Gündem

Mahmut Wenda Koyuncu: Milliyetçilik tartışmaları neden bu kadar az!

27 Aralık 2021 10:43

Mahmut Wenda Koyuncu*

Milliyetçiliğin gündelik hayatın her anı ve alanı üzerinde nüfuz ettiği bir coğrafyada ona bağlı düşünsel ve kuramsal çalışmalarının dramatik derecede az olması enteresan duruyor. Geçen ay Kıraathane Yayınları’ndan çıkan Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları adlı eser, üzerine çok konuşulsa da aslında milliyetçilik hakkında ne kadar az yazıldığına dair bir hatırlatma işlevi gördü. Kitabın çok yazarlı ve çok yararlı içeriğine girmeden önce bu konunun layığınca Türkiye’nin entelektüel-akademik ilgisine mazhar olmadığına kısaca değinmek gerek. Yani takvimi, çok değil, bugünden on yıl geriye sarsak, bu alanda ideolojik ve siyasi motivasyonla yazılmış eserleri  devre dışı bırakırsak eğer;  bilimsel ve etik kriterlerle Türkçe yazılmış basılı eser sayısının  iki elin parmaklarını geçmediği görebiliriz.  Akademinin ve sivil düşünce dünyasının bu tema üzerine yakın zamana kadar neredeyse eli klavyeye hiç değmemiştir bile denebilir. Yani kavram, ya genç cumhuriyetin önündeki ideolojik angajmanlardan: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Batıcılık’ın yanında dördüncü bir yol  ya da Atatürk Milliyetçiliği etrafında ele alınmış gibi görünüyor.

Milliyetçilik, uyandırılması gereken bir ruh veya oluşturulması gereken bir şuur olarak işlenmiştir daha çok bu zihniyet dünyası açısından. Tarih boyunca, hem sağ hem sol yorumlarda,  içerden ve dışardan her türlü haksızlığa ve ihanete uğramış bir milletin ayağa kalkma serüveni olarak  övülmüştür. Altmışlı yıllarda Marksist solun demokratik milli devrim tezleri ışığında tartışılmış bir kavram olsa da ekseriyetle, neticesi Kemalist tezlere bağlı Anti-Emperyalist bir ulusçulukla sınırlı kalmış ve içerdeki farklı etnisitelere gözünü kapatmış haliyle işlenmiştir.    Bunun sebepleri çeşitli olsa bile, asıl kaygıların ulus inşasına bağlı pratikler ve de Osmanlı’nın son dönemlerinden devralınmış veya oluşturulmuş kolektif/travmatik bir belleğin varlığı söz konusu edilebilir. Ancak söz konusu pratiklerin- milliyetçilik veya bu yordamın türevi yaklaşımlar- ampirik sahada; kıyıcı, ayrımcı ve dışlayıcı özelliklerinin tamamını layıkıyla yerine getirdiğini teslim etmemiz gerek.

