Gündem

Köşe yazarları 'Diyarbakır' için ne dedi?

Köşe yazarları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Diyarbakır'daki mitingini yazdı.

04 Eylül 2010 03:00
T24 - Başbakan Tayyip Erdoğan, BDP'nin bölgedeki referandumu boykot kararını kırmak için merakla beklenen Diyarbakır mitingini gerçekleştirdi. Kürt açılımı konusunda geleceğe yönelik bir mesaj vermeyen Erdoğan, Diyarbakırlılara “Size sevdalıyız be, sizi seviyoruz be” diye seslenerek 8 yıllık icraatlarını anlattı. Köşe yazarları, Erdoğan'ın Diyarbakır'daki konuşmasını değerlendirdi.


Cengiz Çandar'ın Radikal gazetesinde bugün (4 Eylül 2010) "Diyarbakır konuşması: Yetmez ama güzel" başlığı ile yayımlanan yazısı şöyle:


Günlerdir merakla beklenen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasından ne anlamak gerek? Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasının ‘ana fikri’ ne oldu?

Acaba Diyarbakır, günlerdir merakla beklenen bu konuşmayı nasıl anladı? Konuşmadan kendisi için ne çıkardı?

Diyarbakır’ın şahsında Türkiye’nin Kürtleri, Güneydoğu bölgesi kendileri için, ‘sorun’ için ne buldu?

Konuşma, bütün bu soruların cevaplarını çok net olarak vermedi.

“Tekirdağ’da, Ankara’da ne konuşuyorsak, Diyarbakır’da da onu konuşuruz” diyen Başbakan, bu sözünü büyük ölçüde yerine getirdi. Konuşmasının içerdiği, ‘Fırat’ın batısı’ndaki duyarlılıkları tehlikeye düşürecek, ‘milliyetçi söylem’ üzerinden kendisini vurmayı tasarlayanlara cephane sağlayacak cinsten olmayan, akıllı ve ustaca bir konuşmaydı.

Ama Diyarbakırlıların, Güneydoğuluların ‘psikolojik öncelikleri’ni gözetmek ve onları okşamak bakımından fazla ileri gittiği söylenemez. Hatta, içeriği açısından o ünlü 12 Ağustos 2005 konuşmasını hizaladığını da söylemek zor.

Bununla birlikte, ‘Tekirdağ ya da Ankara’daki’ konuşmalarından farklı olarak, Diyarbakır’da konuşma yaptığının idrakinde olarak, konuşmasına ‘bölgesel soslar’ da eklemişti.

***

İşte o ‘bölgesel soslar’ın bazıları:

“Bir gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz. Evlerin basılıp tarumar edilmesi nedir çok iyi biliriz, kitapların derdest edilmesini biliriz. Köy meydanına toplanan köylülere uygulanan şiddeti biliriz. Köylerin boşaltılmasını biliriz. Hapisteki oğluyla Kürtçe konuşamayan annenin acısını biliriz.”

Bu ‘soslar’ın en güçlüsü ise şu sözlerindeydi:

“Ape Musa’nın, Musa Anter’in acısını unutamayız. Orhan Miroğlu’nun acısını unutamayız. Şivan Perwer’in hasretini görmezden gelemeyiz. Ahmet Kaya’nın gurbette vefatını aklımızdan çıkaramayız.”

Bunlar, Kürtlerin duygularını okşayıcı sözler. Ancak, kendisinin de yükselmesine katkıda bulunduğu çıtanın üzerinden aşmaya yetecek ölçüde mi acaba?

Kürtlerin acılarını unutamayan ve bunların idrakinde olan Başbakan, bu acıların faturasını kime, nasıl ödetecek?

Tayyip Erdoğan’ın konuşmasının bir başka dikkat çeken noktası, Diyarbakır Cezaevi’ne ilişkindi. “Ahh, şu Diyarbakır Cezaevi’nin dili olsa da konuşsa, ahh, 12 Eylül sonrası yaşananları anlatsa... O 5’inci koğuş dile getirip işkenceleri anlatsa” diyerek hiçbir başbakanın bugüne dek ağzından çıkmayan sözleri söyleyen Başbakan, “Diyarbakır Cezaevi’ni kapatıyoruz. Yeni cezaevini yıkacağız. Orası varlığıyla 12 Eylül’ü sürekli hatırlatmasın istiyoruz” dedi.

