Muhafazakâr sanat olmaz. Sanatın değil sadece, sanatçının da muhafazakârı olmaz! Çünkü tahayyülün, korunması zorunlu sınırları olmaz!
(Muhafazakâr sanat tartışmasına İslami kesimin önemli düşünürlerinden Dücane Cündioğlu da katıldı. Bir dönem Yeni Şafak’ta da yazarlık yapan Cündioğlu’nun izniyle kendi sitesine (http://ducanecundioglusimurggrub u.blogspot.com) Taraf gaztesi yüklediği yazısının birinci bölümünü yayımladı. Yazının ikinci bölümü siteden okunabilir.)
Sanatın varlık nedeni tahayyül. Çünkü insan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi, akledebildiği için değil. Tıpkı gerçeklik gibi, aklın da sınırları var. Bilimin de. Oysa tahayyülün sınırları yok. İster istemez sanatın da.
Sınırlarının olmaması elbette sorumsuzluğundan, keyfiliğinden, naifliğinden değil, bilakis ciddiyetinden, adanmışlığından, göklere doğru düşünmek suretiyle değil hissetmek suretiyle kanatlanmasından.
Descartes’ın düşlerini aktarırken, “Muhayyile, bilgeliğin tohumlarına çiçek açtırır” der peder Baillet. Ne kadar haklı! Hep uçmak, gönlünce havalanmak ister muhayyile. Yaklaşabileceği bütün sınırları aşmak, ve daha yukarıya, daha yukarıya yükselmek ister.
Muhafazakâr sanat olmaz bu yüzden! Başka bir nedenden dolayı değil, sanatın özü gereği olmaz. Eğer kelimelerin haysiyetini korumakta ısrar edeceksek, açıkça ifade etmekten niçin çekinelim: Sanatın değil sadece, sanatçının da muhafazakârı olmaz! Çünkü tahayyülün, korunması zorunlu sınırları olmaz!
Tahayyül, bir başka deyişle abartı, sanatın en temel ilkesi. Bireysel özgürlüğün teminatı. İnsan olmanın sınırlarını genişleten yegane güç. Dünyaya düşene, yani kendisini, belirlenmiş olanın, doğal ve toplumsal yasaların, bitmez tükenmez sınırların ve dahi gerçeğin tam da ortasında bulana, kısaca insana nefes alma olanağı bağışlayan biricik vasıta.
Yasa, Düzen, Dizge, Ahlak.... bu kurumların, özleri gereği belirsizliğe tahammülleri yoktur. Belirsizliğe, yani tahayyüle. Hayalin alıp başını gitmesine. Gönlünce kanatlanıp uçmasına. Sırf bu gerekçeyle, düşünce gücü kadar düşleme gücü de denetim altına alınmak istenir. Vasata uygun olup olmadığı sürekli gözönünde tutulmaya çalışılır.
Sanatın en başından itibaren yasayla, düzenle, genel ahlakla, hatta toplumla başının belada olmasının en temel nedeni bu serazadlığı değilse nedir? Elden bir şey gelmez. Tahayyül dizginlenemez. Sınırlanamaz. Muhafaza edilemez.
Düşünürlerin ve sanatçıların değişmez yazgısı: bir yanlarında zer (altın), bir yanlarında zor (iktidar) ile yaşamak, ve fakat nadiren. Çoğu zamansa, zer’e ve zor’a rağmen yaşamak.
Zavallı sanat! Düşünce ve Bilim, sanatta “gerçeğe ve akla uygunluk” arar, bulamazsa hezeyan der, türrehat der, dudak büker önemsemez. Hukuk, “yasalara uygunluk” arar, bulamazsa, suçlu ilan eder ve hınçla cezalandırır. Toplum ise sanatta “genel ahlaka uygunluk” arar, bulamazsa, dışlar, itibarsızlaştırır, gözden uzak tutmaya çalışır. Yıkıcı görür onu.
Haklıdır. Sanatın yıkıcı yanı, uyumsuz olan yanıdır. Uygun olan, hep bir şeye uygun olandır. Münasip ve mutabık olandır, dolayısıyla makbul ve muteber olan. Ölçüsü nedir bu kabul ve itibarın? Gerçekliğe uygun olması. Yani akla, yarara, çıkara, yasaya. Toplumsal olanın çıkarı genel olandadır: düzende ve dizgede. Sağlam ve sürekli olanda. Katılık ve kalınlık şanından olanda.
