“Gerçekle Düş Arasında Ergenekon Davası” adlı ünlü Ergenekon raporunun yazarı İngiliz gazeteci Gareth Jenkins, davada 5 Ağustos pazartesi günü verilen kararları değerlendirdi.
Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay’ın örgüt yöneticiliği ve “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçlamasıyla 34 yıl 6 ay hapis cezası almasıyla ilgili konuşan Jenkins, “Balbay’ın 34 dakikaya bile çarptırılmaması gerekir” dedi.
Jenkins, Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu’na verdiği röportajda, “İddianameyi, Balbay’a atfen yazılan sözleri okudum. Balbay, her gazetecinin yaptığı gibi toplantılarda notlar tutmuş. Yani herhangi bir suç işlediğine, bir terörist örgüt üyesi olduğuna dair en küçük bir kanıt bile yok” diye konuştu.
Leyla Tavşanoğlu’nun Gareth Jenkins ile yaptığı röportaj şöyle:
- Siz baştan beri Ergenekon davasının adil bir dava olmadığını ileri sürdünüz. Hatta, Ergenekon iddianamesini satır satır okuduktan sonra “Düşle Gerçek Arasında” başlıklı bir de rapor yazdınız. Şimdi Ergenekon kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Ben böyle kararlar bekliyordum, ama bu kadar ağır cezalar beklemiyordum. Yani 117 yıl ceza nasıl olur? Tamam, Ergenekon davasında sanıkların mahkeme tarafından suçlu bulunacakları konusunda en ufak bir şüphem yoktu. Ama demin de dediğim gibi bu kadar uzun cezalar beklemiyordum.
- Örneğin Mustafa Balbay’ın 34 yıl 6 aya mahkûm edilmesini nasıl karşıladınız?
- Olaya mantık açısından baktığınız zaman Balbay’ın 34 dakikaya bile çarptırılmaması gerekir. İddianameyi, Balbay’a atfen yazılan sözleri okudum. Adam, her gazetecinin yaptığı gibi toplantılarda notlar tutmuş. Yani herhangi bir suç işlediğine, bir terörist örgüt üyesi olduğuna dair en küçük bir kanıt bile yok.
Balbay’ı hiçbir suç kanıtı olmadan beş yıldır cezaevinde tutuklu olarak hapsettiklerine göre zaten baştan ona ağır bir ceza vermeye kararlı oldukları belliydi. Aksi durumda zaten onu çok önceden tahliye etmeleri ve tutuksuz olarak yargılamaları gerekirdi. Ona verilen ceza beni şaşırtmadı. Ne daha uzun ne de daha kısa bir ceza alacağını tahmin ediyordum.
- Bir de önceki Genelkurmay başkanlarından emekli Orgeneral İlker Başbuğ’a verilen ömür boyu hapis cezası var. Başbuğ, Başbakan’ın kendisi tarafından onaylanan bir kararla Genelkurmay Başkanlığı’na atanmış ve iki yıl boyunca Başbakan’la birlikte çalışmıştı. Bu süre içinde Başbakan’ın Başbuğ’un bir terör örgütü lideri oluşundan hiçbir şekilde şüphelenmemesi biraz garip bir durum değil mi?
- Bu sorunun sorulması gerekir. Olaya tarafsız bir gözle baktığınız zaman bu cezanın Tayyip Erdoğan için ciddi biçimde rahatsızlık uyandırmış olması gerekir. Burada iki varsayım var. Birincisi, Erdoğan’ın da Ergenekon üyesi olduğu, ikincisi de Erdoğan öyle bir akıl tutulmasına uğramış olmalı ki iki yıl boyunca bütün devlet sırlarını bir terör örgütü başıyla paylaşmış.
Ergenekon davasına baktığınız zaman bu insanların birileriyle kurdukları temasları temel aldığı görülüyor. Üstelik, aralarındaki kimilerinin kötü insanlar olduklarını bildiğimiz halde bu görüşmelerde hiçbir suç delili de yok. Dolayısıyla, eğer bu dava birilerinin birileriyle temasları ve görüşmelerinden yola çıkılarak açılmışsa bugün Tayyip Erdoğan’ın da hapiste olması gerekirdi. Tabii bu durum kendisi için çok ciddi rahatsızlık unsuru olmalıdır. Ama bu sözlerimden sakın Erdoğan’ın terör örgütü üyesi olduğunu düşündüğüm gibi bir anlam çıkarılmasın. Tabii ki böyle bir şeye inanamam. Ben sadece işin mantığından ya da mantıksızlığından ve varsayımlardan söz ettim.
