Gündem

Metropoller CHP’nin!

Erdoan'ın verdiği rakamsal ifade kamuoyunda 'AKP oy mu kaybediyor' sorusuna neden oldu...

04 Nisan 2011 03:00
T24 - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin genel seçimde 315-335 arası milletvekili çıkarmasını beklediğini söyledi. Oy oranı vermeyi sevmediğini belirten Erdoğan, “Yıldızları hiçbir zaman saymadım. Seçim günü ortaya çıkar” dedi.  


Erdoan'ın verdiği rakamsal ifade kamuoyunda 'AKP oy mu kaybediyor' sorusuna neden olurken; Milliyet gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş, bugünkü (4 Nisan 2011) yazısında o rakamın nedenini açıkladı.


Erdoğan neden 315 dedi? 

Erdoğan’ın seçimde milletvekili beklentisini 315’e düşürmesinin nedeni, Ak Parti’nin oylarındaki düşüş değil, YSK’nın büyükşehirlere düşen vekil sayısını arttırması. Metropollerdeki artış CHP’ye yarıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta Londra’dan dönerken uçakta beraberindeki gazetecilere Haziran’daki genel seçimlerdeki milletvekili beklentisini “315 olabilir” diye aktarması, siyasette bomba etkisi yarattı.

Bu zamana kadar hükümetten “Hedefimiz yüzde 50” lafını duymaya alışmış medya için, 315 ciddi bir düşüş demekti. Gerçi Erdoğan aslında “Milletvekili sayısı 315 de olabilir, 335 de” demişti ama her durumda söz ettiği rakam, önümüzdeki dönem yapılacak yeni anayasayı Meclis’ten geçirmek için hükümetin ihtiyacı olan 367’nin altındaydı.

İster istemez yorumcular, 2007’de oyların yüzde 47’siyle 340 milletvekili çıkaran iktidar partisinin bu kez 315 vekil hedefliyor olmasının, Başbakan’ın ağzından partisinin oylarında bir düşüşün itirafı olarak yorumladı.  Demek ki partinin oy seviyesi yüzde 40’larda, dendi...


AKP anketi düşmedi

Oysa Erdoğan’ın 315-335 arası milletvekili beklentisinin arkasında bambaşka bir neden var. Hükümet kaynakları, ellerindeki anketlerde, 2007’de bu yana oylarda anlamlı bir düşüş olmadığını söylüyor. Hatta Başbakan’ın masasında duran 106 bin denek üzerinde yapılan son araştırmada, Ak Parti oyları (kararsızlar dağıtıldıktan sonra) %49, CHP %24, MHP ise %12 gözüküyor.

Ancak bu rakamlar bile Haziran sonrası oluşacak 4 partili bir Meclis’te (AKP, CHP, MHP, BDP) iktidar partisine eskiden sahip olduğu milletvekili avantajını vermiyor. Çünkü Yüksek Seçim Kurulu, geçen ay nüfus oranlarına göre başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere büyükşehirlere düşen vekil sayısını yeniden ayarladı. Metropollere düşen milletvekili sayısındaki artış Ak Parti’nin aleyhine işleyen bir durum. CHP ise büyükşehirlerde kırsaldan daha yüksek oranda oy aldığı için artan milletvekili kontenjanlarından faydalanabilir durumda.
Nasıl mı? Örneğin yeni YSK kararlarına göre İstanbul’a düşen milletvekili sayısı 15 artarak 85 oldu. Ak Parti, oyların yarısını bile alsa bu yeni 15 vekilin 8-9’unu çıkarabilir. Kalan 6-7 vekil CHP ve MHP’ye gidecektir. Diğer büyükşehirlereğ de durum aynı. Milletvekili sayısı yükselten iller, CHP ya da BDP’nin nispeten avantajlı olduğu yerler. (Ankara’nın milletvekili sayısı 3, İstanbul’un 15, İzmir, Bursa, Gaziantep ve Kocaeli’nin 2’şer arttı. Sakarya, Antalya, Tekirdağ, Diyarbakır, Şanlıurfa, Van, Şırnak ve Kayseri birer arttı.)


CHP şehirde avantajlı

Diğer taraftan düşen nüfusa orantılı olarak milletvekili sayısı azalan illerden bir bölümü de AK Parti’nin normalde “tulum” çıkardığı ya da  “avantajlı” olduğu iller. Örneğin Konya’dan 2 milletvekilinin azalması, Meclis’teki AK parti grubundan en az bir vekilin azalması demek. (Afyonkarahisar, Konya, Tokat, Trabzon ve Yozgat’ın milletvekili sayıları 2’şer, Ağrı, Aydın, Bitlis, Çankırı, Çorum, Edirne, Erzincan, Erzurum, Giresun, Isparta, Mersin, Kastamonu, Kırşehir, Kütahya, Malatya, Ordu, Sinop, Sivas, Aksaray, Bayburt, Karaman, Kırıkkale ve Karabük’ün ise birer azaldı.)

