Söyleşi

Mehmet Altan: AKP’ye yakın gazeteler siyasi baskıyla ilan topluyor!

Medya ve hükümet ilişkisindeki kırmızı çizgiler ne? Biat kültürü nasıl somutlaşıyor? Tek sansür, oto-sansür mü?

29 Ocak 2012 02:00

Hazal Özvarış-T24

hazalozvaris@gmail.com

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Zaman gazetesinin 25. yıl dönümü için yapılan törende ideal gazetecinin portresini çizdi: “Kalemini satmayan, kiralamayan, doğruyu mertçe savunup yanlışın karşısında dik duran herkesi yürekten selamlıyorum.” Ardından ekledi: “Hakarete karşı çıktık, ama eleştiriye asla. Biz yasaklayan, kısıtlayan, engelleyen bir anlayışa asla tevessül etmedik, etmiyoruz ve etmeyeceğiz.”

Başbakan’ın konuşmasından kısa bir süre önceye kadar, Prof. Dr. Mehmet Altan Star gazetesinin başyazarlığını yapıyordu. İlk önce “gazetenin politikasını temsil etme unvanı”, yani başyazar konumu alındı, ardından yazı sayısı haftada 7 günden 5 güne indirildi. Son olarak, Fırat Haber Ajansı’na verdiği söyleşide söyledikleri üzerine gazete yönetimi “maksadını aştığını” yazmasını istedi. Altan, “teklifi” reddedince Star’la yolları ayrıldı. Aslında olan yolların ayrılması değil, ayırılmasıydı!

Mehmet Altan, bir ilk değil. Tutuklanan bazı gazetecilerin listesi bir yana, köşelerini arkalarında bırakmak zorunda kalan, gazete, televizyon değiştiren yazar sayısı da gün geçtikçe artıyor. Ahmet Taşgetiren, Fehmi Koru, Bekir Çoşkun, Ece Temelkuran, Banu Güven, Can Dündar, Ruşen Çakır… Liste uzatılabilir.

Yine de, Mehmet Altan’ın Star’dan ayrıldığını duyduğumuzda şaşırdık. Çünkü Altan, “İkinci Cumhuriyet”in fikir babası, 28 Şubat’a karşı çıkan, AKP’ye kuruluşundan itibaren destek veren, İslamcı-liberal ittifakının temsilcilerinden biri, kararlı bir “yetmez ama evet”çiydi.

Geçtiğimiz hafta, Mehmet Altan’ın “alternatif medya” kaba tarifi altında buluşan internet siteleri ve gazetelerde yayımlanan söyleşilerini okuduk. “Hükümet biat istiyor” dedi. “Sapına kadar sansür var” dedi. Kendi tabiriyle, Altan, “avaz avaz” bağırdı. Peki, hükümete yakın gazetelerde işler nasıl yürüyor, sorusunun cevabını öğrenmek için buluştuğumuz Mehmet Altan’a sorduk:

Medya ve hükümet ilişkisindeki kırmızı çizgiler ne? Biat kültürü nasıl somutlaşıyor? Tek sansür, oto-sansür mü? Baskı hangi yollardan yapılıyor? Komiser kim? Ana akım medyada sınırı aşanlara ne oluyor? Açıklanan gazete tirajlarında şike var mı? 28 Şubat gibi AKP de kendi medyasını mı yarattı? Star’dan ayrıldıktan sonra Köşk’ten arandı mı?

AKP’ye dair bir umudu olup olmadığını da sorduğumuz Mehmet Altan’a www.t24.com.tr için sorduğumuz soruların cevapları şöyle:

‘Hükümete dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi'

- Medyanın sermaye sahiplerine ilişkin kırmızı çizgileri biliyoruz, ancak hükümet ve basın arasındaki ilişkiye dair büyük bir sessizlik var. Sizin Star’dan ayrılma süreciniz bunun en net göstergelerinden biri oldu. Bu ilişkinin kırmızı çizgileri neler?   

Çizgilerin başında, eleştiri yapmamak geliyor. Dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi. Ayrıca, yapılan olumlu icraatları alkışlamak da yetmiyor. “Ne yapılıyorsa ilk defa yapılıyor; bu yapılanlar yeni bir Türkiye yaratıyor; bu sayede dünya bize hayran kalıyor.” Bu zeminde konular ikiye ayrılıyor; ya CHP’yi ağır bir şekilde topa tutabilirsin ya da eskisi kadar olmamakla birlikte, askeriyeyi eleştirmeye devam edebilirsin.

