Gündem

Merkez medyanın 28 Şubat karşıtlığı...

Salı günkü örnek Sabah grubuna dairdi, bugün ise Hürriyet grubuna dair bir örneği inceleyeceğiz.

09 Mart 2012 13:14

ALPER GÖRMÜŞ

(9 Marti 2012 Taraf)

28 Şubat’ın açık destekçisi merkez medyanın bu 28 Şubat’ta keskin bir 28 Şubat karşıtlığı sergilemesinin üzerinde duruyorduk...

Geçtiğimiz salı, bu tavrın iki temel nedeninden birinin, askerî vesayet ya da CHP iktidarı gibi alternatiflerden ümidini kesmiş medya patronlarının hükümete “yanaşma” arzuları olduğunu öne sürmüştüm.

Yine o yazıda, bu iddianın hemen akla getireceği bir itirazı siz ileri sürmeden ben dile getirmiştim: İyi de, bu iddia, gazete yöneticilerinin, patronların ticari çıkarlarının doğrudan uzantısı olan editoryal tercihler yapabildiğini ima ediyor; bu gerçekçi mi ve böyle bir iddia gazetecilere haksızlık etmek anlamına gelmez mi?

Bu itirazı dile getireceklerin, “o kadar da olmaz, gazete yöneticileri böyle bir şeye direnirler” diyeceklerin süngülerini düşürecek iki yaşanmış örnekten birini salı günü anlatmış, öbürünü de bugüne bırakmıştım. Şimdi sıra ona geldi...

Salı günkü örnek Sabah grubuna dairdi, bugün ise Hürriyet grubuna dair bir örneği inceleyeceğiz.


Gazete binalarında çok konuşulan, fakat haberi yapılmayan...

Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) yeniden yapılandırılması ile ilgili kanun tasarısı 16 Mayıs 2001’de sessizce ve aniden Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Anayasa Komisyonu’na geldi.

Tasarı, medya patronlarının televizyon sahipliğine getirilen sınırlamaları önemli ölçüde ortadan kaldırıyordu. Mevcut yasada, gerçek veya tüzel kişilerin herhangi bir televizyon ya da radyodaki payı yüzde 20’yi geçemezken, tasarı bu oranı yüzde 50 olarak değiştiriyordu. Ama daha da önemlisi, mevcut yasada yer alan, “TV kanallarının yüzde 10’una sahip bulunanların devlet ihalelerine girmesini yasaklayan hükümler” yasadan çıkarılıyordu.

Bizim gazeteciliğimizde, “gazete binalarında çok konuşulan ama gazetelerde yazılmayan” bir haber kategorisi vardır.

RTÜK kanun tasarısı, üçlü koalisyon hükümetinin bir yıllık direnişinin sonunda TBMM Anayasa Komisyonu’na geldiği gün Doğan grubunun gazetelerinin (Hürriyet, Milliyet ve Radikal) binalarında muhtemelen başka hiçbir şey konuşulmamıştı. Fakat ertesi gün Hürriyet ve Radikal’de konuya ilişkin hiçbir haber yoktu, belli ki bu işin gürültüsüz patırtısız sürmesini istiyorlardı. Milliyet ise o kadarının sırıtacağını düşünmüş olmalı ki (gerçekten de hükümete muhalif basında konu tam anlamıyla patlamıştı), küçük bir haberle olsa da tasarının TBMM’ye indirildiğini duyurmuştu okurlarına. Ama ne duyurma...


Milliyet’in haberinde ne sahiplik oranlarındaki değişiklikler vardı, ne de devlet ihaleleri meselesi... Milliyet’e göre, RTÜK Kanunu, Atatürk ilke ve inkılâplarını, genel ahlakı, milli güvenliği vb. korumak amacıyla değiştiriliyordu... O günkü Milliyet gazetesi, yasadışı binasına getirilen yıkım kararını önlemek amacıyla eline Atatürk fotoğrafı alıp binanın tepesine çıkan ev sahibini andırıyordu.


Mızrak çuvala sığmıyor ve açık mücadele başlıyor...

Meselenin sessizce geçiştirilemeyeceği ve “Atatürk ilke ve inkılâpları”yla bir ilgisinin olmadığı bir gün içinde anlaşılmıştı: RTÜK kanun tasarısı, TBMM’de kabul edildiği 7 hazirana kadar ülkenin bir numaralı gündem maddesi olarak kalacaktı.


Bu dönem boyunca Hürriyet ve Milliyet gazeteden çok birer mücadele bülteni hüviyetine büründüler, militan bir yayıncılık çizgisi izlediler.

Yazının bundan sonrasında, bu çizginin iki zirvesini aktararak patronun doğrudan ticari çıkarları uğruna nelerin göze alınabildiğini göstermeye çalışacağım. Önce Hürriyet’in ve genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün imzasını taşıyan zirve, ardından da Milliyet ve genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz’ın imzasını taşıyan zirve...


Özkök’ten Ekşi’ye “ihale tabusu” zılgıtı

22 Mayıs 2001 tarihli Hürriyet’te genel yayın yönetmeninin canını çok sıkacak bir gelişme oldu, gazetenin başyazarı Oktay Ekşi, genel olarak beğendiğini söylediği yasa tasarısının bir maddesine karşı çıktı:


“Tasarı, yürürlükteki yasanın ‘bir radyo veya televizyonda yüzde 10’dan fazla hissesi olanların kamu ihalelerine girmelerini yasaklayan’ hükmünü yürürlükten kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu yanlıştır. Radyo, televizyon ve gazete gibi ‘kitle iletişim organı’ sahiplerinin elindeki güç o kadar büyüktür ki, kamusal yarar böyle bir yasağın sürdürülmesini gerektirir. Bu konuda daha diyeceklerimiz var.”