Kitaba geri döndüğümde, meselenin çok boyutlu bir şekilde ele alınıp analiz edildiğini görebiliyoruz. Editoryal olarak, tematik bir ayrımlandırmaya gidilmediği görülse de yazıların dizilişinden, belli temaların kendiliğinden ayrıldığını anlaşılabiliyor.  Kitap, kavramın tarihsel ve kuramsal evrimine eğilen makalelerle başlıyor. Sonraki makalelerin anlaşılması ve anlamlandırılması bakımından iyi bir altyapı hazırlıyor bu sunum şekli.   Mesela Kadir Dede’nin Milliyetçiliğin Serüveni: Tarih, Gündelik Yaşam ve Şimdiki Zaman(s.16) adlı makalesinde zaman ve gündelik yaşam üzerinden kavramın tarihsel serüveni önümüze serilirken, Herder ve Fichte’nin Alman romantik milliyetçilik yorumundan Renan’ın Fransız tarzı uygarlaşmayı vurgulayan yorumuna oradan da Bilig’in banal ve gündelik milliyetçilik kavramsallaştırmasına varan geniş bir literatür sunuyor. Akabinde Murat Belge, kavramı militarizm bağlamında coğrafyalar arası tarihsel bir karşılaştırma ile değerlendirdiği yazısında günümüz Türkiye’sine kadar gelen militarizm-milliyetçilik arasındaki güçlü bağlantıları deşifre ediyor. Bu bölüm Ahmet Kuyaş ve Irvin Cemil Schick’in yazıları sonlanırken, Kuyaş Türk milliyetçiliğin kökenlerine eğilen titiz bir inceleme ile karşımıza çıkarken, kitabın en zihin açıcı yazılarından birisi olduğunu düşündüğüm Schick’in Kemalizm, Şarkiyatçılık, Garbiyatçılık adlı makalesi emperyalizm ve sömürgecilik bağlamında cumhuriyet tecrübesinin ironik ve çelişkili mantığına işaret ediyor.  Özellikle solun Kemalizm’i solculaştırma girişimlerinin mizahi bir seviyeye varan zorlamalarına değinirken,  ‘’…Sömüren/sömürülen ilişkisinin illâ ki iki yarı ülke arasında olması gerekmez, tek bir siyasî birimin, tek bir ülke sınırları içerisinde de sömürgecilikten söz edilebilir. Ve önerdiğim şudur ki, Cumhuriyet’in ilk onyıllarında Türkiye’nin büyük şehirlerinin önderliğinde kırsal alanlarının ‘’çağdaşlaştırılması’’ girişimi bir çeşit sömürgecilikti.(s.88)’’ cümlesiyle iç orientalizmin hala düşünce evreninde nasıl vuku bulduğu açısından mühim bir değerlendirme gibi duruyor.  

Kitabın neredeyse değinmediği konu kalmamış kabilinden yazılarından biri de İnci Özkan Kerestecioğlu’nun Osmanlı’dan günümüze uzanan feminizm ve milliyetçilik ilişkisini değerlendiren yazısı.  Günümüz feminizm tartışmaları açısında da sağlam bir arka plan oluşturan yazıda Kürt Milliyetçiliği ve feminist yansımalarının Türkiye’nin batısındaki feminist pratiklerle karşılaşma biçimleri açısında da önemli tespitlere yer veriyor.

Milliyetçilik bir yerde kıyım ve soykırım idiyse bu sefer kitabın enteresan yazılarından birine bakmak gerek. Milliyetçiliği kolektif şiddet  bağlamında ele alan Ümit Kurt’un makalesi, bugüne kadar Türkiye sahasında pek tartışılmayan bir alanı; şiddet eğilimli toplumların milliyetçilikle imtihanının kıyım ve felaket potansiyellerini  irdeliyor.  Dünyadaki tecrübelerin ışığında çok güçlü kuramsal ve tarihsel bir zemin üzerinde yükselen makale bu coğrafyada 1915’te yaşanan soykırımdan ile Nazi pratiklerine varan toplumsal şiddetin aynasından baktırıyor.

Derken, Foti Benlisoy’un kitapta ifade ettiği biçimiyle Kök Ötekiler olarak gayrimüslimlerin Türklükle ve Cumhuriyet’le acılı ve ağrılı serencamını somut yaptırımlar üzerinden ele alan makaleler ve kişisel yaşanmışlıklara ayrılmış bir bölüme aralanıyor kitap.   Milliyetçilik  mefhumuna bu coğrafyada can suyu taşıyanın, gelişip serpilmesinde etki edenin; dış ötekiler’den  çok iç ötekiler yaratma edimi olduğu malum. Fethiye Çetin, bir örnek vaka olarak Hrant Dink cinayetine uzanan yasal ve örgütlü aklın kıyıcılığına dair tarihsel bir arka plan sunarken farklı mecralardan Foti Benlisoy ve Roni Margulies’in yazdıkları, mevzuya biraz daha derinlik katıyor.  Türklüğün yazılı ve yazılı olmayan tahammül sınırlarına ayrılan bu bölümde Ayhan Aktar, tarihte yasal kılığı giydirilip de tamamen gayri meşru bir mülksüzleştime hareketi olan Varlık Vergisi örneği ile karşılık veriyor. 

