Dr. Mahfi Eğilmez
2022 yılı bütün dünya için kötü bir yıl oldu: Her tarafta enflasyon yükseldi, büyüme düştü, kimi ülkede bütçe açığı, kimi ülkede cari açık yükseldi. Ekonomi politikasının birbiriyle çelişen sonuçlarını yaşamaya başladık: Enflasyonu düşürmenin bedeli büyümenin de düşmesi ya da büyümeyi yüksek tutmaya çalışmanın bedeli yüksek enflasyon olarak karşımıza çıktı. 2022’nin belki de tek olumlu yanı bütün bu çelişkili gelişmelere karşılık işsizlik oranlarının denetimden çıkmaması oldu.
Türkiye açısından da 2022 kötü bir yıldı. Son birkaç yıldır her gelen yıl bir öncekinden kötü olduğu için önceki yıllar daha iyiymiş gibi hatırlanıyor. 2022 yılı biterken atılan adımlar 2023 yılı ve özellikle de seçimden sonrası için büyük çapta olumsuz bir birikim yarattı. Bunu belki ilk altı ayda o kadar fazla hissetmeyeceğiz ama yılın ikinci yarısında bütün bu adımların etkisini omuzlarımızda hissetmeye başlayacağız.
Yapılan asgari ücret artışı, yaşanan anormal enflasyon karşısında zorunluydu. Hatta yetersiz bile kaldı. Buna kimsenin diyecek bir sözü yok. Ne var ki şimdi ona paralel düzenlemelerin yapılması bekleniyor. Birçok çalışanın ücreti, asgari ücretin altında kaldığı için onların da en azından asgari ücret düzeyine yükseltilmesi gerekiyor. Asgari ücret 5.500 lira iken 7.500 lira ücret alan bir kişiye şimdi 8.500 lira asgari ücret mi verilecek yoksa onun da ücreti asgari ücretli gibi yüzde 54 artırılarak 11.550 liraya mı çıkarılacak? Eğer ilki tercih edilirse toplumun çalışan kesimi giderek asgari ücretli haline gelecek demektir ki zaten son yıllarda olan budur. Böylece orta sınıf tamamen ortadan kalkacak. Eğer ikinci yol tercih edilirse, işyerleri bu yüksek ücretten kurtulmak için muhtemelen yüksek ücretlilerin bir bölümünü işten çıkaracak demektir ki bu daha düşük nitelikli elemanın tercih edilmesi anlamına gelir. Bir konuyu dikkatlerden kaçırmamakta yarar var: Bu sıkıntıları yaratan asgari ücretin artırılması değil, enflasyonun önlenememesidir.
Emeklilikte Yaşa Takılanlarla ilgili getirilen çözüm hakkaniyete uygundur, hatta eksik kalmıştır ama bu adım zaten Hazine desteği olmaksızın ayakta duramayan Sosyal Güvenlik Kurumunu (SGK) içinden çıkılmaz bir sıkıntılar girdabının içine yuvarlıyor. Emeklilik sisteminin genel kabul gören denge oranı en az 3 çalışanın 1 emekliye bakması şeklindedir. Bu yapılan yeni düzenlemeyle Türkiye’de her 2 çalışan 1 emekliye bakacak duruma gelmiş görünüyor. Bu sistemin yaşatılması kolay değildir. Asgari ücret artışı sonrası büyük olasılıkla memur ve emekli maaşlarının da benzer şekilde artırılması gerekiyor. Bu durumda bütçenin ve SGK’nin durumu daha kötüleşecek demektir. Bu gelişmeler bize emeklilik konusunda hiçbir planlama yapılmadığını, tamamen siyasal dürtülere göre hareket edildiğini gösteriyor. SGK’nin içine düştüğü durumdan kurtarılması için primlerin artırılması gündeme gelecektir ki onun da başka sıkıntıları söz konusu.
SGK’nin bir başka sorunu artık taşınamaz noktaya doğru ilerleyen sağlık sistemi. Orada da ister istemez SGK’lilerin katkı payları artırılmak zorunda kalınacak, aile hekimlerinde ve devlet hastanelerinde muayene ve diğer işlemler ister istemez paralı hale gelecek, ilaç katkı payları artırılacak. 1970’lerde Birleşik Krallığın batma noktasına gelmesinde Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) denilen ve aşağı yukarı bizde bugün uygulanana benzeyen sistemin olumsuz katkısı olmuştu.
