T24 - Alper Görmüş, Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni'yken yayımladığı "Darbe Günlükleri" arasında yer almayan bir notu ilk kez okurlarıyla paylaştı. Halen tutuklu yargılanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'e atfedilen "Darbe Günlükleri"nde Milli Güvenlik Kurulu'na ilişkin olarak yer alan nota göre, toplantıda askerler ile Başbakan Tayyip Erdoğan "misyonerlere karşı mücadele edilmesi" için ortak noktada buluşuyor. Ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, "devletin bütün dinlere karşı eşit mesafede durması gerektiğini" vurgulayarak "misyonerlere karşı mücadelenin laiklik karşıtı bir tutum olacağını" belirterek bu uzlaşmaya karşı çıkıyor.
Malatya'daki Zirve Yayınevi katliamıyla (18 Nisan 2007) ilgili olarak dört yıl sonra gelen tutuklamalar ve bilahare, 2003-2007 arasındaki misyonerlik karşıtı kampanyanın fikri zeminini döşeyen ilahiyat hocalarının ev ve işyerlerinde yapılan aramaların davet ettiği tartışmaları ne yazık ki gerçekleştiremedik. Çünkü Zirve tutuklamaları Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutuklanmalarına gösterilen tepkinin; ev aramları ise Şık'ın kitap taslağına yönelik seferberliğin gölgesinde kaldı.
Oysa her iki gelişme de bize, 2003-2007 arasındaki misyonerlik karşıtı devlet kampanyasını hatırlamak, tartışmak ve oradan gerekli dersleri çıkarmak hususunda esaslı bir imkân vermişti.
Ortalık duruldu, Zirve tutuklamaları ve ilahiyat hocalarının ev aramaları unutuldu ama ben yine de 2003-2007 arasını sizlere hatırlatmaya, ardından da birlikte düşünmeye davet etmeye karar verdim... Buyurun...
Devlet merkezli bir kampanya
Yukarıda “misyonerlik karşıtı devlet kampanyası” dedim... Öyleydi gerçekten; kampanyanın merkezinde doğrudan doğruya devletin merkezi olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) vardı. MGK, Türkiye'deki misyoner faaliyetlerini “milli birliğimize” yönelik büyük bir tehlike olarak görmüş ve bunu ilan da etmişti.
Kampanyanın görünürdeki amacı, “Müslümanların Hıristiyan misyonerlerce kandırılmasına engel olmak”, yani bir anlamda “dinimiz”i korumaktı.
Görünürdeki amaç buydu ama, gerçek amaç Türkiye'de “dini gericiliğin” yükselmekte olduğu, “Hıristiyan düşmanlığının” alıp başını gittiği yönünde bir algı yaratmak ve bu yolla Batı'yla Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) arasındaki mesafeyi açmaktı.
Başta ABD'li Neo-Con'lar olmak üzere Batı'daki bütün yeminli İslam düşmanları, Türkiye'de misyonerlere karşı yürütülen kampanyayı “radikal İslam'ın yükselişi” olarak sunabilmek için yoğun bir çaba içine girdiler. İslam'ın zaten “olağan şüpheli” olması ve bir sürü derdi bulunan Batı kamuoylarının Türkiye'de nelerin olup bittiğine dair nüanslı bir algıya sahip olamaması gibi nedenlerle, plan mükemmel bir biçimde işledi.
Oysa hakikat nüanslarda gizliydi ve şöyleydi: Devletin merkezinden başlatılan kampanya, toplum düzleminde “dincilik” tarafından değil, “milliyetçilik”, daha doğrusu “ulusalcılık” (dinden soyundurulmuş milliyetçilik) tarafından yürütülüyordu. Kampanyanın fikri zemini ise, yukarıda da dediğim gibi İslam'dan ulusalcılığa devşirilmiş ilahiyat hocaları tarafından döşeniyordu.