Söz konusu milliyetçilik olur da bunu kendi mülkü sayan ve bu mülk üzerine rekabete tutuşan güncel siyaset kurumlarını unutmak olmazdı. Kemal Can, Tanıl Bora ve Necmiye Alpay; Türklük dairesinin ırkçılıkla solculuk arasında salınan sarkacına bir parantez açıyorlar. MHP’nin ezelen  ve ebeden  himayesinde gördüğü milliyetçiliğini Kemal Can irdelerken, Tanıl Bora yerlilik ve millilik noktasının sağda tecelli ettiği nosyonları güncel siyasete bağlıyor. Necmiye Alpay’sa sol cenahtan bu mevzuya yaklaşma biçimlerindeki çelişkilere ve kafa karışıklıklarına ışık tutuyor.

Neticede Kürtlerden bahsetmeden bu kavramın toplumsal, siyasal ve duygusal boyutları atlanmış olurdu. Mesut Yeğen, Mücahit Bilici ve Lal Laleş burada söze girip asimilasyon, inkar ve yok etme pratiklerinin ve bundan çıkış yolunun nasıl olması gerektiği konusunda kafa yoruyor. Mesut Yeğen, Türklük Dairesi’nde Kürtlerin Cumhuriyet açısından neye karşılık geldiğini belli bir izlek- kongreler, anayasalar, antlaşmalar ve yasalar-üzerinden takip ediyor.  Cumhuriyetin hemen öncesi ve sonrasında ayrıca Kurtuluş Savaşı’daki durumlar ile günümüze kadar gelen süreçte Kürtlerin yasal statülerine dair her biri diğerinden çetrefil politikalar ve yasal müdahalelerle yaşanan trajedileri gözler önüne seriyor. Lal Laleş, Kürt Dili üzerinde uygulanan asimilasyonları görünür kılan tespitlerde bulunurken Kürtçe’nin bir anadil olarak kabulü ve eğitim dili olması yönünde bir perspektif sunuyor. Mücahit Bilici ise kanımca kitabın en enteresan makalelerinden birine imza atmış durumda bu bölümde. Kürt siyasetinin Evrenselci ideoloji ve politikaların (İslamcılık ve Solculuk) peşinden kendi kurtuluşlarını elde etmelerinin nafileliğine işaret ederken, Kürtlerin hem İslamcılar hem de Sosyalistler tarafından milliyetçilikle  eleştirmenin hak ve adalet kavramlarına uymadığını sakin sakin izah ediyor. İslamcılar ve Sosyalistlerin içinde saklı kalmış örtülü milliyetçiliği görmeden Kürtlerin milliyetçiliklerini din kardeşliği veya yoldaşlık (benim ifadem) üzerinden kötülemelerinin çelişik ve haksız bir yaklaşım olduğunu tartışıyor. Bilici, ayrıca Kürtlerin hak ve adalet arayışlarına milliyetçiliğin neden bir seçenek olarak kabul edilmediğini de bu bağlamda kritik ediyor.

Kitabın sonlarına doğru yaklaşırken, dikkatimizi Suriyeli mülteciler üzerinden kristalize edilen yeni milliyetçilik ve ırkçılık biçimlerine çeken Ayhan Kaya,  geç milliyetçilik biçimleri olarak Türk ve Arap milliyetçiliğin karşılaştırmalı bir analizini ortaya seriyor. Mehmet Altan’ın milliyetçilikle küreselleşme arasındaki ters ve doğrudan etkileşimlerin yerli ve milli ekonomilerde yarattığı tahribat ve sömürü biçimlerine dikkatimiz çekiyor. Milliyetçilik meselesine yine ekonomi politik bir gözlükten bakan Taçlı Yazıcıoğlu Milliyetsiz Alanlar adlı makalesinde sermayenin küreselleşme ile yersizyurtsuzlaşma biçimlerini mercek altına alıyor. Yeni sermaye biçimlerinin sanal ekonomiler ve aslında kimliksiz alanlar yarattığının altını çiziyor. Milli ve yerli sermaye biçimlerinden bahsetmenin imkansızlığına değinen Yazıcıoğlu sosyal hareketlerin de buna bağlı olarak artık milli karakterler  taşımadığına dem vuruyor.