Bugünlerde ÖTV başta olmak üzere bazı vergilerde indirimler yapılması planlanıyor. Vergilerde indirim yapılması elbette ilk bakışta hepimiz için iyi bir şey gibi duruyor. Ne var ki ekonominin içinde bulunduğu durumla bu vergi indirimleri çelişiyor. Seçim sonrasında bu dönemde indirilen vergilerin misliyle artırılacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Öte yandan ücretli çalışanların yıl boyunca stopaj yoluyla kesilen vergilerinin artması nedeniyle uğradığı kayıpları gidermek için vergi tarifesinde indirimlere gidiliyor. Bu da elbette ilk bakışta olumlu bir adım çünkü çalışanların önemli bir mağduriyeti bu düzenlemeyle bir nebze giderilmiş olacak. Ne var ki ekonominin genel durumuna bakılınca, buradan ortaya çıkacak vergi kaybının ileride mutlaka vergi artışı olarak bir yerlerden karşımıza çıkması kaçınılmaz görünüyor.
Türkiye, bir süredir yanlış ekonomi politikası uygulamalarının kıskacında oradan oraya savruluyor. Bugüne kadar başkalarının paralarıyla durumu idare etmeyi başardık. Körfez ülkelerinden gelen swaplar, yüksek faizlerle yapılan dış borçlanmalar, çeşitli baskılarla döviz mevduatlarının TL'ye dönüştürülmesi, turizmden elde edilen gelirlerin yüksekliği, vatandaşlık verilmesi suretiyle elde edilen döviz gelirleri ve son olarak da Rusya’nın doğal gaz borçlarının ödenmesini ertelemesinin sağladığı finansman, bugünkü yaşamı sürmemize olanak sağladı. Öte yandan enflasyondaki hızlı artış, enflasyon muhasebesi uygulattırılmayan kurumların kârlarının patlamasına ve sonuçta kurumlar vergisi tahsilâtının rekor kırmasına yol açtı. ‘Fiyatlar daha da artmadan alacağımı alayım’ düşüncesinin yarattığı öne çekilmiş talepteki artış, ithalatın ve dolayısıyla ithalde alınan katma değer vergisi tahsilâtının rekor kırmasına neden oldu. Böylece bu iki kalemde ortaya çıkan beklenmedik artışlar bütçe açığının düşük kalmasını sağladı. Ne var ki bu böyle sonsuza kadar sürdürülemiyor. Bütçe açığının düşmesini sağlayan ithalat patlaması bu kez cari açığın yükselmesine yol açıyor. Türkiye, benzer bir durumu 1970’lerde de denemiş 1980’e girilirken 70 cente muhtaç kalmıştı. Bu durumdan ders çıkarmak yerine aynı şeyleri biraz daha farklı olarak 1990’larda da peş peşe iki kez denemiş önce 1994 kriziyle sonra da 2001 kriziyle karşılaşmıştı. Ne yazık ki bu krizlerden ve o deneyimlerden ders çıkaramamış olduğumuz anlaşılıyor. Bu kez de farklı bir popülizm ile devam ediyoruz.
Merkez Bankası ilk faiz indirimini yapıp enflasyon yüzde 19 iken ve artma eğilimi içinde görünürken faizi yüzde 18’e indirdiğinde söylemiştim: ‘Faizi yanlış belirlerseniz ekonomide her şey yanlış gider.’ Aynen öyle oldu. Merkez Bankası faizi indirmeye devam etti, kurlar kontrolden çıktı ve bunun sonucu olarak enflasyon aldı başını gitti. Bu kez kuru tutabilmek için piyasa dışı işlemlere girişildi. Enflasyon artışı ister istemez ücret artışlarını, fiyat artışlarını gündeme getirdi. Bu kez talep artışıyla birlikte talep enflasyonu da maliyet enflasyonuna eşlik eder oldu. Enflasyon, Türk ekonomisindeki her şeyin temel belirleyicisi haline geldi. Yanlış ekonomi politikasıyla doğru sonuç elde etmek imkânsızdır.
Pek çok kişi ‘yıllardır kriz deyip durdunuz işte görüyorsunuz bir şey olduğu yok’ diyerek iktisatçılarla dalga geçiyor. Oysa iktisatçı için enflasyonun iki haneli olması, orta sınıfın silinmesi, dış borçlanma faizlerinin ve risk priminin (CDS primi) kabul edilebilir eşiğin üzerinde bulunması kriz anlamına geliyor. Türk siyasetçisinin temel çelişkisi kendi geleceğini ülkenin geleceği sanmasıdır.
Türk seçmeninin temel çelişkisi ise gelecekte olacaklara gözünü kapatıp bugüne odaklanmasıdır. Bu iki çelişki birbirini desteklediği sürece Türkiye’nin bu popülizm batağından kurtulması mümkün görünmüyor.
Özetle söylemek gerekirse belki seçime kadar idare edebiliriz ama ondan sonra seçimi kim kazanırsa kazansın hepimiz kaybetmiş olacağız.