Din dilinde hukuksal dizge ve düzenin karşılığıdır Şeriat; haddin ve hududun. Sınırların. Fıkıh (Hukuk) da bu sınırları tayin eden bilimin adı. Vasat ve îtidâlin kaynağı hukuktur. Yasa. Töre. Bu yasanın öğretildiği yer ise medrese. Kenan diyarından Sina çölüne. Normatif aklın yurdu. Kural koyucu aklın. Toplumsal uyumun kaynağı. Düzenin. Dizgenin. Kuralların. Standartların. Müdahale edicidir bu yüzden. Erildir. Her şeyi belirginleştirmek ve kesinleştirmek ister. Kategoriler içinde düşünür. Muğlak ve mübhem olanı sevmez. Meçhul olandan nefret eder. Hele abes? Saçma? Absürd? Duymak bile istemez. Haklıdır. Var olma nedeniyle uyumludur. Özünün gereği budur çünkü. Asfaltta çiçek yetişmez!
Peki ya tekkeler?
Tekke... uyumsuzluğun yurdu. Bir bakıma (görünür) uyumsuzluklar içindeki (görünmez) uyumun. Farklı olanın. Karşıtlığın. İkna olanın değil, ol(a)mayanın. Sağlam ve sabit ve sarsılmaz olanın değil, bilakis sallantıda olanın. Tereddütte kalanın. Endişe duyanın. Karar veremeyenin.
Naz ehlinin mabedidir tekke. İtiraz ehlinin. Eşiği eleştiri. Zemini karşıtlık. İhtilaf havası, suyu. Gözü ise yukarılarda, ta yıldızlarda... Zer de umurunda değildir dervişlerin, zor da. Muhayyilesinin peşinde, yıldızların üstünde, Rahman’ın hemen yanıbaşında. Ayaklarının dibinde. Yasa geçerli değildir onlar için, ünsiyetten pay almışlardır, korku ve heybetten değil. Hz. Davud gibi raksa mütemayil tabiatlarıyla kendi eksenleri üzerinde döner her biri. Evrense onların çevrelerinde.
Niçin Rahim olanın değil de Rahman olanın yanıbaşındadırlar?
Rahim’in merhameti sadece müminlerle sınırlı iken, Rahman’ın merhameti bütün varlığı içine alır da ondan. Rahim olan, kendine inananlara ihsan eder, Rahman olansa inanan-inanmayan bütün kullarına. Rahim’in rahmeti sonuca yöneliktir. Rahman’ın rahmeti başlangıca. Rahim, cennet ehliyle yetinir. Rahman cehennem ehlini de, arafta kalanları da kucaklar.
Sanat, ilkinin değil ikincisinin şefkatini umanların marifeti. Uyumsuzların. Bağırıp çığıranların. Gürültü çıkaranların. İtiraz edenlerin. İnanmakta, kabul etmekte, uyum sağlamakta zorluk çekenlerin. Tutunamayanların.
Sanatçılar dervişlerin kardeşleridir, sıradışıdırlar. Şatahâtları (yasadışı sözleri) çoktur, kabahatleri de, kusurları da. Topluma, toplumsala uyum sağlamakta zorluk çekerler. Düzene. Dizgeye. Vasata.
Medrese, tarih boyunca tekkenin serâzadlığından rahatsız olmuştur. Özü gereği. Çünkü medrese, kuralları öğretir, o kurallara riayet edilip edilmediğini denetleyecek olanları yetiştirir. Toplumsallığın, düzen ve yasanın teminatı hukuk ve siyasettir.
Tekke ise medresenin bu kural koyuculuğundan rahatsızdır. Yine özü gereği. Bütün yaşamı denetim altına alma hırsından bizar olur. Emirlerinden ve yasaklarından. Kadılarından ve kadızadelerinden.
Evsizlerin düşüdür tekke. Yurtsuzların. Kovulanların. Hizaya gelmeyenlerin. Ayar vurulamayanların. Aklın ve gerçeğin kendilerinden talep ettiği uyumu bir türlü gösteremeyenlerin. Dişildir. Narin ve kırılgandır. İseviyet tezahür eder her yanından.
Birinde ilim hükümfermadır, diğerinde irfan. İlim maluma tabidir. Muhatabının kusurlarına diker gözlerini. Tartışmak değil, ne yapıp edip sonuca bağlamak ister. İrfan ise mazerete bakar, muhatabının kusurlarını görmez. Tanışmak, el sıkışmak ister. Olduğu gibi görür, olduğu gibi kabul eder. Dışlamaz. İtmez. Suçlamaz. Sınırı yoktur. Saf müsamahadır. İstese de hor görmez. Çünkü hor olanı görmez.
İki uç, iki kutup, iki taraf. Artıeksi gibiler. Biraraya gelmez görünürler. Zahire bakmamalı, toplulukların ihtilafına aldanmamalı. Birliği topluluklarda değil, toplumun bütününde görmeli.