Türkiye'deki siyasal iktidarın kırmızı çizgilerini, varlığı siyasete bağlı yazarların yazıp yazmadıklarına bakarak da anlayabiliriz. Kişilerin politikalarını, yazılmayanlar belirliyor. 


‘Medyanın düğmesine basan varsa bunun tek parti rejiminden ne farkı var’

- Hangi konular yazılmıyor? 

Örneğin, Şike Yasası. Vicdan sahibi, ilkeli bir insanın kabul edebileceği bir şey değildi. Van'da 70 bin kişi hâlâ bu soğukta çadırlarda yaşıyor.

“Yeni Türkiye” propagandasıyla uyuşmayan her tablonun gündemdeki yeri düşüyor. Milletvekillerinin emeklilik maaşlarının artırılmasından ziyade, düzenlemenin çok sinsi bir şekilde gece yasalaşması yine gündemden düşürüldü. Mesela Deniz Feneri bir tabudur... Hrant Dink cinayetinin 5 yıl süren dava seyri, bu konuda üstünde şüphe olan bütün bürokratların terfi ettirilmesi ya da iktidar partisinden siyasete atılması... Bunların üzerine gidilmesini istemeyen bir ileri demokrasi olabilir mi? 

Uludure'de Türkiye tarihinin en trajik olaylarından birini medya görmezden gelebildi. Bu çok ürkütücü bir şey. Katliam 21:30'da olmasına rağmen basın ertesi gün saat 12'ye kadar sustu. Basın, kendiliğinden mi sustu, yoksa biri talimat mı verdi? Bu talimatı kim verdi? Belli ki birisi düğmeye bastı. Demek ki biri, Türkiye medyası için düğmeye basabiliyor. O zaman, bunun tek parti rejiminden ne farkı var?

- Düğmeye kim bastı?

Ya siyasettir ya da askerdir.  Asker arka plana geçtiğine göre, bu en azından siyasetin sorumluluğu altında. 


‘Gazete yönetimine siyasetçiye biat edenler geliyor’

- Tam burada soralım, bahsettiğiniz biat kültürü nasıl somutlaşıyor? 

Pek çok gazetede, gazetecilik ilkeleri değil, siyaset geçerli. Siyasetçiye biat edenler yönetime geliyor. Geriye kalanların da, hoşa gitmeyen bir şey yaptıklarında nasıl sindirildikleri ortada.

Şunu söylemek doğru olacak: Basının işleyişi değişmedi. Daha önce nasılsa aynı şekilde devam ediyor. Sadece eskiden  o sistemi askeriye kendi lehine işletirken şimdi siyasal iktidar  yönlendirmekte... Ama tüm bunları, basının finansmanını konuşmadan berraklaştıramayız.


‘Gazeteler nüfuz ticaretiyle para kazanıyor’

- Konuşalım o zaman, basın finansmanını nereden kazanıyor? 

Basın, parasını halktan veya habercilikten kazanmıyor. Gazeteler, satış fiyatlarının çok üstünde maliyete sahip. Para  daha ziyade nüfuz ticaretinden ve ilandan kazanılıyor. Parayı gazetecilikten kazanamayınca oyunun kuralını parayı veren belirliyor. Bu da gazeteciliği öldürüyor ve talimat gazeteciliği devreye giriyor... Bu gazetecilik de, besleme basının varlığını pekiştiriyor. Çünkü talimat gazeteciliği, saygınlığı ve tutarlılığı yok ediyor. Gerçek gazetecilik olacaksa, medya ilkelerine göre hareket edeceksin, askere veya siyasete göre değil. 


‘Siyasi baskıyla ilan toplanıyor, gerçek tirajlar saklanıyor’

- Maliyet ve satış arasındaki farkı kim, nasıl ödüyor? 

Ya başka bir iş alıyorsun ya da siyasi baskıyla ilan topluyorsun. Yani, satış aracılığıyla halk ödemiyor. Türkiye'de reytingler konuşuluyor ama gazete tirajları sorgulanmıyor. Gerçek satışlar ile gösterilen tirajlar gözetildiği zaman bir zarar ortaya çıkıyor. O zararı kim, neden ödüyor... Bu soruyu araştırmak gerek... O zaman yaşanan berraklaşır... 

- “Siyasi baskıyla ilan toplamak” ifadesini açar mısınız?

