net olarak görelim.
Barışı hep birlikte getirelim.
Newroz piroz be...