Sanat tekkede tezahür eder. Arasokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın, muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer’le zor’la olmaz bu yüzden.
İstediğiniz kadar yığın altınları ayaklarının dibine, dilerseniz korkutun, sıraya sokun, hizaya getirin, ayar verin, zer’le zor’la yüksek sanatın o nazlı yüzünü görmeyi asla başaramazsınız.
Bu işin esası tesamuhtur. Her hâlukârda müsamaha. Hoşgörü yani. Musa’nın şeriatıyla olmaz, Hızır’ın irfanına başvurmalı. Ama önce yediuyuyanları uyandırmalı.
Adalet ve merhameti, adına saray denilen o heybetli, o cesim, o korkunç binalarda arayanların vay haline! Adalet ve merhameti halkın vicdanında aramak zorundayız. Vicdanımızda. Meydanlarda değil, kaldırım kenarlarında. Sessizce. İçin için. İki damla gözyaşıyla. Rahim’in değil, Rahman’ın nazarını celbetmek için.
Sanatın mabedinde. Yani gönüllerimizde, ama asla yüreklerimizde değil. İhtiyacımız olan şey cesaret değil, tevâzu.
Süleyman’ın asasına değil, Davud’un neşidelerine ihtiyaç duymalıyız.
Kudret yumruğunu ikide bir karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz. Fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine.
İlim o devasa yolların, metroların bitmesini ister. O kocaman kulelerin, betonların, duvarların tamamlanmasını ister. Hizmet etmek ister. Sonucu görmek ister. Hakkıdır elbet. Amacını yüceltmek ve gerçekleştirmek zorundadır. Lâkin irfan da ne yapsın, çaresizdir, çoklarına zâhiren lüzumsuz gibi görünen kimi ayrıntıların peşinden koşmak zorundadır. Çünkü irfan açısından değerli olan yüksek kuleler dikmek değil, insanı tanımaktır, insanımızı. Ayrıntı deyip de geçmemeli, irfan’ın ayrıntısı insandır. Sanatın ve ilhamın.
İnsanın en büyük eseri kendisidir, eğer anlamını bilirse. Bir devlet adamı için de öyle olmalı. Kendisine ne kadar kızılırsa kızılsın, ne kadar nefret edilirse edilsin, yine de saygı duyulmalı. Dostlarınca değil, bilakis düşmanlarınca.
Secdeye değen sadece alın olmamalı bu yüzden, kalb de sahibiyle birlikte eğilmeyi öğrenmeli.
Muhafazakâr Sanat, varolan değil, varolması istenen (emrolunan) bir sanat tarzının adı. Kendisi yok ama şimdiden birmanifestosu bile var. Çok yazık! Zer de yanında artık, zor da. Farklılıklara tahammülsüz bu yüzden. Karşıt görmek istemiyor.
Halka, geçmişe, geleneğe, değerlere uygunluk bekliyor. Toplum adına toplulukları horluyor. Çokluk ve çoğunluk adına. Seçkinlik tafralarına müsamaha göstermiyor. Alt tarafı entellektüel gevezelikler, bohem havaları, dandy ucuzlukları,dégénéré tavırlar, monden şımarıklıklar...
Sanatçı, muhayyilesinin, yani kendisinin, zatının, özünün peşinden koştuğu sürece, sanat sıradışı, toplumdışı, hatta yasadışı olmaktan kaçınamaz. Muhayyilesinin, yani dizginlenmesi ve denetlenmesi imkansız olanın.
Hukuk’la, Ahlak’la, İktidar’la karşı karşıya gelmeden varolmayı beceremez sanat. Hallerinden şikayet edenlerin canları cehenneme! Huzurla yansınlar.
Kimse yeni anacaddeler açtığı iddiasıyla bu ülkenin arasokaklarını kapatma hakkını kendinde bulamaz! Bulmamalıdır. Bulamamalıdır.
Cumhuriyetin kurucu kadroları Şeb-i Arus törenlerini özelleştirdi de n’oldu? O garibler yıllarca kendi gönül aynalarının üzerinde raksettiler.
Birer bina zannettikleri sözümona tekkelerin kapılarına kocaman demir kilitler asıldı diye, başı kendiyle belada olan dervişler öylece susup neşideler söylemekten vaz mı geçtiler? Asla! Bilakis bazen kırlarda, bazen kuytu kuşelerde, bazen de anacaddelerin ortasında, hem de zabtiyelerin gözü önünde, için için zikrettiler.
Yüksek sesle “Hakk!” dediler.
Lakin ham ervah öncesini duymadı.
Ene’yi. Ben’i. İnsan’ı.