Václav Havel’in “modern insanın trajedisi hayatının anlamı hakkında daha az ve daha az biliyor olması değil, fakat bunun onu daha az ve daha az rahatsız etmesidir” cümlesiyle başlayalım.
Yaşadığımız cesur yeni dünyaya derinlemesine nüfuz edemiyoruz. Hadiseler, havadisler, hepsi geçip gidiyor, birbirlerine bağlanamadan, mânâlı bir yekûna ulaşamadan gözden kayboluyorlar. Gökyüzü bulutlu, bilgi kütleleri bulutta kodlarla ayrışmış, gerçeklik bölük pörçük, yalnızca mavi serçegilin cikcikleri duyuluyor, uçuşuyor günler. Dijital evren genişlerken kafamız önde, üzgün Franz’lar ya da öfkeli Fyodor’lar misali dolanıyoruz, elde ışık kaynağı da namevcut, Diyojen’i alaya almak için dahi durmaya izin yok.
Nereden başlayacağız idrak etmeye. Daima gelişim, mütemadiyen serpilip büyüme. İleri gidiyoruz. Köprüleri aştık. Geçmişi silip geçtik. Eski bağlar epritildi. Değil mi? Aslında tam da değilmiş gibi. Bulanık. Pikselleri çözülen görüntünün içinde oksijen balonu emojilerine ihtiyaç var. Simülakrlar ve simülasyonu okumanın sıradanlaştığı günleri de özlüyoruz. Öylesine dibe gidiyor kavrayış, o kadar ilkele düşmüşüz. İskenderiye Kütüphanesi yakıldı biliyorsun, gerçi sonradan yeni kitaplar da yazılmıştı. Ne diyordu bu insanlar, zihnin koridorlarında hangi item’leri aradılar, tüm bir video evrenine yol almak için miydi her şey. Sıfırlar ve birler, sahte gündemlerle test edilen Elon Musk’lar, düşen hisseler, izlediğimiz saatlerce içerik, günü çalan görsel lenduha, mesnetsiz bildirimler, arka planda vın vın vın, ritim değil bu gürültü, fonda biteviye çalışan makine, orada olduğunu unuttuğun, sabah ve akşam, gündüz ve gece, makine asla uyumaz.
Açık mı sekmelerin, bir sadme bir sadme daha, tık tık tık, yeni veri gelmeli, muhakkak çoğu da teyitsiz. Çerez laflarla tıkına tıkına semirdi dimağ, bu sürükleniş bir yerlerde başladı, tüm yüksünmenin bir alfa noktası olmalı, kırmızı çizgiler çekmek için kaymayan zemine ulaşmalı, mümkün müdür? Uyarıcıların dikkatimize koyduğu ipotek sınırsızlığa uzuyor. Uykunu kısıp takip et iletileri, kasları geliştir, kuvvet artırmak amacıyla ginseng, hafıza için ginkgo yükle, performansını zirveye taşı, sinir sistemine kafein dök, gözler fal taşı, insandan sıyrıl artık, nereye baktığını fark etmedin mi, nereye yönelmiştin, bir avuç ağrı kesici, voltajı yükseltmelisin, geleceğe devam etmek istiyorsan uzan uzan uzan, kimyasala bulanmış elmayı ısır.
Bir noktada insan organik derisini dökmeye karar verdi, vücudundaki otomatik sistemlere odaklanıp bu mekanizmaların işleyişini optimum model kabul etmeye başladı. Yani hisseden, düşünen, tefekkür eden, sorgulayan kısmın gereksizliğine kanaat getirdik. Vücuttuk biz, çünkü vücudun matematiğini çözmeye başlamıştık, dönen çarklar gibiydi evren, her şey fizik kanunlarının periyodik tabloya temasında şekilleniyordu. Kesinlikle, materyalizme ulaşmıştık, mükemmel düzende sadece bir parazit vardı, içimizdeki o oyunbozan, bir yerde, bir yerlerde konumlandığı bilinen, fakat nerede, nerelerde demlendiğini saptayamadığımız bilinç fokurdaması.
Neyse ne, bu sorunsalı dosyalayalım, dokunabildiklerimizi öne çıkaralım dedik, tren, uçak, penisilin, bilgisayar, tomografi cihazı vesaire yaptık, ki bunlarsız yok olabilirdik. Burası dar koridor tabii, bombalar, savaşlar, canın değersizleştirilmesi, alnımızda barkodlar Fordizmin üretim bantlarında bir ileri iki geri, zombi alegorisinde ifadelendirilen insanlık tabloları, intihar zihniyetini kendine zerk eden türün yükselişindeki mini mini detaylar, biraz tatsız, ilerleyelim beyler bayanlar.