Geçtiğimiz hafta evi arananlardan biri olan Prof. Zekeriya Beyaz, o dönemdeki faaliyetlerine bugün de sahip çıkıyor:
“Doğrudur aslında, ben misyonerlere karşı halkımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı sürekli uyardım. (...) Türkiye'de çok sayıda ev kiliseleri açıldı. Çocuklarımızın nicelerini Hıristiyan yaptılar, bunlara karşı duramadık. Bundan 5-6 yıl önceki o yoldaki mücadelemizi de bugün suç olarak karşımıza çıkartıyorlar." (O böyle konuştuktan bir gün sonra, “dinci” televizyon kanalında Ahmet Kekeç ve Turgay Güler Türklerin Almanya'daki camilerini, Müslümanlaştırılmış Almanların sayısının Hıristiyanlaştırılmış Türklerden kat be kat fazla olduğunu hatırlatıyor, misyonerlerin Türkiye'de özgürce faaliyette bulunabilme haklarından söz ediyorlardı.)
Elbette bazı İslami çevreler de katkı veriyordu bu kampanyaya, hatta bir adım daha atıp AK Parti hükümetinin de kampanyanın pasif bir parçasını oluşturduğunu söyleyebiliriz. AK Parti kısmen görevi saydığı “dini korumak”, kısmen de iktidarının başında MGK'da askerlerle ortak bir noktada buluşmuş olmanın sevinciyle “misyonerliğe karşı kampanya”nın ardındaki planı sezemedi.
Darbe Günlükleri'nin Nokta'da yayımladığımız bölümünde yer almayan, ilk kez burada aktaracağım bir pasaj, AK Parti'nin devlet merkezli misyonerlik kampanyası karşısındaki pozisyonunu ve ruh halini mükemmel bir biçimde gösteriyordu (23 Ocak 2004, MGK toplantısı):
“Çeşitli irticai ve bölücü hareketler ile misyonerlik faaliyetleri anlatıldı. Takdimin sonunda Devlet Bakanı M. Ali Şahin söz alarak; misyonerlik faaliyetinin çok tehlikeli olduğunu, bunun önlenmesi gerektiğini ifade etti. (...) Söz alan Başbakan, misyonerlik ile mücadelenin iyi müslüman yetiştirmek olduğunu, bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yayınladığı Kuran kursları yönetmeliğinin bir gereklilik olduğunu ama bu konunun yanlış anlaşıldığını belirtti. (...) Söz alan GB (Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök kast ediliyor -A. G.) bence söylenenler laiklik karşıtı. Hükümet olarak ülkede dinlere karşı eşit uzaklıkta durması ve aynı tarzda muamele edilmesi gerektiğini söyledi.”
Son cümle bozuk ama anlamışsınızdır: Genelkurmay Başkanı Özkök, “misyonerlere karşı mücadelede”de ortak bir noktada buluşan hükümet ve komutanlara, savundukları şeyin laiklikle bağdaşmadığını hatırlatıyor haklı olarak.
Taraf'ta yayımlanan WikiLeaks belgelerinin misyonerlerle ilgili bölümü de, AK Parti'nin, kendi kuyusunu kazmak için üretilen bu “tehlike”nin gerçek niteliğini kavrayamamak bir yana, kuyu kazıcılara kazma da yetiştirdiğini ortaya koyuyor. Okumuşsunuzdur, o dönemde ABD'li diplomatlar bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütülen misyonerlik karşıtı propagandanın şiddete yol açabileceği hususundaki kaygılarını hükümete açık bir biçimde iletmişler. Ne kadar haklı olduklarını, sonraki boğazlamalardan, cinayetlerden anlayabiliyoruz.
Yıllar sonra, Ergenekon tutuklusu Sevgi Erenerol'un yüksek rütbeli askerlere verdiği “misyonerlik dersleri”ni okuduk Ergenekon belgelerinde... AK Parti'nin o dönemdeki anti-misyoner kampanyaya verdiği desteği bu belgelerin ışığında değerlendirdiğimizde, manzara çok daha hazin görünüyor.