Kısacası Türkiye’nin değişen demografik haritası, 2007’de Ak Parti’nin kırsal kesimdeki avantajının 2011 seçimlerinde metropollerde CHP’ye yaramasına neden oluyor.
Ak Parti, 2007’deki oylarını muhafaza edip %47 alsa bile, 4 yıl önceki gibi 340 değil ancak 315 milletvekili çıkarabiliyor. (MHP’nin barajı geçmesi durumunda.)
Tabii bütün bunlar, önümüzdeki süreçte farklı seçim stratejileri ve aday listeleriyle nispeten dengelenebilir.

Duyduğum kadarıyla iktidar partisi, YSK kararlarıyla oluşan bu demografik freni, İzmir, Ankara ve İstanbul’a yönelik yeni stratejiler ve aday listeleriyle aşmaya çalışacak. Örneğin kilit bakanların hiç ummadığımız sürpriz illerden aday gösterilmesi söz konusu. (Binali Yıldırım’ın İzmir, Bülent Arınç’ın Diyarbakır ya da Van’dan aday olması gibi)

Büyükkentlere yoğunlaşmanın ötesinde, AKP ayrıca Anadolu’dan kaybettiği oyları metropollerde kazanmak için seçmeni cezbedecek yeni bir vitrin sunmak durumunda. İster istemez daha icracı ve liberal bir vitrin....


Erbil’de Barzani’yle sıra gecesi

Başbakan Tayyip Erdoğan geçen haftaki Irak gezisinde Necef ve Iraklı Kürtlerin sembol şehri Erbil’i de ziyaret etti. Ankara’nın yıllardır gereksiz yere horladığı Iraklı Kürtlerle barışması, Türkiye Kürtleriyle barışmanın bir ön adımı. Geç de olsa anlamlı.  

Geziye katılanlar, Erbil’de Barzani’nin konutundaki sazlı sözlü gecenin çok “özel” olduğunu, gece sonunda iki liderin “Dostum Dostum” türküsünü Kürtçe ve Türkçe söylediğini anlattı.
Yemek sonunde Erdoğan tam kalkmaya yeltendiğinde Barzani “Kürdün evinden tatlı çay içmeden kalkılmaz” diyerek Başbakan’ı kolundan tutmuş. Birlikte Türkiye-Avusturya maçının son 10 dakikasını seyretmişler.

Kalan detayları, resmi yemeğe katılan Cengiz Çandar’ın köşesinde buldum. “Maçın son dakikaları seyredilirken, (...) Devlet Bakanı Zafer Çağlayan piyanonun tuşlarında doğrusu “Burası Huş’tur-Yolu Yokuştur” adlı Birinci Dünya Savaşı türküsünü çalıyordu. Neçirvan Barzani, bunu duyunca derhal bir bağlama getirtmiş ve Başbakanlık Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın eline tutuşturmuştu.  İbrahim Kalın sazı aldı eline, hep bir ağızdan söyledik, “Adı Yemen’dir, Gülü Çemendir, Giden Gelmiyor, Acep Nedendir?” dizeleriyle başlayan türkümüzü.”
Barzani’nin bu türküde duygulanmasının nedeni, 70’lerde dağlarda Bağdat’a karşı mücadele veren genç bir peşmerge iken yanında şehit düşen Cizreli arkadaşını hatırlamasıymış. Sıra gecesi, “Dostum, Dostum”la bitmiş.”

Bu muhabbete söylenecek laf yok. Ama umuyorum Iraklı Kürtlerle yaşanan bu güzel sahnenin bir benzerinin de günün birinde Türkiye’deki Kürt partilerinin Meclis’teki meşru temsilcileriyle yaşandığına tanık oluruz. 

Misyonerlik nefreti MGK’daysa Zekeriya Beyaz’ın suçu ne? 

Memlekette balık hafızası mı var, yoksa ben mi hafiften yaşlanıyorum?

Ergenekon soruşturmasının geçen haftaki durağı, kadın programlarına çıktığında bile ismi müstehzi bir tebessümle anılan Zekeriya Beyaz’ın aralarında bulunduğu 6 ilahiyatçıydı. Beyaz’ın evini 14 saat arayan polisler, “misyonerlik” konusundaki yazılarını topladılar.

Ergenekon savcıları, Malatya’daki Zirve  yayınevi katliamı ve Trabzon’daki Rahip Santaro cinayeti gibi Hristiyanlara karşı işlenen suçları, Ergenekon’a bağlıyor. Bu cinayetlerin o dönem “misyonerlik” konusunda çığrından çıkan paranoyanın (pardon “psikolojik ortam” diyelim) sonucu olduğunu düşünüyorlar. Buraya kadar haklılar. Bütün bunların da Ak Parti hükümetini yıpratmak ve Batı nezdinde gözden düşürmek amaçlı olduğunu varsayıyorlar. Ancak o paranoyayı pompalayan insanlarla cinayetleri işleyenler arasında doğrudan bağlantı kuramıyorlar. İşte soruşturma bu yüzden Beyaz gibi isimlere yoğunlaşıyor.


