Murat Belge*
“Söylenti” diye bir şey vardır: ortaya bir hikâye çıkar. Anonimdir. Nereden, nasıl çıktığını da bilemeyiz, çünkü oluşum sürecinde daha henüz “söylenti” haline gelmediği için, varlığının farkında bile değilizdir. Ağızdan ağıza, değişerek, büyüyerek yayılır. Artık “söylenti” haline gelmiştir. O zaman, koşullara göre, yayılmasına bilinçli olarak katkıda bulunanlar da çıkar.
Kabataş’ta saldırıya uğrayan başı örtülü ve çocuklu kadın… Deri elbiseli birileri saldırıyor, hakaret ediyor, üstüne işiyorlar… Ya da birileri Taksim’den kaçıyor, Dolmabahçe Camii’ne giriyor, orada bira içiyorlar…
Bu hikâyelerde “söylenti” ögesi fazlasıyla var. Dolayısıyla “Böyle böyle olmuş” diye başkalarına aktarmadan önce birtakım nesnel olgular barındırıp barındırmadıklarına dikkat etmekte yarar var –tabii, sözünüzün doğru olmasına önem veriyorsanız yarar var.
Taraf bazı etmenler sayıyor: görgü tanığı yok, “çişli” bir giyim verilmemiş yetkililere vb. Bunlar ne kadar doğru, onu da bilmiyorum ama hikâyenin kendisinden daha mantıklı geliyor kulağa.
Cumhurbaşkanı’na öyle gelmiyor. O, kadının hikâyesini nesnel doğru haline getirmiş, “O kadına hakaret ettiler” diye üstüne yeni hikâye yazıyor.
Bunun şaşırtıcı bir yanı kalmadı. Cumhurbaşkanı’nın çeşitli konularda nesnel dayanakları zayıfladıkça, söylediği sözlerin şiddeti artıyor. Örneğin, Abdullah Gül, “Türk tipi başkanlık iyi olmaz” diyor. Cevap, “Bal gibi olur!” Hani çocuklar parkta, kreşte ağız dalaşı yapar: “Benim babam senin babanı döver!” “Nah döver!” “Bal gibi döver!”
Bu da onun kadar inandırıcı.
Belli ki Cumhurbaşkanı’nın Kabataş’ta olduğu söylenen olaya ihtiyacı var. Anladığım kadarıyla bunun bir kanıtı bulunamamış, kameralarda kaydı bulunamamış, avukat çıkmış asılsız olduğunu söylemiş. Ama Tayip Erdoğan dinlemiyor.
Amerika’yı Müslümanlar’ın keşfetmediği söylendiği zaman onu da dinlemiyor; on altı Türk devletinin sonradan uydurulmuş bir efsane olduğu söylendiğinde onu da dinlemiyor. Dolmabahçe’nin imamı “Bira içildiğini ben görmedim” deyince, onu yerinden sürmeye yetecek kadar dinliyor.
Bu arada bir mekanizma işliyor. Bu mekanizmada Tayyip Erdoğan’ın payı nereden nereye kadar uzanır, bilmiyorum, ama ondan bağımsız işlemesine imkân yok.
Aynı gün, yirmi kadar “yazar”, aynı başlıkla, Kabataş yazısı yazıyor.
Bu da sanki Erdoğan’ın “çoğunlukçu” mantığını yansıtan bir senaryo ve rol dağıtımı. Yirmi kişi, otuz kişi birden aynı şeyi yazınca, o şey gerçek olacak. “Bal gibi olacak” yani!
Böylece Tayyip Erdoğan dünyanın gerçek olgularıyla bağını her gün biraz daha kopararak, kendi kafasında kurduğu bir dünyada yaşamaya yöneliyor. Orada kendi istediği dostları (Karayib’de yelken açmış, gördükleri karaya çıkıp bir cami yapıveren Müslümanlar) ve gene kendi istediği düşmanları (sokakta başı örtülü kadın avlayıp üstüne işeyen deri pantolonlu adamlar) ile birlikte yaşıyor.
Bu, aynı başlıkla yazı yazma gösterisi gerçekten de bir şeyler gösterdi. O bakımdan iyi oldu.
Bazı diktatörlüklerde mostralık seçimler olur. Sonra sonuçlar ilân edilir: “Falanca, yüzde doksan sekiz nokta altıyla kazandı” vb. Bu oranlarla aslında diktatörlüklerinin içyüzünü ilân ettiklerinin farkına varmazlar. Çünkü normal toplumlarda böyle “ezici” sonuçlar çıkmaz. Düşüncelere üniforma giydirmeye yatkın toplumlarda olur böyle şeyler.
Kırk kişiye, elli kişiye aynı başlıkla yazı yazdırmak, yazdıranın zihninde nasıl bir toplum idealinin varolduğunu da anlatan bir davranış. Kırk kişiye aynı başlığı attıran, yetmiş milyona da aynı sloganı attırmak hevesindedir.
AKP bu eylemiyle, kendi toplum ideali hakkında önemli bir ipucu vermiş oldu.
Bu yazı Taraf gazetesinde yayımlanmıştır.