Karar yazarı Etyen Mahçupyan, "AKP'nin kısa vadede iktidar olanakları uğruna, orta ve uzun vadede muhafazakâr ve demokratik bir yönetimin kalıcılığını riske attığını" savundu. "Gelinen durumun AK Partililer için bir sürpriz olduğunu söylemek herhalde mümkün değil" diyen Mahçupyan, Demek ki demokratik bir sistemi devam ettirme durumunda kaybedilecek ve kaybedilmesi istenmeyen bir unsur söz konusuydu. Ne olduğunu biliyoruz: Erdoğan’ın tek adam olarak yönetebilme imkanının sistemleşmesi" ifadesini kullandı.
Mahçupyan şunları kaydetti:
"Bu tercihin siyasi muhasebesi tabii ki öncelikle partililere ve muhafazakârlara düşüyor. Ancak ellerine geçmiş olan böylesine büyük bir tarihsel fırsatın, onları ‘başkalarına benzetecek’ şekilde kullanılmasının ideolojik ve kültürel bedelinin olmayacağını sanmak saflık olur."
Etyen Mahçupyan'ın "AK Parti popülizme muhtaç mı?" başlığıyla yayımlanan (7 Eylül 2017) yazısı şöyle:
Düşünün ki Batı’daki türden bir kültürel iç çatışma yaşamayan, heterojenlikle sorunu olmayan, çoğunluğu Müslüman bir toplumuz. Önümüzdeki küresel gerilim atmosferinde ‘ortada’ durabilecek, hakemlik yapabilecek nadir, belki de tek ülkeyiz. Demokrasi geleneğimiz zayıf olmasına karşın, son on beş yıl içinde olumlu yönde yapısal değişiklikler yaşamış, sistemden gelen iç direnci atlatmış, fırsatçı yapılanmaları bertaraf etmiş, bu tarihsel dönemeci göreceli olarak çok az hasarla geçmişiz. Bu meyanda toplum içindeki kültürel cemaatlaşme eğilimleri eprimiş, kültürlerarası melezleşmenin önü açılmış... Genç nüfus ve genişleyen orta sınıfıyla küresel dinamiklere kendi irademiz ile dahil olmuşuz. Kamu yönetiminde ekonomik ve sosyal planda evrensel standartlar benimsenmiş, kamusal alan bir bütün olarak genişlemiş, rasyonel bakış her alanda hakim olmaya başlamış…
***
Bütün bunlar olurken iktidarda tek bir parti bulunmuş ve o parti hem devletin ideolojik anlayışına, hem de sistemin irrasyonel savurganlığına direnerek demokratik bir karar mekanizması kurmayı, bunu toplumdan aldığı destekle sağlam bir meşruiyet zeminine oturtmayı becermiş… Bu noktadan sonra o ülkede yeniden otoriterleşme ve popülizm bekler misiniz?
Herhalde beklemezsiniz… Çünkü otoriterleşme ve popülizm tam da söz konusu partinin var oluş nedenlerinin karşısında olan zihniyeti ifade ediyor. O parti bu mücadele içinde kendisini topluma ve dünyaya göstermiş, ideoloji olarak, söyleminde ve eyleminde yerleşik sistemin tam tersi bir duruş sergileyerek rüştünü kanıtlamış. Otoriterliğe ve popülizme kaymanın doğrudan bu partinin aleyhine olacağını öngörmek için siyaset bilimci olmak gerekmiyor… Böyle bir kaymanın orta vadede söz konusu partinin özgürlükçü ideallerine zarar vereceği, kazanılmış hakların kaybedilmesine neden olacağı, siyasi tabirle sistemin o partinin ‘işini bitirmesine’ zemin hazırlayacağı açık…
Ne var ki tarihsel açıdan akıl dışı gözüken bu olay şu an itibariyle aynen yaşanıyor. AK Parti bilerek ve isteyerek otoriterliğe ve popülizme kayıyor. OHAL imkanı ve kararname yetkisi fazla serbest kullanılmakla kalmıyor, adalet dağıtma işlevini siyasi perspektifin uzantısı kılma yönünde bariz bir eğilim bulunuyor. Diğer taraftan söylem bazında içe kapanmacı, sertleşme yanlısı, milliyetçi ve devletçi bir dil tutturulurken, devletin ekonomik ve sosyal bir rant üreticisi olarak yeniden şişkinleşmesine tanık oluyoruz.
Kısacası otoriterliğe ve popülizme açık şekilde karşı çıkmış ve bu özelliği ile genel kitlesel desteğe mazhar olmuş bir siyasi hareket bugün, hem de hiçbir zorlayıcı neden yokken, kendi iradesiyle otoriterliğe ve popülizme dönüyor. Bunun cumhurbaşkanlığı sisteminin seçimler üzerinde kurduğu baskı nedeniyle olduğunu görüyoruz. Ancak cumhurbaşkanlığı sistemini demokratik bir hale getirerek bu ikilemden çıkmak mümkündü…
AK Parti bunu tercih etmedi. Demokratik bir sistemde iyi bir cumhurbaşkanlığı sistemi yaratmak yerine, kötü bir cumhurbaşkanlığı sistemi uğruna otoriterlik ve popülizme razı oldu. Böylece kısa vadede iktidar olanakları uğruna, orta ve uzun vadede muhafazakâr ve demokratik bir yönetimin kalıcılığını riske attı.
