Taraf gazetesinde yayımlanan son yazısında Ergenekon davasına yer veren Murat Belge, "Geldiğimiz noktada, bana göre asıl tartışmamız gereken şey, o zihniyeti yeterince yargılayabildik mi? Bu bir. İkincisi, bu zihniyeti ayakta tutabilmek için türlü somut “iş”ler üstlenmiş, dolayısıyla suç işlemiş herkesi, yargılamak bir yana, deşifre edebildik mi? Hayır, bunların ikisini de yapamadık" diye belirtti.
Silivri’de hüküm giymiş kişilerin masum olduğunu düşünmediğini de belirten Belge, "Ama bu olaya, sözgelişi çapı sanık sayısıyla sınırlı bir “hukuk davası”ndan önce bir toplumun kendi tarihinin çok önemli kamburlarıyla hesaplaşması çerçevesinde bakmaktan kendimi alamıyorum. O zaman da, malûm klişeyle, buzdağının göze görünür ucundaki birkaç fenomenle uğraşmış olmanın ötesine geçemediğimiz kanısına varıyorum" diye yazdı.
Murat Belge'nin Taraf gazetesinde bugün (13.08.2013) yayımlanan yazısı şöyle:
Ergenekon'a 'Kuşbakışı'
Ergenekon davasının hükümleri üstüne tartışma sürüyor. Sürecektir. "Ergenekon davası" dediğimiz şey, son analizde "iktidar mücadelesi" diye nitelenecek bir şeyin, oldukça özel koşullarda mahkemede görülür bir “dava”ya dönüşmüş şekliydi.
O iktidar mücadelesi de herhangi bir ülkede iki belli başlı taraf arasında, örneğin Britanya’da Muhafazakâr ve İşçi Partiler, Amerika’da Demokrat ve Cumhuriyetçi Partiler arasında görmeye alışık olduğumuz cinsten bir iktidar mücadelesi değildir. Şimdi saydığım bu partilerin mücadelesinin sonuçları seçimde belli olur. Seçimden biri ya da öbürü kazanarak çıkar, kimse de itiraz etmez...
Oysa burada, daha siyasetin yöntemi üstüne bir anlaşmaya varmış değildik. Taraflardan birinin sürekli uygulamaya soktuğu yöntem darbeydi. Türkiye, Ordu’nun “emir-kumanda zinciri” içinde darbe yapmasının fiilen meşru olduğu bir ülkeydi. Ordu, kendi adamlarının “emir-kumanda zinciri” dışında darbe yapmasına izin vermiyordu (kendi bütünlüğünü korumak için): “emir-kumanda” öyle karar verdiyse, zaten darbeyi durduracak herhangi bir güç yoktu.
Böyle olmasının tarihî nedenleri vardı. O bakımdan anlaşılır bir şeydi. Ama kabul edilebilir bir şey değildi. Demokrasiyi birtakım değerleri olan, o değerleri ayakta tutmak için birtakım ilkeler ve kurumsal yöntemler, teamüller geliştirmiş bir bütünlük olarak kavrıyorsanız, böyle bir yapılanmayı bir “demokrasi” olarak nitelemek mümkün değildi. Öte yandan, periyodik darbe yöntemleri bir “azınlık” iktidarı olmakla birlikte, toplumsal bir tabanları olmadığı da söylenemezdi.
Sonuç olarak, Silivri’de yargılanan bu. Adı, işi, yaşı, cinsi şu olan, bu olan falan sayıda insan yargılandı. Ama bu insanlar, anlattığım bu sistemin içinde ya da yanında yer alan, bunun böyle devam etmesini isteyen kimselerdi. Devam etmesi için kendilerine düşeni yerine getirmiş kimselerdi. Dolayısıyla orada asıl yargılanan, bir düşünce biçimi ve onun çevresinde kümelenmiş çeşitli pratiklerdi.
Geldiğimiz noktada, bana göre asıl tartışmamız gereken şey, o zihniyeti yeterince yargılayabildik mi? Bu bir. İkincisi, bu zihniyeti ayakta tutabilmek için türlü somut “iş”ler üstlenmiş, dolayısıyla suç işlemiş herkesi, yargılamak bir yana, deşifre edebildik mi? Hayır, bunların ikisini de yapamadık.
Bunların ikisini yapamadıksa, ortada, dediğim gibi, adı sanı şu bu olan, belirli sayıda somut insan, bu kocaman olayın tamamının hesabını vermek üzere yargılandı demektir. Bu zaten daha ilk adımda bir adaletsizlik sayılabilir. Örneğin orada İlker Başbuğ var: Türkiye tarihinin yargıya çıkarılmış (üstelik de müebbet hapse mahkûm edilmiş) ilk ve tek Genelkurmay Başkanı. Peki, İlker Başbuğ gibi düşünmeyen, onun benimsediği değerleri benimsemiş olmayan kaç “Genelkurmay Başkanı” sayabilirsiniz bu tarihte?
Yalnız “Genelkurmay Başkanı” falan değil, bütün bir “ocak” bu düşünceleri ve bu değerleri paylaşmasa, dediğim ikili yapı nasıl yaşardı bu ülkede?
Silivri’deki kararları eleştiren koro gibi, hüküm giymiş kişilerin “aslında masum” olduğunu düşünmüyorum. Tabii tek tek durumları bilemem, bunun “önemsiz” olduğunu da söyleyemem. Ama bu olaya, sözgelişi çapı sanık sayısıyla sınırlı bir “hukuk davası”ndan önce bir toplumun kendi tarihinin çok önemli kamburlarıyla hesaplaşması çerçevesinde bakmaktan kendimi alamıyorum. O zaman da, malûm klişeyle, buzdağının göze görünür ucundaki birkaç fenomenle uğraşmış olmanın ötesine geçemediğimiz kanısına varıyorum.