Gündem

Müslümanlık solcu olmaya mani mi?

İşçinin Kendi Partisi Üyesi Bedri Soylu yazdı

01 Mart 2021 16:18

İşçinin Kendi Partisi Üyesi Bedri Soylu, "Müslüman-Sol Bir Siyaset İçin Kayıp Anahtar Nerede?" başlıklı yazısında "kapitalizme açıktan mesafe koyan, emek siyasetini gözeten, eşitlik fikrini kuşanan, sosyalist etiketini benimsemekten gocunmayan toplumcu ve halkçı bir Müslümanlık hâlâ tabu gibi görülmeye devam ediyor" yorumunu yaptı. 

İslam'dan önce de dini bir toplum olduğunu, bu dinin yaşattığı eşitsizlikler ve adaletsizlik nedeniyle İslam'ın bir hayat alanı bulduğunu belirten Bedri Soylu "Meseleyi böyle okuduğumuzda İslam’ın sol ile irtibatını anlamsızlaştırmak için ortaya konulan itikadi ya da tarihi izahlar anlamını kaybedecektir" değerlendirmesinde bulundu. 

Bedri Soylu'nun yazısından bir bölüm şöyle: 

"Dinin toplumlar ve halklar için “modasının geçmesiyle” birlikte, modernizmle malul ulus devletlerin teşekkülü aynı dönemlere rastlar. Dini terkiplerle toplumsal tahakkümü ve otoriteyi sağlayan imparatorluklardan çıkış ve geleneksel yönetimlerin tasfiyeleri aynı zamanda dinsel terkiplerin de siyasal alandan uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Toplumların kapitalizmin süregiden saldırısına ürettikleri cevap ise modernleşme ve ulus adını verdikleri cemaatlere sığınmak oldu. Ulus sığınağı ile kapitalizmi denge noktasında buluşturan ise ulus devletler mefhumuydu. Bunlar olurken bazı düşünürler 20. yüzyılın başından itibaren dünyanın metafiziğini kaybettiğini ilan etmişlerdi. Dünya günden güne tekdüzeleşiyor ve mekanik olana verilen kıymet artıyordu. Bunun bir mesele olduğunu Bloch gibiler görmüştü, Polanyi’nin toplumların sergiledikleri tepkiye dair tespitleri ise yüzyılın sonuna doğru gözetilmeye başlandı. (Burada Büyük Dönüşüm’ün mütercimi Ayşe Buğra’ya selam göndermek anlamlı olacaktır.) Metafizik terkiplerin modernizme yazılan sol siyasetle ilişkisinin istisnai bir görüntüsü olarak Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi ve İran’daki Halkın Mücahitleri gibi teşekküllerin ilk dönem siyasetleri söylenebilir. Ancak bu durumlar burada çizdiğim izleğin dışındaki rotaların neticesi gibi duruyor. Özetle Türkiye dahil dünya sistemiyle konuşan birçok toplumun siyasetinde ulus devlet fikri ve laiklik/sekülerlik yükselirken, din mefhumu kenara itildi. Sol/sosyalist terkipler ise dönemin modasına uygun olarak ulus-içi ve seküler dilleri kuşanır oldular. Dini anlatıların siyasal alanda etkili olarak dahiliyetlerini ise Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra görür olduk ve bilime yenildiği düşünülen dinler, muharrik ve teşvik edici olarak siyasette belirleyici olmaya başladılar. Halbuki bilim ve din hiçbir şekilde birbirlerine ikame olabilecek istidatlara sahip değillerdi. Materyalizm ifadesi ile yeryüzüne dair ve yeryüzü için teklif edilen siyaset ile bir afyon ve halkı uyutma işlevselliği yüklenen dinsel mistisizm için bu gibi bir ikame ilişkisi gözetilebilir belki; ancak din versus bilim karikatürleştirmesi oldukça eksik kalıyor/du.

"Milli Görüş siyaseti devletçi diline rağmen..."

90lardan sonra din ile siyaseti bir araya getirdiği için “siyasal İslam” denilen ve etkisi toplumsallaşabilen Milli Görüş siyaseti Türkiye özelindeki görüntülerden biridir. Milli Görüş siyaseti devletçi diline ve müesses nizama gönderdiği onca selama rağmen yükselen ve derinleşen neo-liberalizmle pek de uyumlu olmayan bir dinsel siyaset teklif ediyordu. Ekopolitik tahayyülü piyasacı dünya için matah bir görüntü vermiyordu ve kırpılmalıydı. 28 Şubat müdahalesinin ve öcüleştirilen bir dinselliğin resmi olarak Erbakancılık böyle bir durumun neticesiydi. Demirel’in Kuran’daki bazı ayetlerin çağa cevap vermediği için kaldırılması gerektiği yönündeki teklifi de böyle bir döneme denk geliyordu. Yani dinsel olanın gücü sermaye tarafından da fark edilmişti ancak biraz restorasyona ihtiyaç vardı.