Bir medya mecrasına normalde ilan vermeyecek olanların ya da iktidarın manyetik alanında olanların mecburen verdiği ilanları kast ediyorum. Ziyan, böylece finanse ediliyor…

- Anlattıklarınız,  tanıklıklarınız mı? 

Buna tanıklık etmeye gerek yok. Hangi gazeteciye, gazete finansmanını sorsanız, bunu size söyler. Kimin ne kadar ilan aldığının  kayıtları ortada... Sadece piyasa kuralları işlese alınmayacak ilan alınıyor ise, bunu nasıl açıklamak gerekir?


‘Bunu yaz, bunu yazma diyorlar’

- Sansür nasıl işliyor? 

Bir kere oto-sansür var. Gazetecilerin konuşabildikleri ve konuşamadıkları var. Biraz önce bahsettiğimiz, hükümetin bugüne kadarki olumlu adımlarına hiç yakışmayan, olmaması gereken ama gittikçe artan konuların altı çizilmiyor. Mesela, Deniz Feneri hakkında bir haber bulacak olursanız eğer, bu ancak savunma düzeyinde bir yazı olur, haber olmaz. Bu konu, Uludere ve şike gibi bir tabudur. Hükümet neye kızıyorsa, oraya oto-sansür giriyor. Meslek ilkeleri yerine “hükümet buna kızar, buna kızmaz” anlayışı devreye giriyor...

- Oto-sansür dışında nasıl sansürler var? 

Başlığa kadar her şeye karışılması, eleştirisel bakanların da nihayetinde işten atılması... Benim anlatmaya çalıştığım, yazıya ve çiziye karışmanın iyi bir şey olmadığı. Niye karışıyorsunuz? Özgürlük, fikir değil midir? Niye fikri istediğiniz gibi yayımlamak istiyorsunuz? Başlığını, içeriğini atıyorsun, "Bunu yaz, bunu yazma" diyorsun. Yazar olma vasfıyla çalıştırdığın insana ayar verirsen, o artık yazar sayılmaz. İç içe geçmiş kuklaya dönüşür.

- Müdahale nasıl gerçekleşiyor? 

Birisi komiserlik yapmaya başladığı vakit yaşanıyor.


‘Baskı, sansür ve oto sansür ayyuka çıktı’

- Komiserliği kim yapıyor? Gazete yönetimi mi yoksa mesela Başbakanlık’tan gelen bir telefon mu?

Kimse artık… Onları bilemiyorum, ben zihniyet olarak gördüklerimi söylüyorum. Somut bir örneğini, dün Can Dündar yazısında detaylarıyla anlatıyordu. Benim derdim burada, tekrar söylüyorum, "kim yapıyor, nasıl yapıyor" değil. Zihniyet olarak basında gelinen noktada sansürcülük, baskı ve oto-sansür var. Bu da hayırlı bir iş değil! Kurum veya kişiler, kısacası “gönüllü sansürcüler” önemli değil, kim olduklarını herkes biliyor…

Mesele, Türkiye'nin 2012'de geldiği nokta. İleri demokrasi diyerek, eskiden askerlerin istemediği, şimdi  de  siyasetçilerin istemediklerinin  yazılamadığı  bir noktaya doğru hızla sürüklenmesi… "Aa, böyle bir şey varmış" denilecek, ilk defa rastlanılan bir şey değil ki bu. Önemli olan baskı, sansür ve oto sansürün  ayyuka çıkması.

12 Eylül rejimini demokratikleştirmek yerine onu “ele geçirmeye” öncelik verince, yönetim  zihniyeti de bundan fazlasıyla nasibini alıyor… Evren’i yargılarken,12 Eylül’ün devletin çatısını oluşturan anayasası başta olmak üzere 600 yasasını da dinamitlemeyince, Evren’i yargılıyoruz  ama 12 Eylül rejimini tüm varlığıyla yaşatmaya da devam ediyoruz…“Eski rejim”   yeni ellere geçiyor  izlenimi bundan dolayı yaygınlaşmakta…


‘Köşk’ten arayan, eski arkadaşım Ahmet Sever’di’

- Bu hafta verdiğiniz söyleşilerden birinde "Belgelerim var" dediniz. Nedir bu belgeler? 

Sansür örneklerine cevap olarak söylemiştim. Ama önemli olan paparazzilik değil, ben mekanizmaya dikkat çekiyorum. Herhangi biri böyle bir şey yoktur diyebilir mi? Gazetelerden kimler kayboluyor? Dün yazarken bugün yazmayanların listesi gittikçe kabarıyor...