Önce doğanın bir makine olduğuna karar verdik, ardından makineyi icat ettik. İdealist Frankenstein’ın felaketleri de mucizeleri de getiren deneyleri bu dönemde başladı. Bilim tüm gerçekliği çözdü mü, buna inanan müritler belirdi, Aydınlanma başlamıştı, yaklaşıyordu sanayileşme ve bir grup ozan toplandı köşede, Romantikler, üflediler nefire, durun lütfen çok da doğru değil bu. Hepsi Ultron merdiveninin basamakları kabul edilmeli, modern referansların esini makineden elde edilmeli.
İdeolojiler sağ ya da sol diye ayrımlaşıyorlardı, ne gülünç önemi kalmamıştı ki bunun, hepsi makineleşmek istiyordu. Toplum organik bir yapılanmayla yolunu bulamazdı, bir organizasyon şeması dayatılarak törpülenmeliydi pürüzleri, on yüz milyon yıl böyle geçti. İnsan doğal olanın parçası değildi, uyumak, uyanmak, yemek yemek, şefkat beklemek gibi semptomlar ikincildi, biz esasında kesintisiz üretimdik. İnsan bitmez tükenmez bir aktivite düzeneğiydi, şaşmadan, yanılmadan işlemeye programlanmıştı. Çalışma kampları oluşturuldu, akabinde açık ofisler.
Detoks kürleri plana uymayan ne varsa ürtikerleştirecek, daha fazlasını süpürmeli, makine yürümeli, geride kalan tortuyu kurutmalı uygarlık, trik trak, trik trak. Uzun süredir böyle. Köklere dönüp eşeleyen kalmadı. Örtüldü toprak, üzerinde fabrikalar yükseltildi. Aynı tarafta olduklarını fark etmeden savaştırdılar öğretilerini, makineye karşı makine, egonun robotuna karşı kitlelerin ölümü küçümseyen devinimi. Bu çok yeni bir durak, tarihte kırılma. İnsan, insan olmak için doğdu, doğanın uzantısında bir duygunluğu filizlendirmek için. Kuşun uçması gibi, Homo sapiens’e de hediyesi verilmişti, hissetmek, makine bunu kurutup geçti.
Siborglaşma başlıyor, yeni parçalarla güçlendirilen beden geleceğin fetişi olacak, çünkü daha fazla takata ihtiyacımız var. Mekatronik kolların arasında eziliyoruz, aktive ettiğimiz otomatın kurbanlarıyız. Güç istiyoruz, dayanıklılık, sürat, kavrayış, yetmiyoruz, dünyayı makinenin gölgesine terk ettik, kafeste çıldıran maymunlar gibi birbirimize saldırıyoruz. Analiz edebilmemiz mümkün değil, birikimimiz yetmiyor, zamanın ivmelenmesi yapay zekânın canavarlaşan işlem hızına ayarlı, insan tükürüldü ve geride kaldı.
Minerva’nın baykuşunu takip ederek biraz bilgelik kazanacaktık, sonra da ölecektik, hoş bir lütuftur doğmuş olmak diyerek. Oysa bir de bugün bak gündüzlerimize, kin ve yetersizlikle dolu. Gecelerimizse galon galon enerji içeceğinin ekran ışığında harcanması için var. Sağlıklı yaşam tüyoları, C vitamini kürleri, B12 iğneleri, ölümsüzlük ülküsü peşinde meditasyon yapan keşişlerin değil, kırılmadan çarkı döndürmeye devam etmek zorunda kalan elektro-mekanik yapıların problemleri bunlar. İnsanken makine olmayı özleyen yedek parçalar geçersizleşmekten korkuyorlar. Titreyin, bir sonraki güncelleme hepimizi piyasadan silecek. Çünkü yanlış yola saptık, insan olmanın biricikliğini yücelteceğimize, makinenin putlaşmasına izin verdik, özgün fonksiyonumuzdan vazgeçtik ve bir hata gibi sistemden kaldırılmak üzereyiz.
Kılavuz atadığımız yüce mekanizma bir enerjiyi bir başka enerjiye dönüştürebilecek şekilde üretildiğinin farkında, bizde daha fazlası olduğunun da, işte şimdi o fazlalığı elimine etme vakti geldi çattı, insandan kurtul, anlamlı operasyonları sona erdir, dur ve ateş al.
Yevgeni Zamyatin’in satırlarını asıverelim sonrasına, “Yeraltı tren istasyonlarından birinin genel tuvaletine nasıl indiğimi hiç hatırlamıyorum. Yukarıda tarihin en müthiş ve en mantıklı uygarlığı çöküyordu ama gülünçtür, burada, aşağıda her şey olduğunca, tüm harikalığıyla duruyordu. Ve tüm bunların ölüme mahkûmluğunu, her yeri ot bürüyeceğini ve geriye mitlerden öte bir şey kalmayacağını düşünmek.”*
* Yevgeni Zamyatin, Biz, çev. Algan Sezgintüredi, Versus, 2016.