Gündem

Medusa günlükleri

Bize istemediğimizi yapanlara "hayır" demek aynı zamanda gelecekle ilgili bir yol çizmek, bir tasarımda bulunmaktır. Bilmediğimiz öteki şeylerin yanı sıra bir güzergâh belirlemektir

29 Aralık 2020 00:00

Sibel Ünal

 

Pusta.

Arabalar geçiyor sokaktan. Tek tük.

Maskeli bir kadın. Kaldırımda.

Eldivenli ellerinde alışveriş torbaları.

Omuzları ağır, bıkkın.

bir salgının üstümüze çöken dehşetini

paylaşıyoruz hep birlikte.

(saat 8.30)

I.

Günlerimiz "pandemi" ile "taciz" salınımında geçiyor. Kıstırılmışlık duygusu içinde umuda dair bir şeyler olsun diye bekliyoruz. Karamsar bir ruh dünyasındayız. Üstüne üstlük ölümlüyüz. Zaman kısıtlı.

Küçücük bir virüstü oysa. Başladığı gibi biter sandık. Öyle olmadı. Gün geçtikçe etkileri daha da arttı. Giderek yaşamın akışını değiştirdi. Zihnimizde yer eden onca şaşalı otorite figürünü yerle bir etti. Büyük devletler, dev şirketler virüs karşısında dize geldi. Doğudan batıya, kuzeyden güneye her yöne yayıldıkça yayıldı virüs. Ne sınır ne de zengin-fakir tanıdı. Yerleşik sistemleri alt üst ederek ilerledi üstelik. Anlamış olduk böylece, demek ki her birimiz ötekiyle bağlantılıydı.

Bütün bunlar kaçınılmaz olarak bir değişim/dönüşümü de dayattı. Yeni bir yaşam biçimi belirdi önümüzde; yeni alışkanlıklar, hijyenik-steril günlük yaşam, doğaya yöneliş ve onunla ahenkli bir birliktelik.

Belli ki korku-şüphe sarmalında ilerleyecek bu süreç, dijital bir dünyanın saydam duvarlarını da örerek.

Dünyaya ve kendimize dair bilmediğimiz ne çok şey varmış meğer.

Hepsi de unutamayacağımız, hafızalarımızda yer edinecek şeylerdi. Küçük gibi görünen bu şeyler. Güneşe doğru eğilen ev bitkimizi fark ettiğimiz o an'lar mesela. Ya da pencereden ıssız sokağa bakarken gördüğümüz bir parça gökyüzünün an be an nasıl değiştiğini hayretle izlediğimiz o dakikalar…

Korkunun esaretindeydik, gerekmedikçe dışarı çıkmıyorduk. Sonra bir nebze olsun azaldı ürküntümüz. Sonra tekrar yükseldi. Bir tür girdaptı. Aşı ümidi belirdi. Sonra ümitsizlik kaosa dönüştü. Artık bitsin istedik. Dostlarımızı özledik, akşam yemeklerini, bir aradalığı özledik, eski günleri derken...

İlk kez o anlarda birbirimizin yüzüne baktık, hiç tanımıyormuş gibi. Kuşkulu gözlerle. Her şeye ve herkese olduğu gibi. Öyle zamanlardı. Diken üstü hallerdi kısaca.

Küçük dünyamızdaki her şey gün be gün değişiyordu. Her anlamda zaman bizi sınıyordu. Bu kuşatılmışlık içinde, yaşamlarımızın sade ve basit yanlarının eşsizliğini keşfediyorduk. Değişiyorduk.

II.

"Bacak aramda bir güvercin ölüsü var anne.

Şimdi bütün gökyüzü benim olsa n'olur!"

Tamer Dursun

Virüsle birlikte taciz de gündemimize girdi. Taciz, hiç kuşkusuz toplumsal bazda daha derin, daha sarsıcı bir olgu.

Me Too (ben de), kadınların tacize karşı seslerini birleştirdiği, yükselttiği, "artık yeter" dediği bir hareket olarak ortaya çıktı. Yayıldıkça yayıldı. Umut veren bir kıvılcım. Her geçen gün de etkisini arttırmaktadır. Kadınlar olarak daha da güçlenmesi, örgütlenmesi ve giderek kökleşmesi tek umudumuz. Aksi, sistemin içinde onun bir ürünü olarak kendini durmaksızın tekrarlayan cılız ve etkisiz bir gürültüye dönüşme olasılığıdır. Beklenen, bütün renkliliğiyle anarşik ve güçlü yanlarıyla, politik bir yapıya dönüşmesidir. Böylece sistemin kadına yönelik çarpık ve hoyrat bakışının karşısında "güçlü bir kadın sesi' durmuş olacak. Bu eril kör zihniyeti köşeye sıkıştıracak örgütlü bir haykırış gerekir çünkü.

