Gündem

Mahçupyan'dan cemaate: Garip şeyler olmuyor, sırası gelen herkes burnunu sürterek demokrasiyi öğreniyor…

Etyen Mahçupyan, 'paralel yapı' operasyonlarını yazdı

14 Eylül 2014 17:08

Akşam gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan, “Cemaatçi bir toplumda her cemaat yargıya hakim olmak ister… Bazen başarır da… Ama kalıcı olması devlet gücünü gerektirir. Aksi halde, veya demokratik normlar yerleştikçe, kamusal alanın cemaatçi kimlikten arınması süreci başlar. Bazen cemaatler buna direnebilir… O zaman da doğal olarak temizlik süreçlerine girişilir. Kısacası Türkiye’de garip şeyler olmuyor. Herkes sırası geldiğinde burnunu sürterek demokrasiyi öğreniyor” dedi.

Etyen Mahçupyan’ın Akşam’da “Kamusal alanın cemaatçi fethi” başlığıyla yayımlanan (14 Eylül 2014) yazısı şöyle:

 

Kamusal alanın cemaatçi fethi

 

Modernlik yolunda değişim geçirdikçe konuşma dağarcığımıza da yeni kavramlar giriyor. Bazıları önemli işlevsel anlamlar yüklenerek analizlerin merkezine oturuyor. ‘Kamusal alan’ kavramı da böyle… Geçmişte devletin ‘malı’ olduğunu düşündüğümüz, kendimizden uzakta hayal ettiğimiz, dolayısıyla ilişki kurmaktan kaçındığımız bir alanı temsil ediyordu. Kamu sözcüğü, vatandaşın sözünün bittiği yer olarak anlaşılıyordu. Ancak demokratik normların derinleşip yaygınlaşması ile birlikte, bu sözcüğün sivil alanı da içerdiğini keşfettik. Örneğin parklar, caddeler, kıyılar hepimize ait olan ortak alanlardı ve ‘bizlerin’ de bunları ilgilendiren konularda söz hakkımızın olması lazımdı. Bu yaklaşım bir sonraki adımda sivil sorumluluklarımızı üstlenmemizi teşvik etti. Nitekim bugün nükleer santrallerden en basit çöp imha merkezlerine, hemen her şey vatandaşın da içinde yer aldığı bir ‘kamusal alan’ olarak tasavvur ediliyor.

Böylece aslında birbiri üzerine oturan iki farklı kamusal alandan söz ediyor oluyoruz. Biri fiziksel dünyanın parçası, diğeri ise o fiziksel dünya hakkında karar mekanizmasını oluşturan düzlem. Kamusal alana ‘katılım’ dediğimizde sadece çıkıp parkta oturmayı veya oradaki çöpleri temizlemeyi değil, söz konusu parkın işlevlerinin ne olması gerektiğine ilişkin tartışmaya da müdahil olmayı anlıyoruz. Ancak kamusal alanın bir de bizim uzağımıza düşen ama yine de bizlerin sorumluluğuna dahil olan bölümü var. Yani yönetim mekanizması içinde alınan kararların tümü… Çünkü kamusaldan kasıt herkesi ilgilendiren ve kimsenin bireysel iradesine bağlanamayacak olan alanlar. Demokrasilerde doğal süreç toplumun giderek bu alana da müdahil olması, kararları izlemesi ve katılması... Böylece idealde özel hayatın dışındaki her şeyin kamusal hale gelmesi ve ortak kararlarla yönetilmesi mümkün görülüyor.

Buraya kadar herhangi bir toplumun demokrasi macerası içinde ‘kamusal alan’ kavramı ile tanışmasını ve onu sahiplenmesini konu ettik. Ama söz konusu toplumun kendi özelliklerinin bu süreci nasıl etkileyebileceği konusuna girmedik. Demokrasi teorisi bireyselleşme aşamasına geçmiş olan bir toplumun devlet karşısındaki konumunu ele alır. Ama ya bu bireyselleşme halen cemaatlerin içinde oluşmakta ve toplum bir cemaatler eklemlenmesi olarak yaşamaktaysa? Bu durumda çevresindeki parktan başlayarak vatandaşların kamusal alana yaklaşımları nasıl olur? Acaba kişiler parkın çöplerine mi öncelik verirler, yoksa o parkı daha ziyade ‘kimlerin’ kullandığına mı? Cemaatçi bir toplumda kaçınılmaz olarak kimlik meselesi kamusal alan algısının parçası olacaktır. İş nükleer santral gibi ‘büyük’ konulara geldiğinde tavrı belirleyen siyasi tutum olmaya başlayacak, hele yönetime ilişkin kararlar düzleminde siyasal bakış tümüyle egemen olacaktır.

Dolayısıyla ‘eksik demokrasi’ durumunun nedenlerinden biri de cemaatçiliği aşmış bir toplum olunmaması. Demokrasinin hiç olmadığı, devletin her alanda tek hükümran olduğu bir durumda bütün cemaatlerin kamusal alana ister istemez mesafeli kalacağını ve devlete kılcal damarlar üzerinden nüfuz etmeye çalışacaklarını hayal edebiliriz. Ancak devletin demokrasiyi kuşatma ve bastırma gücü azaldığında bu cemaatlerin doğrudan ve geniş katılımla kamusal alana hakim olma dürtüsünü gemlemek çok zor olabilir. Kamusal alan artık fethedilecek bir kale, bir çatışma sahası olarak görülür. Kendi cemaatiniz hamle yapmazsa başka bir cemaatin eline geçebileceğinden ürkersiniz. Sağladığı tahakküm imkanı sayesinde cemaatinizin siyaseti kuşatmasından yarar sağlamak ister, belki bundan gurur duyarsınız. Tüm toplumu ve doğrudan siyasetin kurumsal yapısını ve aktörlerini etkilemeyi kim istemez? Bugüne kadar başkalarının bu imkanı kullandığını ve eline fırsat geçerse kullanacağını öngörmekte iseniz, sizin de aynı yola girmenizi ne engelleyebilir?

Demokrasi yönünde ilerleyen ülkelerde söz konusu gücün en yoğun olduğu yer ise muhakkak ki yargıdır. Çünkü dışardan denetlenmesi mümkün değildir ve ancak kurumsal çoğulculuk ve şeffaflık sayesinde dolaylı bir denetim imkanı verir. Öte yandan siyasetin ve toplumun her önemli meselesinde doğrudan söz sahibidir. Cemaatçi bir toplumda her cemaat yargıya hakim olmak ister… Bazen başarır da… Ama kalıcı olması devlet gücünü gerektirir. Aksi halde, veya demokratik normlar yerleştikçe, kamusal alanın cemaatçi kimlikten arınması süreci başlar. Bazen cemaatler buna direnebilir… O zaman da doğal olarak temizlik süreçlerine girişilir. Kısacası Türkiye’de garip şeyler olmuyor. Herkes sırası geldiğinde burnunu sürterek demokrasiyi öğreniyor…