- Yalçın Doğan, Star’dan ayrılışınız sonrasında Köşk'ten arandığınızı yazdı. Bu doğru mu?

Sanırım, (Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Basın Danışmanı) Ahmet Sever’in, eski bir  arkadaşımdır, olay duyulur duyulmaz konuyla ilgilenmiş olmasını kastediyor…

- Ahmet Sever, Cumhurbaşkanı’ndan da bir mesaj iletti mi?

Sadece dertleştik.


‘Takrir-i Sükun’dan önce de satışlar düşmüştü’

- Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler, CNN’de Ayşenur Arslan’ın programında ayrılmanız hakkında “Eskiden muhafazakâr yazarlar CNN, NTV gibi ana akım medyada yer bulamazdı. Şimdi tam tersi bir tablo var” yorumunu yaptı.  

Doğru bir tespit.

- AKP, kendi 28 Şubat medyasını mı yarattı? 

İşin gereğini yapmadığın vakit, iş yürümez. O yüzden tirajları berraklaştırmak lazım. Takrir-i Sükun’dan önce de satışlar düşmüştür. Toplum olanı yavaş yavaş anlar.

~

‘Bunun Kemalizmden farkı ne?’

- AKP hükümetinden ilk sert tepkiyi 2008’de türban tartışmaları esnasında açlık rakamlarını açıkladığınızda almıştınız. Erdoğan’ın sert çıkışına karşılık, "Başbakan bizi kurşun asker mi sanıyor" demiştiniz. 

Türban konusunda yöntemin çok yanlış olduğunu söylemiştim. Bu bile inanılmaz bir şekilde aleyhimde kullanılmıştı ve bugün yanlış olmadığı ortada çünkü bu sorun hâlâ çözülemedi. Hâlbuki benim arzuladığım şey,  halkını mağdur etmeyecek demokratik bir devlet düzeni ve birbirini mağdur etmeyecek bireyler olmak. Siz bunu Kemalistlerden rövanş almaya dönüştürdüğünüzde, "Müslümanlar ve dindarlar iktidar oldu, hukuk ve demokrasi de palavradır" anlayışı, Türkiye’yi çok büyük bir kanlı kargaşaya götürme ihtimali taşıyor.

Hâlâ 12 Eylül siyaset kurumu tartışılmıyor. Alevilerin cem evlerinin  çözülmesi  bir dakikalık iş ama çözülmüyor, veya  hiçbir potansiyel oy gücü olmadığı için yok sayılan Heybeliada Ruhban Okulu... Bunun Kemalizmden farkı ne?


Evren'in elbisesini ben giyeceksem çok iyi bir elbise’  mantığı’ 

- O zaman, "AKP, kendi Kemalizmini doğurdu" yorumunu da aşırı bulmuyorsunuz?

Daha ziyade sistemi ele geçirme olarak tanımlıyorum. Genelkurmay Başkanı size karşı değilse, MİT kontrol altındaysa, o zaman “Niye kıpraşacağız, bize biat var” anlayışı büyük tehlike doğuracak bir anlayış. Buna ister köpürsünler, ister köpürmesinler. Ben, rövanşist bir anlayış görüyorum. Çünkü temel mevzuat,12 Eylül  rejiminin yapısal konumu  değişmiyor.

YAŞ'ta oturma düzeni değişti ama esas değiştirilmesi gereken YAŞ Yasası değil midir? Veya Siyasi Partiler Yasası, Anayasa kadar önemli değil mi? 12 Eylül faşizminin en korkunç kurumlarından biri YÖK’ü kaldırmak yerine “Bütün üniversiteleri biz yönetelim" demek de çok yanlış, anti-demokratik bir algı. Kemalizmin, yahut 12 Eylül rejiminin bütün toplumu bunaltan sistemini berhava etmek ve bunu AB standardında bir demokrasiyle yeniden inşa etmek gerekmez mi?

Geçenlerde Nihat Ergün, mevcut anayasayı koruyarak  yaşanacak muhtemel bir  yarı başkanlık sisteminden bahsetti. "Evren'in elbisesini ben giyeceksem çok iyi bir elbise" gibi bir mantık, Türkiye'nin ve dünyanın geldiği noktada yürüyebilecek bir mekanizma değildir.


Kişiye göre demokrasi olur mu, kişiye mahsus yasa çıkar mı?’

- "Evren'in elbisesini üstüne giymek" tabiri hükümete genellenebilir mi? 