Ataerkil sistemin, "her şeyi kendine hak gören" zihniyeti tacizi, tecavüzü, şiddeti doğuran asıl kaynak. Kadınlar olarak her birimizi durmaksızın aynı deneyimden geçiriyor üstelik. Bütün kurumları kontrol eden bu anlayış (üniversite, sanayi, ordu, finans vb.), kadın özgürlük alanını daralttıkça daraltmaktadır. Kendi iktidar alanına gelince geniş mi geniş. Ve o alanda varlığını kaba, pervasız, sakınımsız sergiler.

Bizse sürekli o aynı tehdide karşı koyar, kendimizi korumaya çabalar dururuz. Kiminde peşimiz sıra gelen bir ayak sesidir bu tehdit. Yaklaştıkça yaklaşır, hızlanır, yavaşlar, bizimle aynı tempodadır. Yüreğimiz sıkışır, "tacizci mi acaba?" kuşkusu belirir içimizde. Korku ve endişeyle dolarız. Zihnimizde o korkunç görüntülerden biri belirir; haberlerdeki o küçük kızın kırılmış ince boynu, yerde yatan hırpalanmış bedenidir bu. Aynı canavar olmasın sakın! Eve girer, kapıyı sertçe kapatırız üstümüze.

Ve "Medusalaştığımız" an gelir. Pençelerimiz uzar. Bakışlarımıza Medusa'nın o taş kesen ölümcül bakışları yerleşir. Eril şiddetin çemberinden çıkmak için kuşanır da kuşanırız; ölümcül gözler, zehirli diller ediniriz, baştan ayağa öfkeye keser bedenimiz.

Öte yandan "Medusalaşamayan" kadınlar da yok değildir. Biliriz. Athena'nın rolündedir onlar. Güce taparlar. "Taciz" söz konusu olduğunda "ama" diye başlarlar söze. Sosyal medyada endamlarını gösterir, ataerki tekneden beslenirler. Onların borazancıları olurlar. "Nesnellik" adına aynı minval üzere uzun tiratlar atarlar. Altında çıka çıka o köhne nakarat; çürük, yapış yapış erkek egemen zihniyet pörtler! Utangaç, sakınımlı, saklı gizli şöyle kusarlar: "Kadının kuyruk salladığını", "şehvetiyle erkeği cezp ettiğini" ve benzeri pek çok çöp bilgiyi boca ederler üstümüze. Mağdur olan kadını bir kez daha "suçlu" ilan edip Poseidon'un önüne atarlar.

"Medusa canavarı" işte o zaman aniden hortlar içimizde! Mağduru bir kez daha mağdur eden bu eril zihniyeti taşa çevirmek isteriz. Antik Yunan'da Medusa'ya yapılan da budur zaten! Büyülü güzelliği vardır Medusa'nın. Tapınağa adamıştır kendini. Deniz tanrısı olan Poseidon onu görür görmez vurulur, ancak Medusa'nın yanıtı nettir: Hayır hayırdır! Böylece cezalandırılmayı hak eder. Poseidon'un tecavüzüne uğrar sonrasında. Athena ise tapınağın kutsallığının ihlal edildiği gerekçesiyle Poseidon'u değil, Medusa'yı lanetler! Medusa'nın güzelliğini görüp ona bakanlar, onun öldürücü bakışıyla taşa kesilirler!

Erkeğin kahramanlığını merkeze koyan ve Athena'nın da desteklediği bu ataerkil efsane, burada bitmez. Seriphos kralı Polidektes, yarı tanrı Parseus'tan Medusa'nın gücünü, onu öldürerek ondan almak ister. Athena'nın verdiği bronzdan aynalı bir kalkanla kendini koruyan Perseus, Medusa'yı öldürür ve onun öldürücü bakışlarını ele geçirerek, düşmanlarını teker teker dize getirir.

Ünlü ressam M.M. da Caravaggio, Perseus'un kalkanının üzerine düşen Medusa yansımasına kendi yüzünü resmeder. Medusa olarak katledilen kadının yerine kendi yüzünü koyarak ölümden payına düşeni alır böylece. Resmin karşısına gelip duran her izleyici, aynı şekilde bu vahşetteki sorumluluğa ortak olur!

