Nuray Mert
Birgün
Bugüne kadar hiçbir dış politika konusu (hatta Suriye) Mısır darbesi ve ardından gelen katliamlar gibi iç politika meselesi haline gelmedi. Doğrusu ben, dış politika konularının, iç politikadan uzak tutulmasını anlamlı bulan biri değilim. İnsanlığa dair kaygılarımıza sınır çizilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Hele yanı başımızda olanlara kayıtsız kalmak söz konusu olmamalı. O nedenle, Irak’ın işgaline karşı ‘Savaşa Hayır!’ kampanyasına ve ardından Doğu Konferansı girişimine katıldım.
Suriye konusunda, Esad ve silahlı muhalefet taraflarına karşı, ‘silahsız çözüm’ önerenlerden yanaydım, ancak bu görüşte olanların sesi, dünyada ve Türkiye’de karşılık bulmadı, bu yönde bir kampanya söz konusu olamadı. Dahası, Suriye konusunda Türkiye’de iktidar doğrudan taraf oldu ve Suriye muhalefetini desteklemek ‘resmi politika’ haline geldi. Bu koşullar altında, dış politika konularında iktidardan farklı ses çıkarmak imkanı kalmadı. İktidarın dış politikası ‘milli politika’ olduktan sonra, iktidardan farklı düşünmek ve bu yönde çaba sarfetmek neredeyse ‘vatan hainliği’ olarak görülmeye başlandı. Dış politikanın, işte bu çerçevede iç politika meselesi haline gelmesi ise fevkalade sorunlu bir mesele. Bu durumda, iktidar olan neyin doğru olduğunu düşünüyorsa, tüm toplumun bu yönde hizalanmasını bekliyor ve hatta dayatıyor, bu noktada dış politika tercihleri tartışmasız hale geliyor ve iç politikaya baskı ve dayatma halinde yansıyor. Böylesi bir durumun bir diğer mahsuru ise, iktidar tercihlerinin bedelini tüm toplumun ödemek durumunda kalması.
İktidarın son olarak, Mısır’da yaşanan darbe ve katliam karşısında aldığı tavır ise, daha doğrudan iç politika tartışması haline geldi, zira iktidar Gezi olaylarını ve kendisine karşı muhalefeti, Mısır darbecileri ile özdeşleştirme yoluna gitti. ‘Saray yazıcıları’ bu yönde demediklerini bırakmadılar ve sonuçta, Mısır’da yaşanan kriz ve trajedi, Türkiye’de iktidarın muhalif sesleri susturma aracı haline geldi. Beni en çok üzen noktalardan biri de, Mısır’da darbe ve katliamlar karşısında yükseltmemiz gereken sesin, iç politika tarafı olmaya endekslenmiş hale gelmesi. Bu durum, tabii ki, Mısır’da yaşanan insanlık suçlarına sessiz kalmaya gerekçe olmamalı, ancak hakkaniyetli bir tavrın, bir yandan iktidarını pekiştirme derdinde olanlar ve diğer yandan iktidara yaranmak adına ‘rabia’ işareti ile poz verenlerin riyakar çabalarının gölgesine düşmesi bana çok yaralayıcı geliyor.
Seçmece insanlık gösterilerinin çelişkilerine ise şimdilik hiç girmeyelim. Zira, iktidarın demokrasi, insanlık ve idealist dış politika iddialarının fevlakade ‘seçmeci’ olduğu bir gerçek. Diğer yandan, bu gerçeği ileri sürerek, başka bir seçmececilik içine girme sorunu da diğer bir gerçek. Doğrusu, ne Mursi yönetimi Mısır’da demokrasinin zaferi oldu, ne de Müslüman Kardeşler örgütü demokrasiyi tam anlamıyla içine sindirmiş bir hareket. Dahası, demokrasi de sadece seçimler ve sonuçları değil ama, ‘sandık herşey değil’ bahanesi ile seçimle başa geleni alaşağı etmeye aklı yatanlar, demokrasi fikrine Müslüman Kardeşler’den daha uzak diye düşünüyorum. Bu kafada olanların işi katliamlara, tutuklamalara, sindirmelere vardırmaları bu açıdan sürpriz olmamalı.
Bu denli büyük çaplı ve de tartışmalı konularda, ister istemez siyasi tutum almak öncelikli hale geliyor, olayları analiz etme işini bazen ertelemeyi gerektiriyor. En azından, bu benim için böyle, o nedenle, son zamanlarda Ortadoğu ve münhasıran Mısır üzerine mesafeli bir değerlendirme yapmaya henüz elim varmıyor. Ama nasılsa daha çok ama çok uzun süre Ortadoğu konuşacağız, ‘Ortadoğu uzman’lığı adına dolaşıma giren ve siyasal tarafgirlikle beslenen bilgi kirliliğini de!
Bugün CHP Genel Başkanı’nın Irak gezisine katılan bir grup gazeteci ile Bağdat’a gidiyorum. Sağ salim dönersem, devamını o zaman getiririz.