- Yani siz Ergenekon denilen bir terör örgütünün varlığını kabul etmiyor musunuz?
- Etmiyorum. Yani mahkemenin tanımladığı gibi bir örgütün varlığını kabul etmiyorum. Ergenekon önceden hazırlanmış bir plandı.
- Peki, bu planı kim hazırlamış olabilir?
- Bunu tahmin etmek zor. Dava 2007’nin yazında Ümraniye’deki bir evde el bombaları bulunması üzerine açıldı. Derken savcı Zekeriya Öz yine aynı yıl emniyet müdürlüğüne geçmişteki bütün siyasi ve ırkçı cinayetlerin dosyaları için başvuruda bulundu.
Daha sonra tutuklanan kişilere baktığınızda bunların öbür cinayetlerle uzaktan yakından ilişkilerini gösterecek en küçük bir delil bile olmadığını görüyorsunuz. Demek ki Zekeriya Öz, çok önceden kafasında böyle bir örgütün varlığını tasarlamıştı.
- İyi de Zekeriya Öz bu işi tek başına yapmış olabilir mi?
- Olamaz. Benim şüphem Zekeriya Öz, böyle bir örgüt olduğunu düşünen ya da böyle bir örgüt olduğu izlenimini kamuoyuna vermek isteyen bir grup insandan birisidir. Aslında Türk milleti kendisine söylenenlere inanır. Ben akılsızlar demiyorum. Sakın yanlış anlamayın. Ama insanlara güveniyorlar. Kendilerine söylenenlere inanırlar. Bunlar da milletin bu söylenenlere inanma eğilimine güvendiler.
- Davanın tam ortasında Zekeriya Öz’ün ortadan kaybolması size garip gelmiyor mu?
- Gelmez olur mu? Bakın Egrenekon, Balyoz ya da İzmir’deki askeri casusluk davalarını incelediğinizde hepsine de hem yargıda hem de poliste aynı insanların baktığını fark ediyoruz.
- Üç yıl kadar önce sizinle yaptığımız ilk söyleşide Gülen cemaatinin bu davaların tetikçisi olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ aynı kanıda mısınız?
- Bu konuda kafamda hiçbir kuşku yok. Kimi insanlar Fethullah Gülen cemaatini hizmetleri için destekliyor. Sanıyorum bu insanların birçoğu Ergenekon davasında olan bitenlerden habersiz. Birçoğu bu davaların doğru verilere dayandığına inanıyor.
Ama, medyada da boy gösteren cemaat içinde küçük bir grup bu davalarda çok önemli roller oynadılar. Örneğin, iddianameyi okurken bunun içinde yer alan iddialarla cemaat yayın organları olan Zaman, Today’s Zaman gazetelerinde çıkan haberlerdeki iddiaların birebir örtüştüğünü görmek beni şoke etmişti.
Ben Ergenekon’la ilgili raporumu yayımladığımda da bana saldıranlar bu Gülen medyasının şahsiyetleriydi. Ahmet Şık, Hanefi Avcı neden hapse atıldılar? Çünkü Fethullah Gülen ve cemaati aleyhinde kitap yazmışlardı. Ya da Nedim Şener...
- Siz tam Ergenekon kararları açıklandığında BBC’nin Türkçe servisine bir demeç verdiniz. Orada söylediklerinizi tekrarlar mısınız?
- Tutuklananlarının hepsinin ortak yanlarına baktığınız zaman tamamının Gülen cemaatinin çıkarları aleyhine faaliyet gösterdiklerini görüyorsunuz, dedim. Örneğin, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının üyeleri, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yöneticilerinin hepsi bu nedenle gözaltına alınıp tutuklandılar.
Bu insanlar okul çocuklarına Gülen cemaatinin yaptığı gibi burs veriyordu. Yani Gülen cemaatinin eğitim alanına onlara göre tecavüz ediyorlardı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden burs alan öğrenciler, PKK üyesi olmakla suçlandılar. Yani Gülen cemaati sadece kendilerine düşman değil, çıkarlarına zarar veren rakipler olarak gördükleri insanları da cezalandırma ve öç alma yoluna gitti.