Post-Selametçiliğin, Selametçilik dışında kalan ve siyasete göz kırpan İslamcı görüntülerin ve Gülenciliğin ekonomik liberalizmle uyumlu ve dünyayla konuşan bir formda siyasete taşınmasını ise 2000lerin başında AKP siyaseti ile gördük. Din dilini kuşanarak herkese huzur sağlayabilecek demokrasi tahayyülü, kapitalizmi olmazsa olmaz görerek işe koyuldu. Zaman içerisinde kapitalizmin doğası gereği ortaya çıkan krizler ve emek sömürüsü, günden güne AKP siyasetinin ana karakteri olarak da anlam kazandı. “Değerli yalnızlık” dedikleri despotlaşarak faturayı emekçiye ve topluma yıkma siyaseti ise liberal bir kapitalizmden devletçi ve despot bir kapitalizme yelken açılmasına neden oldu. 2008’de başlayan ve muhtemelen gayrı meşru yollarla tedarik edilen dış borçlar ve yağmaların neticesi olan, “kaynağı belirsiz” akar suyunu çekince, yağmacı düzen derinleşen bir despotluğa yelken açtı. Açıkçası artık AKP siyasetini tartışmaktan çok AKP ile birlikte teklif edilen kapitalizme uyumlu Müslümanlık tahayyülünü tartışmamız gerekiyor.

"AKP siyasetinin Müslüman topluma attığı en büyük kazık..."

Özetleyelim, AKP siyasetinin demokratikleştirme yalanıyla birlikte Müslüman topluma attığı en büyük kazık, Müslümanlık için kapitalizmi olmazsa olmaz ve normalmiş gibi kabul ettirebilmesidir. AKP öncesinde bu ülkenin dindarları banka reklamı var diye banklara bile oturmaya mesafeli olabiliyordu. AKP ile birlikte faize, banka sistemine ve kredi kartına dibine kadar battık. Zayıf, teorisi tam yapılmamış, bilinç düzeyi pekala tartışılır ama pratik olarak kapitalizmi hazmedemediğini gösteren bir toplumun direnci AKP ile birlikte kırıldı. Sonrasında işçiler için cehenneme dönüşen, taşeron çalışan ve asgari ücretle geçinenler ülkesine dönüştük. (Şimdilerde Babacan siyaseti AKP’nin ilk dönemlerindeki bu sözümona başarı hikayesini sahiplenerek siyaset sahnesine atıldı. Yine demokrasi ve hukuk vaadinin arkasındaki kirli kapitalizmi tahkim niyetini gizleyerek…)

AKP’nin teklif ettiği siyasete Müslümanlığı anlamlı bir olgu olarak görenler tarafından ciddi itirazlar geldi. Bu anlamda erken sayılabilecek örnekleri de biliyoruz. Mesela 2007’de Mehmet Bekaroğlu ve Cem Somel gibi isimlerin öncülüğünü üstlenerek neşrettikleri Doğudan Dergisi zikredilebilir. Dergi cepheden bir karşı çıkış sergilemese de mevcut sükunet ve tartışma ortamında farklı bir tahayyülü teklif etmişti. Ayhan Bilgen ve Mehmet Bekaroğlu gibi isimlerin yine o dönemlerde ortaya attığı Müslüman-Sol bir siyasi parti teklifi de anlamlı bir örnek olarak zikredilmeli. Bu arayışın devamı olarak 2010’da teşekkül eden Has Parti’den de bahsetmek gerekir. 2011’de Zeki Kılıçarslan’ın öne çıkardığı bir fikirle teşekkül eden, hiyerarşik örgütlenme modellerini işletmeden bugüne kadar gelen ve Lüks Otel Önü İftarları ile medyada görünürleşen, Casper ve Ülker işçilerinin direnişinde aktif olarak yer almış olan Emek ve Adalet Platformu girişimi, bu girişimden ilhamla vücut bulan ve İhsan Eliaçık’ın öncülüğüyle büyüyen Anti-Kapitalist Müslümanlar girişimi ve TOKAD gibi yerelden çıkarak 1 Mayısları kutlama cüretkarlığıyla görünürleşen yapılar, AKP’nin teklif ettiği kapitalist ve sağ politikalara alternatif oluşturma amaçlarına matuftu. Geldiğimiz noktada bu gayretlerin akim kaldıklarını ve hala toplumsal siyaset için tecrübe edilmemiş olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Pratik olarak etki kapasiteleri tartışılsa da bu gibi teşekküllerin söylemsel anlamda zaruri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü kapitalizm ve emek sömürüsü, çoğunluğu Müslüman ve Türk olan bu toplumu ezmeye devam ediyor.

"Sosyalist etiketini benimsemekten gocunmayan Müslümanlık..."

Vardığımız nokta itibarıyla kapitalizme açıktan mesafe koyan, emek siyasetini gözeten, eşitlik fikrini kuşanan, sosyalist etiketini benimsemekten gocunmayan toplumcu ve halkçı bir Müslümanlık hala tabu gibi görülmeye devam ediyor. Ali Babacan siyasetinin özellikle dindar çevrelerde gördüğü teveccüh de bu anlamda oldukça manidar.