Görülüyor ki, kadını kuşatan bu zihniyet, sadece onun güzelliğini, gücünü çalmakla kalmaz, onda üstün bulduğu ne varsa el koyar! Öte yanda ataerkil anlayış, "canavarlığı' kadına ait kılarak her zihne, her mekâna, her dimağa aynı algıyı kusursuzca işler. Edebiyat, müzik, sinema bunun örnekleriyle doludur. Böylece yatay ve dikey bütün ilişkilerde, bu mekanizma sekmeksizin sürdürülür. Sistemin de mekanizmalarıdır bunlar. Merkezden çevreye, kentten kırsala, küçük nüans farklarıyla yayıldıkça yayılır. Aynı odaklardan beslenerek, Medusa'ya atfedilen bu "canavarlık maskesi', doğan her kız çocuğunun da ölümcül maskesine, kaderine dönüşür.

Kadına yönelik tacizin, tecavüzün, şiddetin bitmesi, ancak sistemin çarklarının kırılması ile mümkün. Peki, her birimiz -kadın veya erkek- bireysel sorumluluğumuzun farkında mıyız? Umudu büyütüyor muyuz? Yoksa umudu tüketiyor muyuz?

III.

Ben ve benim gibi kadınlar ne istiyor?

Çok basit. Hiç kimsenin ötekisi üzerinde "hak iddia etmediği" bir dünya. Kimsenin, kadınlığımıza el uzatmadığı, kimsenin gücünü üstümüzde denemediği bir dünya. Mümkün mü? Evet! Ancak, eril akla sahip olanlar itiraz edecekler buna, hatta "ütopya" diyenler de çıkacaktır. Ama ben Hanna Arendt'in söylediğine sıkı sıkıya tutunacağım gene de. "Bir şeyi amaç olarak alır ve istinasız bir şekilde tutarlı eylemde bulunursan, o gerçeklik kazanır." Yaşadığımız yerküre savaş çığlıklarıyla kanla, gözyaşıyla dolu olsa da… Pandemi hayatımızı çekilmez hale getirse de. İnsanca yaşamak mümkün. Birbirlerinin tamamlayıcısı olan kadın ve erkeğin, tacize karşı seslerini birlikte yükseltmeleri, yeni bir umut, yeni bir dünya yaratmaları mümkün.

Hiçbir şey kendiliğinden açığa çıkmaz. Bugün olanlar, tarihsel süreç içinde direnişçi ve öncü kadınların bize bıraktığı mirastır. Onların çabaları, kazanımları tarihe işlenmiş olarak bize kadar akıp geldi. Bu gizli kolektif güç, bugün me too hareketini doğurdu. Anarşist, devrimci, öncü özelliklerinin yanı sıra-ve belki de bu özelliklerinden dolayı-yer yer dağınık, parçalı ama kendini her şeye açan kolektif bir dayanışmadır me too. Ortaya çıktığı son on üç yıla baktığımızda, azımsanmayacak bir bilinç ve eylemsellik sergilediği de kesin.

Dünya kadınlarının cesareti oldu me too. Kadının bedeninin, zihninin, ruhunun, sahibinin gene kendisi olduğunu belletti kadınlara. Ve onları, insan doğasına aykırı, ötekileştiren, kısırlaştıran erkek egemen zihniyete karşı tek bir seste birleştirdi; Hayır Hayırdır!

Bize istemediğimizi yapanlara "hayır" demek aynı zamanda gelecekle ilgili bir yol çizmek, bir tasarımda bulunmaktır. Bilmediğimiz öteki şeylerin yanı sıra bir güzergâh belirlemektir.

Bu umudu avuçlarında tutuyor şimdi kadınlar. Bir yumurtanın hassas kırılganlığını bilerek, onu özenle yuvasına yerleştirir gibi. Belirsiz bir geleceği gözü pek bir özgüvenle, umutla harmanlıyor şimdi.

Belirsizlikle örülü bu çağın "medusaları" olarak veda edebiliriz artık. Bizi geleceğin dünyasına taşıyacak seslerin arasına kendi sesimizi katarak. Öncülerden bize miras kalan bu tınıya, farklı anlamlar yükleyerek ve onu yeniden üreterek, yeni bir anlam dizgesi yaratabiliriz. Hem kendimiz hem de başkaları için.

Eril zihniyetten kurtulan her kadın, her erkek, her ilişki; saygı ve sevgiye de zemin hazırlamış olur.