"Bu bölgenin en kritik aktörlerinden biri olmamıza rağmen, toplumsal bilgi ve tartışma düzeyimiz dünyanın ücra bir köşesinde olabilecek sığlığı aşmıyor" diyen Etyen Mahçupyan, "Sığlığın nedeni belki de sabırsızlığımız… Çünkü hem ülke olarak hak ettiğimizi sandığımız yerlere gelememiş durumdayız hem de sorunlarımızı çözememiş, kendimizle yüzleşememiş halde dünyaya ve bugüne tutunmaya çalışıyoruz" görüşünü dile getirdi. Mahçupyan, yazısında "Başarı geciktikçe, işler istediğimiz gibi gitmedikçe daha da sabırsızlanıyor, bir yandan hızlı çözümlerin peşine düşüyor, diğer yandan kendimizi büyük kavgaların içinde hayal ediyoruz. Bu açıdan bakıldığında kimsenin bize komplo kurmasına gerek yok. Zaten biz kendimize en alasını kuruyoruz" ifadelerine yer verdi.
Etyen Mahçupyan'ın Karar gazetesinde yayımlanan yazısı şöyle:
Yüz yıl önce ‘büyük oyun’ diye adlandırılan Yakın Doğu’nun yeniden yapılandırılması projesi günümüzde göreceli olarak daha ‘parçalı’ bir denklemle yeniden gündemde. Emperyalizmin düşük maliyetli bir kazanım mücadelesi olduğu dönem kapanmış, güçlü aktör sayısı azalmış, ‘Yakın Doğu’ toplumlarının beklenti ve normları yükselmiş, küreselleşme ile birlikte yerel aktörlerin dinamizmi artmış durumda. Artık bazı büyük güçlerin tasavvurları doğrultusunda bir ‘Orta Doğu’ üretmek pek gerçekçi gözükmüyor.
Bu coğrafyanın geleceğini oryantalist bir bakışla anlamak ve öngörmenin mümkün olmadığını rahatlıkla öne sürebiliriz. Ama kısır emperyalizm ve ‘üst akıl’ teorileriyle de mümkün değil… İrili ufaklı aktörlerin gerçek niyetlerine, becerilerine, her birinin iç dengelerine, onları kuşatan toplumsal psikolojiye, taşıdıkları çoklu hedeflere, nihayet zamanın ruhuna ve konjonktüre bakmak lazım…
Kolay iş değil, ama orta boy bir aktör olarak başarılı olmak istiyorsak bunu yapabilmek ve üstelik diğer aktörlere kıyasla daha derinliğine yapabilmek zorundayız. Ne var ki bu yönde bırakalım çabayı, basit idrak bile görülmüyor. Yaratılan entelektüel boşluk ise seviyesi çok düşük bir hamasi kimlikçilikle dolduruluyor. Kendimizi kendi gözümüzde büyütme ihtiyacı içinde, ‘düşmanımızı’ da büyütmek istiyoruz. Öyle ki her ufak başarımız dünya çapında ve tarihe geçecek bir meydan muharebesi kıvamında olsun.
***
Bu yaklaşımın üst noktası hüzünlü tonlar da taşıyan bir ABD savaşı mizanseni. Buna göre Türkiye bugün ABD ile savaşta… Söylenen kabaca şu: “Aramız zaten bozuktu çünkü ABD’nin istediği gibi davranmıyor, yerli ve milli bir siyaset güdüyorduk. Bunun üzerine ABD Gülenciler üzerinden darbe yapmaya kalktı ve başarısız oldu. Biz ise buna karşılık ABD’ye haber vermeden Fırat Kalkanı operasyonunu düzenledik. Ancak bu sefer de bizi terörle vurmaya kalktılar, PYD ve PKK’yı kışkırttılar ama sonunda Türkiye’nin gücünü anlayıp diz çöktüler…”
Bu muhakeme hiç savaşa katılmamış birinin savaş çığırtkanlığını hatırlatıyor. Gerçek dünyanın karmaşıklığını bu denli ‘özgüvenli bir yüzeysellikle’ aşabilmek için belki de ‘eğitim’ şart. Bu eğitimi okullarda olabildiğince alıyoruz ama asıl formasyonumuzu siyasetin ve medyanın yoğurduğu gündelik kültür içinde ediniyoruz. Birçoğumuza gayet mantıklı gelebilen bu yaklaşımın temel sorunu nesnellikle ve gerçeklikle ilişki kurmak gibi bir derdinin olmaması… Çevremizdeki dünyayı kendi psikolojik ihtiyacımızdan hareketle ve özellikle basite indirgeyerek yeniden kurguluyoruz. Bu bölgenin en kritik aktörlerinden biri olmamıza rağmen, toplumsal bilgi ve tartışma düzeyimiz dünyanın ücra bir köşesinde olabilecek sığlığı aşmıyor.
***
Sığlığın nedeni belki de sabırsızlığımız… Çünkü hem ülke olarak hak ettiğimizi sandığımız yerlere gelememiş durumdayız hem de sorunlarımızı çözememiş, kendimizle yüzleşememiş halde dünyaya ve bugüne tutunmaya çalışıyoruz. Başarı geciktikçe, işler istediğimiz gibi gitmedikçe daha da sabırsızlanıyor, bir yandan hızlı çözümlerin peşine düşüyor, diğer yandan kendimizi büyük kavgaların içinde hayal ediyoruz. Bu açıdan bakıldığında kimsenin bize komplo kurmasına gerek yok. Zaten biz kendimize en alasını kuruyoruz.
Böylece ABD ile savaşa girilmiş olunuyor, dünya bize karşı birleşiyor, mutlaka oralarda bir yerde bir ‘üst akıl’ bizimle ölümüne uğraşıyor.
Acaba ‘gelişmekte olan ülke’ biraz da böyle bir şey mi? Acaba bizi ‘gelişmiş’ kılmayan esas neden milli gelir, alt yapı, üniversite sayısı vs değil de bu kültür ve ruh hali mi? Acaba asıl gelişmesi gereken ve bir türlü gelişemeyen bu mu?