MGK’dan misyonerlik uyarısı

Şimdi gelelim büyük resme. Savcıların elinde tam ne var bilmiyoruz. Ama Türkiye’de bir dönem “Eyvah misyonerler geliyor!” paranoyasının devlet eliyle pompalandığına, bunun memleketin ücra köşelerinde bile zaten ilkokula başladıkları günden itibaren yabancı düşmanlığıyla şartlandırılan gençleri etkilediğine şüphe yok.

akat Zekeriya Beyaz’a gelene kadar, misyonerlik safsatası son 10 yılda devletin her kademesinde farklı kişi ve kurum tarafından düzenli biçimde pompalandığını unutmayalım. Temelinde cehalet mi, paranoya mı, yoksa gerçekten Ak Parti’yi yıpratmak amaçlı sinsi bir plan mı var bilemiyorum. Ancak gelin bildiklerimizi sıralayalım... 

Türkiye’de tek tük misyonerlik faaliyeti var; ancak rakamsal olarak ciddi anlamda Hristiyanlığa geçiş yok. Buna karşın misyonerlik konusu, 2000’lerden itibaren sık sık Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemine alınıyor.


Misyonerlik Kırmızı Kitap’ta

isyonerliğin 2000 yılındaki Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne  girip girmediğini bilemiyorum; ancak 2005 yılındaki “Kırmızı Kitap’ta” ulusal güvenlik açısından misyonerlik faaliyetlerinin gözetim altında tutulması var.

Irak savaşına giden süreçte, Batı karşıtlığı ve misyonerlik İnternette patlıyor. Urfa’da doğum yapan İsrailli kadınlardan tutun da Irak’ta böbrek satan misyonerlere kadar email zincirlerinin ardı arkası kesilmiyor. Muhtemelen belli bir merkezden, psikolojik harp amaçlı...

Misyonerliğin “Kırmızı Kitap’a” girdiği 2005 yılına gelindiğinde, 70 milyonluk memlekette Hristiyanlığı seçenlerin sayısı birkaç yüzle sınırlı. Ancak “apartman kiliseleri” ve “misyonerlerin tuzağına düşen gençler” söylemi özellikle ulusalcı ve muhafazakar kamuoyunda bolcana işleniyor. Recai Kutan’dan Devlet Bahçeli’ye parti liderleri konuşmalarında halkı misyonerlik faaliyetlerine karşı uyarıyor.
 
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2005’de MGK’ya sunduğu rapor, misyonerliğin üssünün İstanbul olduğunu belirtiyor. (Ergenekon savcıları bu rapora ulaşabilir.)
Aynı yıl devlet bakanı Mehmet Aydın, “Misyonerlik masum bir din tebliği değil. Aksine siyasi amaçları olan son derece planlı bir hareket. Propaganda internetten yapılıyor” diye uyarıda bulunuyor. (Oysa o yıl resmi rakamlara göre din değiştirenlerin sayısı sadece  368)
2006’da Diyanet’in misyonerlik ve farklı dinler aleyhinde hutbeleri, dönemin ABD elçisi Eric Edelman ve AB temsilcilerini rahatsız edecek boyutta. ABD elçisi bu konuda Diyanet İşleri Başkanı’yla görüşüyor. (Taraf)



Rahşan Hanım misyonerlere karşı!

Misyonerlik kurgusu o kadar ciddi boyutta ki, Rahşan Ecevit bile 2006’da Oran’da topladığı Ulusal Uzmanlar Grubu’yla konuyu tartışıyor, misyonerlik aleyhine demeçler veriyor. Toplantıda İlber Ortaylı’dan Aytunç Altındal ve Emin Şirin’e kadar Ecevit’in davet ettiği isimler var.

2006’da Rahip Santora cinayeti sonrasında yazdığım bir yazıyı buldum dün. Ankara’da görüştüğüm yetkililerin Santora cinayetini misyonerlik faaliyetlerine bağlıyor olmasından utanç duyduğumu belirterek şöyle demişim: “Toplum  “misyonerlik” konusunda o kadar “ doldurulmuş “ vaziyette ki, her taşın altında gizlenen misyonerlerin Türkiye’yi bölmek, zayıflatmak, Hıristiyanlaştırmak için amansız bir kampanya yürüttüğüne inanmış durumda. (...) Bildiğim tek şey, devletin istihbarat kurumları, bakanları, milletvekillerinin durumu ciddiye alıp “misyonerlik” konusunda kırmızı alarma geçmiş olduğu.”

Bu kronolojiyi aktarırken sormak istediğim şu: Bütün bunları yapan Zekeriya Beyaz mı? Yoksa devlet eliyle yaratılan toplumsal bir histeriye günah keçisi mi arıyoruz?