Hrant Dink'ler konuşabilseydi...
AK Parti ve hükümet o dönemdeki tutumunun akıl dışılığını ne zaman anlamıştır, bunu bilmiyoruz... Belki ancak misyonerlere, Hıristiyan din adamlarına ve azınlıklara fiili saldırılar başlayınca... Belki Ergenekon soruşturmasıyla birlikte anti-misyoner kampanyanın bıçakla kesilmiş gibi bitmesinden sonra... Belki de ancak bu çerçevede hazırlanan eylem planları (bilhassa “Kafes” eylem planı) ortaya çıkınca, yani 2009'dan sonra...
AK Parti o yıllarda, bir yandan da Batı'ya, kendi iktidarının Hıristiyan din adamlarına ve azınlıklara yönelik saldırılarla hiçbir ilişkisinin bulunmadığını anlatmaya çalışıyordu.
Tabii, İslamiyetle ilgili ezberleri gitgide katılaşmakta olan Batı kamuoyları üzerinde hiçbir etki yapmadı bu savunma. Onların aklı, en kuvvetli vurguyu “laiklik” üzerine yapan bir ideolojik-siyasi çizginin misyonerleri düşmanlaştırma, azınlıkları düşmanlaştırma gibi faaliyetler içinde olmasını almıyordu.
Aslında Batı kamuoylarına bunu en iyi, işin aslını topraktan-hayattan öğrenen ve bizzat kendilerini tehdit altında hisseden o hıristiyan din adamları, azınlıklar anlatabilirdi. Fakat ne yazık ki AK Parti o zamanlar onların konuşmaları için, dünyaya tehdidi nasıl algıladıklarını anlatmaları için yapılması gerekenleri yapmadı. Eh, onlar da sesleri çıkarsa “yerleri bellenir” diye susmayı tercih ettiler. Oysa ihtiyaç duydukları atmosfer sağlanabilseydi, aşağı yukarı Hrant Dink'in ABD'li diplomatlara not ettirdiği gibi konuşacaklardı (yine Taraf'ın yayımladığı WikiLeaks kriptolarından):
“Türkiye’de hangi siyasi partinin ‘gerçek laikliği’ temsil ettiği sorulduğunda, Dink 'AKP' cevabını verdi. Bir dinî azınlık mensubu olarak, İslam eğilimli bir partinin gücünü artırmasından korkup korkmadığı sorulduğunda ise 'Hayır' dedi. Kemalizmden vazgeçmenin Şeriat düzenine yol açmayacağından neden bu kadar emin olduğu sorulunca, Dink’in cevabı, 'Bunun bizi Şeriat düzenine değil ama demokrasiye götüreceğine inanıyorum' oldu. Buna niye inandığı sorulduğunda ise, Dink, 'Kemalistler demokratik değil. Ben Ermeni olduğumu söylediğim için Kemalist bir devlet tarafından yargılandım. İslamî bir yönetimle böyle bir tecrübem hiç olmadı' dedi.”
Benim bu hikâyeden çıkardığım ders şu: 2003-2007 arasındaki anti-misyoner kampanya, vesayet rejimini sürdürme ve darbelere zemin hazırlama amacıyla kullanılan üç kadim korkuya (irtica-komünizm-bölücülük) eklemlenmiş nispeten daha küçük çaplı, konjonktürel, ama hayli etkili bir korku nesnesi olarak kullanıldı.
Misyoner korkusu artık etkili değil ve yeniden tedavüle sokulabileceğini sanmıyorum.
Fakat anladık ki, rejim, temel ve sürekli korku nesnelerinin yanı sıra geçici ve konjonktürel korku nesneleri üretme ve onları kullanma yeteneğine sahiptir. Yani, şapkadan her an yeni bir korku nesnesi çıkartabilir!