Gündem

Murat Belge: Komuta kademesi tehditkâr jestler yapmıyor, ama Menderes'e de yapmıyordu

Genelkurmay’ın her medeni ülkede olduğu gibi, Savunma Bakanlığı’na bağlanması bile yapılmadı

22 Şubat 2015 20:58

Taraf gazetesi yazarı Prof. Murat Belge, “Şimdi Silâhlı Kuvvetler’in komuta kademesi Büyükanıt ya da Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduğu evrelerde olduğu gibi tehditkâr jestler yapmıyor, gözle görülür bir “vatan elden gidiyor” telâşı yok. Bu, tabii, iyi bir şey. Ama Adnan Menderes Başbakan’ken de böyle şeyler yoktu” dedi.

Murat Belge, yazısında “Sivil otoriteyi tanıyan bir Genelkurmay Başkanı (Erdelhun) ve çeşitli generaller doldurmuştu üst komuta kademelerini. Nitekim darbe gerçekleştikten sonra, bunlar hem ağır hakaretlere uğradılar, hem de ağır cezalara çarptırıldılar” ifadelerine yer verdi.

Belge, “Bunca yıldır şu sayıda darbe yapmış ya da müdahalede bulunmuş bir ordunun, bu şekilde oluşturduğu ideolojinin kaynaklarını kurutmak üzere bir şey yaptı mı bu hükümet? Gidip insanları kovuştursun, fişlesin falan demiyorum elbette. Böyle işlerden anlamlı sonuç çıkmaz. Ama o ideolojinin sivil bir ideolojiye yerini terk etmesi zorunlu ve bu gibi konularda hiçbir şey yapılmadı, yapılmıyor” görüşünü dile getirdi.

Murat Belge’nin Taraf gazetesinin bugünkü (22 Şubat 2015) nüshasında yayımlanan, “Darbenin ideolojik kaynakları” başlıklı yazısı şöyle:

 

‘Darbenin ideolojik kaynakları’

 

Geçmişimiz askerî müdahalelerle dolu ama siyaset biliminin literatüründe “askerî darbe” terimiyle anlatılan eylem, bunların arasında fazla yer tutmuyor. “27 Mayıs” için “darbe” diyebiliriz. Talat Aydemir’in eylemleri “darbe girişimi”dir. Daha uzak geçmişte Sultan Aziz’in hal’i de “darbe” sayılabilir. Ama 12 Mart, 12 Eylül başka bir kategori oluşturuyor.

Osmanlıca “halâskâr”, Türkçe’de “kurtarıcı”… Bu, Ordu’nun kendisine yakıştırdığı sıfat, Türkiye’de. “Halâskâr Gazi” denince, bundan Atatürk anlaşılıyor. Ama “gazi” kısmını kaldırdığımızda, sıfat, Ordu’nun sıfatı. Ordu kendisi böyle görüyor, topluma da böyle görmesini bildiriyor.

27 Mayıs’tan sonra, Silâhlı Kuvvetler, böyle bir olayın tekrar etmesinin Ordu için gerekli disiplini bozacağını haklı olarak düşündüler. Aydemir’in iki girişimi doğru düşündüklerini kanıtladı. Derken 12 Mart’a gidişte de benzer bir süreç oldu. 9 Mart yerine 12 Mart olunca , “Emir- komuta zinciri içinde” ideali gerçekleşmiş oldu. 12 Eylül’de artık kesinleştirilmiş bu yapı içinde oldu.

Böylece, Ordu, Türkiye’nin “iktidar bloku” içindeki belirleyici, güdümleyici yerini bir kere daha ilân etmiş, tescil etmiş (yeni Anayasa ile) oldu. Ordu içinde üç beş albayın, yarbayın değil, bir bütün olarak Ordu’nun yeri, rolü…

Bunlar büyük ölçüde “kurumsal” süreçler. Ama bir de Silâhlı Kuvvetler’i oluşturan insanların, subayların, ideolojileri var. Kendilerini nasıl görüyorlar, toplumu nasıl görüyorlar, toplumla ilişkilerini nasıl görüyorlar?