Ne var ki Oktay Ekşi “daha diyeceklerini” diyemedi, ertesi gün (23 Mayıs 2001), onun yerine ihale yasağı konusundaki “iki ilginç görüş”ü aktararak konuyu kapadı.

Mesele, aynı gün bitişik sütunda genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün yazısını okuyunca anlaşılıyordu. “İhale tabusu” başlıklı yazıda, yeni RTÜK Kanunu’nu genel olarak beğenen, fakat kanundaki “ihale yasağını kaldıran madde”ye karşı çıkan, bir başka deyişle “ihale tabusu”nu aşamayanlar sert bir dille eleştiriliyordu... Hem de, bitişik sütunda dile getirilen “iki ilginç öneri”den birinde yer alan satırların aynısıyla...


Milliyet: Patronun çıkarları için beş yazara sansür

Tasarı komisyondan “ihale” mevzuu dâhil tam “bizim patron”un istediği gibi geçmiş, sağ salim Meclis Genel Kurulu’na ulaşmıştı. Meclis, 6 haziranı 7 hazirana bağlayan gece çalışıp tasarıyı oylayacaktı. Meclis aritmetiği çok kritikti...

Tasarı o gece oylandı ve kabul edildi. 7 haziranda, dönemin etkili medya eleştirisi sitesi Medyakronik’e Milliyet’ten bir ihbar ulaştırıldı. İhbara göre, o gün Milliyet’te yer alan beş yazarın yazıları, gazetenin taşra baskılarında yoktu. Genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz, taşra baskılarının o gece oylamaya katılacak olan milletvekillerinin eline geçeceği endişesiyle ANAP aleyhine olan yazıları sansürlemiş, gazeteye koymamıştı. Milletvekilleri İstanbul baskılarını gördüklerinde oylama tamamlanmış olacağı için, sansürlenen yazılar İstanbul baskısına alınmıştı. Yazıları sansürlenen Milliyet yazarları şunlardı: Hasan Cemal, Derya Sazak, Melih Aşık, Meral Tamer ve Meliha Okur.


Milliyet yönetimi önce Medyakronik’i yalan haber yazmakla suçladılar ama, birkaç gün sonra Medyakronik Milliyet’in sansürlü ve sansürsüz baskılarını karşılaştırmalı olarak yayımlayınca derin bir sessizliğe büründüler.


Patronun çıkarları söz konusuysa editoryal bağımsızlık teferruattır

Gördüğünüz gibi, patronun doğrudan ticari çıkarları söz konusuysa editoryal bağımsızlık teferruattır. Böyle durumlarda bizatihi o çıkarlar editoryal çizgi haline geliverir ve yönetici durumuna gelmiş bir gazetecinin birinci ilkesi, patronunun bu yöndeki telkinlerine harfiyen uymaktır.

Artık bu örnekleri dikkatinize sunmamın nedenlerine dönebilirim...

Hatırlayalım: Eski merkez medyanın bu 28 Şubat’taki “darbe lanetlemesi” çizgisinin temel nedenlerinden birinin, hükümete “sadakat” mesajı vermek isteyen patronların arzuları olduğunu iddia etmiş; sizden gelmesi muhtemel “gazeteciler bu kadar evet efendimci olamaz” eleştirilerini izale etmek için de size bazı yaşanmış medya hikâyeleri anlatacağımı söylemiştim.

Bilmiyorum şimdi ne düşünüyorsunuz?

Sizce, gazete ve televizyon yöneticileri, bu 28 Şubat’ta kendilerinden farklı bir performans beklediğini ima ve telkin eden patronlarına ne demiş olabilirler?

 

Müslüman aydınların Hrant Dink çağrısı

Kamuoyunda Müslüman kimlikleriyle tanınan bir grup aydın, “İslami hassasiyet sahibi tüm kişi ve kuruluşları, kendi davaları olan” Hrant Dink davasına sahip çıkmaya çağırdılar. Çağrı metninde şöyle deniyor:


“Müslümanların adaletten yana ağırlık oluşturması ve bu davanın hukuka uygun bir şekilde sonuçlanması için ihtiyaç duyulan desteği sağlaması, adaletin tahakkuku bakımından hayati bir önem taşımaktadır.


“İslami hassasiyet sahibi tüm kişi ve kuruluşları kendi davalarına sahip çıkmaya, sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye ve heba edilen beş yılın ardından, kapsamlı ve sahici bir yargılamanın gerçekleştirilmesi için her kesimden vicdan sahibi insanlarla beraber daha aktif bir şekilde çalışmaya davet ediyoruz...”

Metnin imzacıları daha önce tek tek konuya ilişkin duyarlılıklarını dile getirmişlerdi, fakat bir platform oluşturarak etki yaratma çağrısı hiç kuşkusuz yeni bir duruma işaret ediyor.

Daha önce de yazdığım gibi, ben, Türkiye’nin Müslümanlarının Hrant Dink davasının takipçileri olmasını çok önemsiyorum, bunun, Türkiye’nin ruhunu değiştirebileceğine inanıyorum.

Hadi hayırlısı...