Size içtenlikle bir soru
sormak istiyorum.
Kendinizi benim yerime koyun ve karar verin.
Diyelim ki bir toplantı nedeniyle yolunuz Kırgızistan’a düşmüş.
Orada, on yıl önce kurduğunuz Issık Göl forumunun toplantısına katılıyorsunuz.
Konuşmacılar arasında olan Mihail Gorbaçov’la da karşılaşıyorsunuz.
Ertesi gün karlı dağların çevrelediği güzel gölde bir tekne gezisi düzenleniyor.
O gezide kısa kollu gömlek giymiş Gorbaçov’un kolundaki dövmeyi görüyorsunuz, kişisel sohbetlere dalıyorsunuz.
Bu arada Gorbaçov diyor ki:
“Benim çalışma masamda kırk yıldır kimin resmi durur, tahmin edin bakalım?”
Siz de soruyorsunuz:
“Lenin mi?”
“Hayır!”
“Marx mı?”
“Hayır!”
Sonra birçok isim sıralıyorsunuz:
“Puşkin mi, Çaykovski mi, Tolstoy mu?”
Başkan muzip bir gülümsemeyle hepsine hayır cevabı veriyor.
O zaman pes edip “Bilemeyeceğim sayın başkan. Lütfen söyleyin!” diyorsunuz.
O zaman Gorbaçov masasındaki resmi açıklıyor.
“Kemal Atatürk!
Kırk yıldır o kabartma resme bakarak çalışırım.”
Tüyleriniz diken diken oluyor, heyecanlanıyorsunuz.
Çağ açıp çağ kapatmış
olan Sovyetler Birliği Başkanı’nın Atatürk hayranlığı içinizi
gururla dolduruyor.
Soruyorsunuz:
“Peki niçin sayın başkan?”
“Çünkü Mustafa
Kemal Atatürk büyük
bir devrimcidir.”
***
Gezi bitiyor. Otele geliyorsunuz, gazeteye günlük yazınızı göndermek üzere bilgisayarın başına geçiyorsunuz.
Biraz önce tanık olduğunuz muhteşem olayın heyecanı
içinde bunu okurlarınıza
aktarmak istiyorsunuz.
Ama duraklıyorsunuz, acaba yazsam mı diye düşünüyorsunuz.
Şimdi sorum size yöneliyor.
Benim yerimde olsanız
ne yapardınız, yazar mıydınız yazmaz mıydınız?
Bu kadar önemli bir olay
niçin yazılmasın dediğinizi
duyar gibi oluyorum.
O zaman Türk yarım-aydınının ne kadar kıskanç, ne kadar dedikoducu bir mahluk olduğunu bilmiyorsunuz demektir.
Her şeye rağmen bu önemli heyecanı okurlarınızla paylaşmak istiyorsunuz ve yazıyorsunuz.
Ertesi gün yarım aydın
takımı başlıyor.
“Yine kendini övüyor. Bakın ben Gorbaçov’la görüşecek kadar önemli bir adamım demek istiyor.”
Bu sözü bir intikam biçimi olarak tekrarlayıp duruyorlar.
Oysa yıllar boyu çalıştığım arkadaşlarım; gazeteciler, müzisyenler, filmciler benim ne kadar kendi halinde, ne kadar övünmeden uzak bir insan olduğumu bilir, hatta bazen buna hayret bile ederler.
Kendini övmek gibi bir küçüklüğe düşmeyeceğimi yüzlerce örnekle yaşamışlardır.
Ama nedense yarım aydınlar arasındaki bu terane hiç bitmez.
Ünlü bir kişinin adı köşemde geçince, onu tanımakla övünmeye çalıştığımı zannederler.
Çünkü küçük dünyaları bu kadarına izin verir.
***
Sorum yine size: Böyle bir
olay yaşasanız yazar mıydınız, yazmaz mıydınız?
Dilerseniz; Karacaoğlan’ın dizesini biraz değiştirip; “Yazsam öldürürler, yazmasam öldüm” diye de cevap verebilirsiniz.