Maalesef Müslümanca ve devlet dışı bir siyaseti teklif edenlerin ekonomik liberalizmi pek de mesele etmediklerini görüyoruz. İslamcı çevreler içinde AKP siyasetine entegre olmayıp müstakil duruş sergileyen insanlar hala mevcut ve bu insanların söyledikleri büyük oranda toplumun genelinin pek de hazmedemeyeceği türden değil. Müslüman kalarak demokrasi, hukuk, insan hakları, adalet gibi vurguları yapmaya devam ediyorlar. Bu vurguların AKP siyasetinin ilk dönemlerindeki söylemlere çok benzediğini elbette görmek gerekir. Bununla birlikte AKP erozyonuna ve deformasyonuna rağmen hala söyleniyor olmasının kıymetini de teslim etmek gerekiyor. Ancak liberal tezler içinde kalan söylemleri ortaya koyanların samimiyetlerini sorgulama hakkımız olmasa liberalizme yaslanan bir söylemin yanlışlığını teslim etmek durumundayız. 

Bir somut örnek üzerinden devam edeyim, AKP’den bağımsız bir İslamcılık iddiasını sahiplenen, kapitalizmle meselesi olduğunu birçok kez belirten müstakil aydınların teşekkül ettirdiği Farklı Bakış adlı oluşumun Mutabakat Metni bu anlamda bize çokça veri verecektir. Metin çoğu konuda hakkaniyetli bir söz iddiasında ancak ekonomi modelinde liberal tahayyülün dışında bir söylem ile karşımıza çıkmıyor. Ekonomik perspektifin toplumsal dönüşümdeki anlamını düşündüğümüzde sıralanan sekiz kısa maddenin yeni hiçbir şey teklif etmediğini ve AKP’nin ilk dönemdeki restorasyon vaatlerini hatırlattığını söylemek durumundayız. [1] Bu spesifik örneği bazı yazarlarını ciddiye alarak takip ettiğim bir mecrada bile bir tahayyül sorununun ortaya çıkabildiğini göstermek için verdim. Halihazırda AKP siyasetinden rahatsız olan şehirli İslamcıların çoğunda da ciddi bir Babacan siyaseti sempatisi var ve kapitalizmi somut anlamda mesele etmediklerine dair çokça işaret görüyoruz. Açık konuşmak gerekirse, kanaatimce Müslümanlar, başımıza gelenlerde büyük payı olan ve toplumları dönüştüren ekonomik liberalizmin dışında bir tahayyülü ortaya koymadan müstakil bir zemine kavuşamayacaklar ve AKP siyasetinden koparak hareket alanı bulan bir istidadı kuşanamayacaklar.

Müslümanlık solcu olmaya mani mi?

Meseleyi itikadi boyutlar ve ahkam üzerinden tartışmak bizi pek bir yere götürmeyecektir. Zira öne sürdüğünüz argüman ne kadar ikna edici olursa olsun, tercihler ve inanışlar kolayca değişebilecek mefhumlar değil. Din olgusunun mahiyeti ve toplumlardaki tebarüz edişini somutlaştırarak konuşmamız gerekiyor.

Din mefhumu salt fıkıh ve kurallar bütünü ya da salt kurumlardan ibaret değildir. Daha kuşatıcı bir etkiye sahiptir. Toplumun hissiyatı, siyasi tercihleri, tutum alışları, otorite görüntüleri, ritüelleri, asabiyeleri, eşya ile ilişki kurma biçimleri ve daha birçok şey din olgusunun etki alanı içindedir. Bu anlamıyla din her toplum için geçerlidir ve bireysel inanç ve bazı temel metinler ile sınırlanamayacak kadar geniş kapsamlı ve katmanlıdır. Böyle değerlendirdiğimizde toplumsal ve her zaman cari olan bir olgudan bahsetmiş oluyoruz.

Bütün dinler toplumsal ilişkilerin tıkanma yaşadığı ve işlemez olduğu dönemlerde ortaya çıkar ve bir haklı isyanı barındırarak ve kuşanarak kitlesel hale gelir. İslam’dan önce de dini bir toplum vardı ve bu din yaşattığı eşitsizlikler ve adaletsizlikler nedeniyle işlemez hale gelmişti. İslam buna dair bir söz söyleyerek hayat alanı buldu. Meseleyi böyle okuduğumuzda İslam’ın sol ile irtibatını anlamsızlaştırmak için ortaya konulan itikadi ya da tarihi izahlar anlamını kaybedecektir. Samimi ve kompleksiz bir Müslüman olan Aliya İzzetbegoviç’in alıntıladığım cümlesi kanaatimce meseleyi özetlemek için fazlasıyla yeterlidir. Özetle yazının başından beri, temel bir tutuma tahvil ettiğimiz iki kavramın birlikteliği, iyiye ve güzele çağırdıkları müddetçe pekala anlamlıdır ve bu birliktelik kesinlikle eklektik değildir."