Her teğmenin gönlünde bir Atatürk yattığını, “halâskârlık” rolünün evrensel bir özlemi yansıttığını bilmesek de tahmin ediyoruzdur herhalde.

Türkiye’nin ciddi bir toplumsal dönüşüm aşamasında, 2002 seçiminde, AKP iktidara geldi ve siyasî düzeyde beklenmedik gelişmeler (daha doğrusu, iyi gözlemlenmemiş gelişmelerin beklenmedik sonuçları) oldu. Orgeneraller ve bir Genel Kurmay Başkanı tutuklandı, cezaevine kondu vb.

Bunlarla birlikte üst komuta kademelerine yeni atamalar yapıldı. Sivil otoriteye kafa tutmayan, muhtıra falan vermeyen generallerden oluşan yeni bir komuta kademesi çıktı.

Derken Tayyip Erdoğan “paralel yapı”yla kapıştı. Yargılananlar çıktı; bir tür “normalleşme” oldu. Ama zaten bu yargılamanın pek hukukî gitmediği bundan önce de sezilebiliyordu. Bu davalarda yargılananların kendilerini savunmak için benimsedikleri “Biz bir şey yapmadık! Bize iftira ediyorlar!” çizgisinin geçerli olduğunu düşünmüyorum. Yargılamanın kusuru bu değil, elde olanı iyi ve doğru biçimde ortaya koymayı becerememek, bu arada kendi hesaplarını görme derdine düşüp olmadık insanları (Ahmet Şık ve ötekiler) kilit altına almak gibi işler yapmaktan söz ediyorum.

Her neyse, şimdi Silâhlı Kuvvetler’in komuta kademesi Büyükanıt ya da Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduğu evrelerde olduğu gibi tehditkâr jestler yapmıyor, gözle görülür bir “vatan elden gidiyor” telâşı yok. Bu, tabii, iyi bir şey.

Ama Adnan Menderes Başbakan’ken de böyle şeyler yoktu. Sivil otoriteyi tanıyan bir Genelkurmay Başkanı (Erdelhun) ve çeşitli generaller doldurmuştu üst komuta kademelerini. Nitekim darbe gerçekleştikten sonra, bunlar hem ağır hakaretlere uğradılar, hem de ağır cezalara çarptırıldılar.

Yani böyle bir komuta kademesinin varlığında 27 Mayıs planlandı, örgütlendi ve yapıldı.

Dolayısıyla bu dönemde gene o kademede gerçekleşen değişimin bir “darbecilik” geleneğini yok etmeye yetmeyeceğini savunuyorum. Bu da “yukarıdan aşağıya” dediğimiz bir mantığa uyan, ama aslında “aşağıya” da inmeyen bir düzenleme.

Kaç yıldır tartışılan bir konu vardır: Genelkurmay’ın her medeni ülkede olduğu gibi, Savunma Bakanlığı’na bağlanması. Bu bile yapılmış değil.

Bunca yıldır şu sayıda darbe yapmış ya da müdahalede bulunmuş bir ordunun, bu şekilde oluşturduğu ideolojinin kaynaklarını kurutmak üzere bir şey yaptı mı bu hükümet? Gidip insanları kovuştursun, fişlesin falan demiyorum elbette. Böyle işlerden anlamlı sonuç çıkmaz. Ama o ideolojinin sivil bir ideolojiye yerini terk etmesi zorunlu ve bu gibi konularda hiçbir şey yapılmadı, yapılmıyor.

Bunlara o konuşmamda da değinmiştim. Erdoğan’a eleştirilerimden biri, üstteki kademeyi kendine bağladığında, sorunu çözmüş olduğuna inanması. Böylece o “ideoloji”nin sonuçlarını kendi hizmetine koşabileceğine inanıyor olmalı.

Bunu eleştirerek “darbeci” oluyorum.

Bir de Halk Partisi konusu var. Onu da Salı’ya yazarım.