Hatta laik askerleri de Fethullah Gülen’in ABD’ye kaçmasına zorlayan kişiler olarak damgaladılar. Bir başka olay da gazetenizin başyazarı İlhan Selçuk’a yaptıkları inanılmaz muameleydi.
Şimdi, bütün bu suçlanan kişilerin kimliklerine baktığınızda hepsinin bir şekilde Gülen cemaati aleyhinde faaliyet göstermiş şahsiyetler olduklarını fark ediyorsunuz. Demin Gülen cemaatinin düşmanlar, rakipler ve öç alma gibi üç unsurdan yola çıkarak bu davalarda hedef aldıkları insanları cezalandırma yoluna gittiğini söyledim. Bir unsur daha var. Cemaat güç ve iktidar elde etme hırsı içinde. Gündemlerinin tamamıyla dine dayalı olduğunu hiç düşünmüyorum. Tabii bir bölümü öyle. Ama geri kalanı iktidar ve güç hırsından kaynaklanıyor. Çıkarlarına halel getiren kim varsa üstüne gidiyorlar.
- Başbakan Erdoğan’a MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden yapmak istedikleri gibi mi?
- Evet.
- Sizin de üzerinize gelmediler mi? Bana sizi yazdığınız rapor yüzünden çok ciddi biçimde tehdit ettiklerini söylemiştiniz. Hâlâ böyle tehditler alıyor musunuz?
- Özellikle medyalarında ağır karalama kampanyasına girişmişlerdi. Sadece onlar da değil. Bugün de yapabilirler. Ama ne yapabilirler? Ancak ya tutuklatırlar ya da beni sınır dışına gönderirler.
- Nasıl tutuklatırlar? Siz İngiliz vatandaşı değil misiniz?
- Mantıken böyle bir şey yapamamaları lazım. Ama burada mantık yok ki. Mantık olsaydı bu dava böyle sonuçlanmazdı. Hatta olmazdı. Bunca insan bu kadar uzun süreli tutuklanmazdı. Eğer bu ülkenin haberalma örgütünün en tepesindeki isim PKK’ye yardım ve yataklık etmekten sorgulanmak istendiyse ya da “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin merkezlerine baskın düzenlendiyse burada mantık aramamak lazım. Bütün bu mantıksızlıklara karşı doğru bildiğimi her zaman söyleyeceğim.
- Siz uluslararası platformlarda Ergenekon davasının ne olup ne olmadığını anlatmak için konferanslar verdiniz. Aldığınız tepkileri ya da değerlendirmeleri söyler misiniz?
- Verdiğim konferanslar ve katıldığım panellerde anlattıklarımın uluslararası alanda insanların Ergenekon’la ilgili düşüncelerini muazzam ölçüde değiştirdiğini söyleyebilirim.
Ergenekon’la ilgili ilk yazım Ocak 2008’deydi. O sırada Veli Küçük, Muzaffer Tekin tutuklanmıştı. O ilk yazımda Türkiye’nin sonunda karanlık geçmişiyle yüzleşmekte olduğunu yazmıştım. Çünkü Veli Küçük’ün ya da Muzaffer Tekin’in geçmişte pek çok karanlık olaya bulaşmış olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ama o yazıda da bir soru işareti vardı. Çünkü neyin olup bittiğinden tam olarak emin değildim. Aradan iki üç ay geçtikten sonra işin böyle olmadığını arkadan gelen tutuklama dalgalarından sonra anladım. Öte yandan konuştuğum insanlar benim yanıldığımı, Türkiye’nin geçmişini temizlemekte olduğunu, derin devletle hesaplaşmanın başladığını söylüyorlardı.
Hatta ben Ergenekon raporunu yazıp Washington’da sunumunu yaptığım sırada da bu insanlar derin devletle hesaplaşma fikrini sıkı sıkı savunuyorlardı. Uluslararası alanda da böyleydi. Hatta AB’nin 2009’daki İlerleme Raporu’nda da davanın doğru yönde ilerlediği görüşü vardı. Derken yine uluslararası alanda yavaş yavaş ne olup bittiği anlaşılmaya başlandı. İki yıl önce de artık hiç kimse bu davaların doğruluğuna inanmamaya başlamıştı. Artık düşünceler 180 derece değişti. Hiç kimse Ergenekon diye bir örgütün varlığına inanmıyor. Herkes sözde kanıtların birileri tarafından oluşturulduğunu ve evlere kimi polisler tarafından yerleştirildiğini, uluslararası ve Türk hukukunun bu davayla ayaklar altında çiğnendiğini biliyor.