Kitabın son bölümü kültür ve sanat alanında milliyetçiliğin tezahür edilme biçimlerine ayrılmış. Bu bölümde Seval Şahin,  milli kimliği inşa etme serüveninde edebiyatın nasıl işlevselleştirildiğini Türk ve Dünya edebiyatından karşılaştırmalı örneklerle ayrıntılı bir analiz yapıyor. Ahmet Ergenç’se millilik veya milliyetçilik mevzularının aynı zamanda bir imge siyaseti olduğunu ve kendisini imgelerle görünür kılma biçimlerine dair tespitlerde bulunup sanatların buna nasıl karşılık verdiğiyle ilgili bir bakışa eğiliyor. Yazar özellikle doksanlardan sonra yükselmeye başlayan çağdaş/güncel sanatın muhalif, ikonoklast yaklaşımından örnekler sunarak imgeler üzerinden muhalefet etme biçimlerini masaya yatırıyor. Cumhuriyet’ten dışlanmış, görülmesi istenmeyen imgelerin sanat alanında görünme biçimlerini ayrıntılı bir analizle önümüze getiriyor. Bölümün ve kitabın son metninde Ahmet Gürata, sinema alanından tarih ve kimlik meselesini dönemler halinde grafiklerle analiz ediyor. Özellikle popüler sinemanın tarihi konuları ve karakterleri (Malkoçoğlu, Battal Gazi, Tarkan, Kara Murat gibi) işleme sıklığı ve milli duyguları ayakta tutmanın banal stratejilerine dokunuyor. Günümüzde de TV dizilerinden aşina olduğumuz kültür politikalarını anlama adına iyi çalışılmış bir rehber niteliği taşıyor Gürata’nın metni.

Hasılı, mevcutta kuramsal ve tarihsel anlamda objektif analizlere dayanmayan koca bir külliyatın yanında sınırlı sayıda güvenilir basılı kaynak olduğunu itiraf etmek gerekir.  Tarihçilerin, sosyologların, siyaset bilimcilerin evrensel kriterlerle bize sundukları materyaller maalesef ki bu manada çok yetersizdir. Bir örnek verirsek eğer, modern milliyetçilikle neredeyse eş anlamda tutulan bir kavram olan ulus-devlet üzerine bile -bu değerlendirme yazısı yazılana kadar başka bir eser çıkmadıysa eğer-  tek eser: Ozan Erözden’in Ulus-Devlet [1] adlı çalışmasıdır. Bunun dışında direk olarak milliyetçilik kuramları veya kavramın Türkiye sahasındaki semptomları üzerine yapılan çalışma sayısı çok azdır. Bunun dışında Umut Özkırımlı’nın, Tanıl Bora’nın kuram temelli kitapları dışında daha eskilere gittiğimizde, direk Türkiye milliyetçiliği ile ilgili olmasa da milliyetçilik çalışmaları açısından önemli bir kuramsal ve yöntemsel altyapı sunan, Baskın Oran’ın doktora tezi de olan, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği-Kara Afrika Modeli gibi eser göze çarpmaktadır. Bunların dışında şu an ismini anmasak da sınırlı sayıda akademisyen ve araştırmacının eserleri dışında son on yıldan geriye geçtiğimizde kaynak sayısı oldukça yetersiz ve verimsizdir.

Son dönemde, yeterli sayıda olmasa da, içerde yayımlanan eser sayısının arttığını gözlemlemekteyiz. Milliyetçiliğin iki ana akım siyaset biçimi (Cumhur ve Millet) arasında parsellendiği ve dillere pelesenk edildiği böyle bir zamanda milliyetçilik mevzusunun bu kadar az tartışılması dediğimiz gibi enteresandır. Bu sebeple Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları adlı eserin doğru zamanda çıkmış bir eser olduğunun altını çizelim.