***
Acaba niye? Gelinen durumun AK Partililer için bir sürpriz olduğunu söylemek herhalde mümkün değil… Demek ki demokratik bir sistemi devam ettirme durumunda kaybedilecek ve kaybedilmesi istenmeyen bir unsur söz konusuydu. Ne olduğunu biliyoruz: Erdoğan’ın tek adam olarak yönetebilme imkanının sistemleşmesi…
Bu tercihin siyasi muhasebesi tabii ki öncelikle partililere ve muhafazakârlara düşüyor. Ancak ellerine geçmiş olan böylesine büyük bir tarihsel fırsatın, onları ‘başkalarına benzetecek’ şekilde kullanılmasının ideolojik ve kültürel bedelinin olmayacağını sanmak saflık olur.
Düşünün ki Batı’daki türden bir kültürel iç çatışma yaşamayan, heterojenlikle sorunu olmayan, çoğunluğu Müslüman bir toplumuz. Önümüzdeki küresel gerilim atmosferinde ‘ortada’ durabilecek, hakemlik yapabilecek nadir, belki de tek ülkeyiz. Demokrasi geleneğimiz zayıf olmasına karşın, son on beş yıl içinde olumlu yönde yapısal değişiklikler yaşamış, sistemden gelen iç direnci atlatmış, fırsatçı yapılanmaları bertaraf etmiş, bu tarihsel dönemeci göreceli olarak çok az hasarla geçmişiz. Bu meyanda toplum içindeki kültürel cemaatlaşme eğilimleri eprimiş, kültürlerarası melezleşmenin önü açılmış... Genç nüfus ve genişleyen orta sınıfıyla küresel dinamiklere kendi irademiz ile dahil olmuşuz. Kamu yönetiminde ekonomik ve sosyal planda evrensel standartlar benimsenmiş, kamusal alan bir bütün olarak genişlemiş, rasyonel bakış her alanda hakim olmaya başlamış…
***
Bütün bunlar olurken iktidarda tek bir parti bulunmuş ve o parti hem devletin ideolojik anlayışına, hem de sistemin irrasyonel savurganlığına direnerek demokratik bir karar mekanizması kurmayı, bunu toplumdan aldığı destekle sağlam bir meşruiyet zeminine oturtmayı becermiş… Bu noktadan sonra o ülkede yeniden otoriterleşme ve popülizm bekler misiniz?
Herhalde beklemezsiniz… Çünkü otoriterleşme ve popülizm tam da söz konusu partinin var oluş nedenlerinin karşısında olan zihniyeti ifade ediyor. O parti bu mücadele içinde kendisini topluma ve dünyaya göstermiş, ideoloji olarak, söyleminde ve eyleminde yerleşik sistemin tam tersi bir duruş sergileyerek rüştünü kanıtlamış. Otoriterliğe ve popülizme kaymanın doğrudan bu partinin aleyhine olacağını öngörmek için siyaset bilimci olmak gerekmiyor… Böyle bir kaymanın orta vadede söz konusu partinin özgürlükçü ideallerine zarar vereceği, kazanılmış hakların kaybedilmesine neden olacağı, siyasi tabirle sistemin o partinin ‘işini bitirmesine’ zemin hazırlayacağı açık…
Ne var ki tarihsel açıdan akıl dışı gözüken bu olay şu an itibariyle aynen yaşanıyor. AK Parti bilerek ve isteyerek otoriterliğe ve popülizme kayıyor. OHAL imkanı ve kararname yetkisi fazla serbest kullanılmakla kalmıyor, adalet dağıtma işlevini siyasi perspektifin uzantısı kılma yönünde bariz bir eğilim bulunuyor. Diğer taraftan söylem bazında içe kapanmacı, sertleşme yanlısı, milliyetçi ve devletçi bir dil tutturulurken, devletin ekonomik ve sosyal bir rant üreticisi olarak yeniden şişkinleşmesine tanık oluyoruz.
Kısacası otoriterliğe ve popülizme açık şekilde karşı çıkmış ve bu özelliği ile genel kitlesel desteğe mazhar olmuş bir siyasi hareket bugün, hem de hiçbir zorlayıcı neden yokken, kendi iradesiyle otoriterliğe ve popülizme dönüyor. Bunun cumhurbaşkanlığı sisteminin seçimler üzerinde kurduğu baskı nedeniyle olduğunu görüyoruz. Ancak cumhurbaşkanlığı sistemini demokratik bir hale getirerek bu ikilemden çıkmak mümkündü…
AK Parti bunu tercih etmedi. Demokratik bir sistemde iyi bir cumhurbaşkanlığı sistemi yaratmak yerine, kötü bir cumhurbaşkanlığı sistemi uğruna otoriterlik ve popülizme razı oldu. Böylece kısa vadede iktidar olanakları uğruna, orta ve uzun vadede muhafazakâr ve demokratik bir yönetimin kalıcılığını riske attı.
***
Acaba niye? Gelinen durumun AK Partililer için bir sürpriz olduğunu söylemek herhalde mümkün değil… Demek ki demokratik bir sistemi devam ettirme durumunda kaybedilecek ve kaybedilmesi istenmeyen bir unsur söz konusuydu. Ne olduğunu biliyoruz: Erdoğan’ın tek adam olarak yönetebilme imkanının sistemleşmesi…
Bu tercihin siyasi muhasebesi tabii ki öncelikle partililere ve muhafazakârlara düşüyor. Ancak ellerine geçmiş olan böylesine büyük bir tarihsel fırsatın, onları ‘başkalarına benzetecek’ şekilde kullanılmasının ideolojik ve kültürel bedelinin olmayacağını sanmak saflık olur.