Sanayi Bakanı, “Tayyip Erdoğan yarı başkanlık rejimine çok yakışır” dedi. Bunu, mevcut anayasaya göre söyledi. 2007 yılındaki seçimlerde AKP'nin seçim bildirgesinde Anayasa’daki Cumhurbaşkanı yetkilerinin azaltılmasıydı. 2011 seçim bildirgesinde ise bu kalktı. En başta neden konmuştu? Zaman içinde Anayasa’da o söz verilen değişiklik neden gerçekleşmedi... Ve  şimdi neden unutuldu? Verilen söz neden ortadan sessizce kayboldu?

Kişiye göre demokrasi olur mu? Kişiye mahsus, yasa çıkar mı? Bütün bunlar bir başka hukuksal tartışma konusu. Ama  ortalığı susturmakla yanlış ortadan kalkmıyor. Yanlış, tartışılınca ve düzeltilince ortadan kalkar.

- Mehmet Bey, İkinci Cumhuriyet'in fikir babalığından "Yetmez ama evet"e uzanan bir geçmişiniz var. "İğneyi kendinize batırıyor musunuz" sorularına cevabınız her zaman "Benim duruşum belli. AKP ile yola çıkmadım ama AKP’nin ilk 3 yılında, ömrümde göremeyeceğim reformlar gördüm” oldu. Şimdi, “28 Şubat’ta bile işsiz kalmamıştım” derken...

Ben, yazılarım 7 günden 5'e indirinceye kadar her gün yazı yazan bir adamdım. Bunu 20 yıl Sabah'ta, son yıllarda da Star'da yaptım. 35 kitabım, haftada bir Mehtap TV'de programım var. Her gün olup biteni yorumlayan biriyim ve hiçbir zaman "Bugün şöyle diyorsun, ama dün şunu yazmıştın" benzeri bir eleştiri geldiğini görmedim.

“İkinci Cumhuriyet”i 22 yıl önce söyledim. Ama Türkiye'nin kerteriz noktaları, düşünce veya yazı değil, siyasi iktidar! Hâlbuki  ben özlediğim Türkiye'yi elim kalem tuttuğundan beri anlatıyorum ve ona yakın adımlar atıldığı vakit, sonuna kadar destekçisi oluyorum. Tersi olduğunda da eleştirisini yapıyorum. Avrupa Birliği'nde beni heyecanlandıran önümü görebildiğim bir reçete olmasıydı. Ama bugün, Türkiye'de önümü göremiyorum, gelecek yıl ne olacak bilemiyorum.

- Sorumuzu başka bir açıdan tekrar soralım. 2005'ten itibaren "AKP, Şemdinli'den sonra iktidarını kaybetti", "ANAP gibi giderler", "AKP kendi aklıyla yol alınca Türkiye'yi tökezletiyor" dediniz ama bu görüşler terazinizde ağır basmadı. Neden?

Çünkü Türkiye değişsin istiyorum. 


‘Umuduma tamamen duvar örmüş değilim’

- Reformların yapıldığı 3 senenin ardından 7 yıl geçti. Bu ısrar, nasıl kaybolmadı? 

Çünkü en olumlu adımlar AKP içinden çıktı. Burada benim derdim AKP değil, Türkiye'nin değişmesi. Değişim, münferit ve simgesel de olsa, bunu en fazla gerçekleştiren parti oldu. Ama AKP, bugün münferit değişimleri yapmaktan da uzaklaşıyor. 

- "Artık bitti" diyor musunuz, yoksa hâlâ umutlu musunuz?

Umudum bitti, diye bir şey yok. Ama düne göre daha vahim bir noktadayız. O yüzden avaz avaz bağırıyorum.

- "Yetmez ama evet", bugün geçerliliğini koruyor mu? 

Şu an zor. Ama AKP, pratik bir parti. Belki eleştirileri görür ve olmadık bir viraj kazanabilir ama burada devleti ele geçirmek meselesini altını çizmek gerekiyor. AKP zihniyeti, kuantum sıçramasına uğrar da, devlet dediğimiz şeyin bütün herkese eşit mesafede hizmet olduğunu algılarsa, bu hayırlı olur. Ama bu sıçrama olur mu, onu bilemiyorum. Yine de umuduma tamamen duvar örmüş değilim. 

- Gazetelerden yazmanız için teklif geldi mi?  

Siyasetin bu kadar ağırlıklı olduğu, korkunun etkinliğinden bahsedildiği bir yerde bu teklifi yapmak kolay değil. Benim konumumu, Türkiye'nin durumu gösterecek.