- Peki, Gezi olaylarının Başbakan tarafından uluslararası komplo olarak nitelenmesine ne diyorsunuz?
Başbakan, dünyada kendilerini kıskandıklarını söyledi. Bu olaylar Başbakan’a göre, hükümeti kıskananlar tarafından tezgâhlanmış. Aslını ararsanız hiç kimse kıskanmadığı gibi gülüyorlar, sarakaya alıyorlar.
Son iki yıldır Türkiye dışında kime bu davaları anlatsam bunları ortaoyununa benzetiyorlar. Onlara iddianamenin bir bölümünü okuduğum zaman insanlar gülmekten katılıyordu. Söylemek istediğim davayla ilgili uluslararası algının muazzam ölçüde değiştiğidir. Türkiye’de de böyle. Kimileri hâlâ bu davanın gerçekliğine inanıyor.
- Siz bütün Ergenekon davası süresince eski Genelkurmay başkanları Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt’ın ciddi biçimde sorgulanmamasına ne diyorsunuz? Oysa Büyükanıt 28 Nisan e-muhtırasını bizzat yazdığını itiraf eden kişi değil miydi?
- Bir kere Özkök’e dokunmazlar çünkü cemaat onu seviyor. Büyükanıt’a neden dokunmadıklarını tam olarak bilmiyoruz. Ama Dolmabahçe’deki görüşmede bir anlaşmaya varıldığı söyleniyor. Büyükanıt’ın, kendisiyle ilgili söylentiler nedeniyle kamuoyunun diline düşmek istemediğini biliyoruz.
Son on yılda askerin siyasete müdahale edip etmediğine bakıyoruz. Orada bunu doğrulayacak tek bir gelişme var. O da 2007’deki e-muhtıra. Türk hukukunu bilmiyorum, ama uluslararası hukuka göre bu e-muhtıra siyasete müdahaledir ve cezalandırılması gereken suçtur. Ergenekon sanıklarına baktığınız zaman Büyükanıt’ın da onlar içinde olması gerekirdi. Çünkü hem siyasete müdahale etmişti hem de laikliği savunuyordu. Ama tabii e-muhtıra sonunda hükümetin işine yaradı ve ilk seçimde oylarını katladı.
Büyükanıt ve Balbay’ın yaptıklarına baktığınız zaman ortada bir suç varsa o suçu açıkça Büyükanıt işlemiştir. Balbay’ı görevini yaptığı ve karışmadığı birtakım olaylar nedeniyle suçluyorsunuz, ama hükümete muhtıra veren Büyükanıt’a dokunmuyorsunuz. Bu mantıksızlığın daniskasıdır.
- Bütün bu konuştuklarımızdan sonra Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söyleyebilir misiniz?
Sadece bu dava değil, başka davalara da baktığımızda bunu söyleyemeyiz. Türkiye bu haliyle hukuk devleti değil, sadece bir kaba kuvvet devleti (power order). Güç kimin eline geçerse o ne yapacağına karar veriyor.
- Önceki söyleşimizde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse bütün komutanlarının tutuklanmasının Türk ordusunda çok ciddi psikolojik sıkıntılar yaratmasının yanı sıra NATO’nun askeri gücü için de bir tehdit olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ bu görüşte misiniz?
Evet, hâlâ bu görüşteyim. Yapılmaması gereken iki önemli şey var. Birisi siyasetin askerileştirilmemesi, ikincisi de askerin siyasete bulaştırılmamasıdır. Bu son YAŞ toplantısından sonra askerin siyasete bulaştırıldığını açıkça gördük.
Asker liyakat çerçevesinde görev yapmalıdır. Siyasinin beğendiği asker atanacak, beğenmediği ise emekliye sevk edilecek diye bir durum olamaz. Asker liyakat çerçevesinde askerliğini yapar. Liyakat sahibi olmayan bir askeri sırf siyasetçiyle iyi geçindi diye yüksek rütbeli komutanlığa atarsanız o zaman orduyu yıpratırsınız. Türk ordusu NATO’nun ikinci büyük ordusu. Hele de Ortadoğu’nun bu çalkantılı döneminde Türk ordusunu harekât kabiliyetinin yıpratılması NATO’nun askeri kanadına da zarar verir.