Oysa Diyarbakır ve Kürtler, tam tersini istiyorlar. Diyarbakır Cezaevi, Kürtlerin çektiği acılar ve yaşadıkları zulüm hiç unutulmasın diye Diyarbakır Cezaevi ‘Zulüm Müzesi’ olsun istiyorlar. Diyarbakır Cezaevi, ‘Kürt kimliği’nin meşruiyeti için müze olarak yaşatılsın istiyorlar.

Çözüm, Diyarbakır Cezaevi’ni yıkmakta değil yani.

***

Kürtlerin zihinlerinde yer etmiş olan ve cevap bekleyen birçok sorunun cevabı, Tayyip Erdoğan için genel bir demokrasi ve özgürlük vaadinden geçiyor. Kürtler için bugüne kadar atılmış olan tüm olumlu adımları sayıyor ve ‘gelecek tasavvuru’nu 12 Eylül referandumunun açacağı ‘kapı’nın hayli muğlak perspektifine emanet ediyor: “Bu anayasa değişikliğiyle her şey bitmiyor. 2011 seçiminden sonra daha geniş tabanlı bir anayasanın temellerini açıyoruz. Şimdi kapıyı açıyoruz.”

Sözünü ettiği ‘daha geniş tabanlı anayasa’ içine ‘yeni vatandaşlık tanımı’nın ve böylece Kürtlerin nasıl yerleşeceğine ilişkin şimdiden somut sinyaller vermiyor.

Yine de akıllı bir örgüyle konuştu ve bölgedeki esas rakibi BDP ile ‘kılıçları çekici’ bir üsluptan kaçındı. BDP, konuşmasında iki yerde geçti, “Burada BDP, Erzurum’da Bahçeli, işi gücü bırakmış bize konuşma metni yazmanın derdine düşmüşler” dedi ve BDP’yi o noktada bir kenara bırakarak, Bahçeli’ye “Sayın Bahçeli, söyleyecek sözün varsa Diyarbakır’a gel. Söyleyeceğini Diyarbakır Meydanı’nda söyle, Diyarbakır insanının huzurunda konuş” diye seslendi.

Daha sonra BDP’nin adını anmadan “Boykotu antidemokratik bir yaklaşım olarak görüyoruz. Orada ‘evet’ var, ‘hayır’ var. A partisi de yok, B partisi de yok” dedi.

O, Diyarbakır Meydanı’nda bunu söylerken, Abdullah Öcalan da son mesajında ibresini ‘boykot’a daha açık biçimde çevirdi ve ‘aktif boykot’ çağrısı yaptı. Bu ‘kod’un çözümü, BDP’yi ‘boykot’ yolunda canlı bir taban çalışması yapmaya çağrıdır.

Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması, ‘boykot’ konusunda şayet varsa- tereddütünü aşamamış olan bölge insanın davranışını etkileyecek güçte miydi?

Bunun cevabını, ancak 12 Eylül günü alabileceğiz.

***

Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması, içeriği itibarıyla 12 Ağustos 2005 konuşmasıyla aynı hizada sayılamayacak nitelikte idiyse de hitap ettiği kalabalık ve coşku da 12 Ağustos 2005’e oranla onu hayli sevindirecek boyuttaydı.

Diyarbakır Emniyeti’ne göre 30 bin kişi Diyarbakır Meydanı’ndaydı. Nevruz kutlamalarını yüz binlerle yapan, Habur’dan gelenleri 100 binle karşılayan Diyarbakır için düşük bir sayı. Ama aynı zamanda, Tayyip Erdoğan’dan gayrı ‘ulusal’ partilerden hiçbirinin liderinin Diyarbakır’da elde edemeyeceği bir sayı.

Asıl önemli olan, ‘Diyarbakır atmosferi’nin, Kürt siyasi hareketinde BDP ile diğerleri arasında referanduma giden yolda ortaya çıkan çatlağı belirginleştirmiş olmasında. Referandum sonucuna göre, Türkiye’nin Kürt siyasi hareketinde ‘metamorfoz’un başlaması ihtimali de belirdi.
Tayyip Erdoğan’ın 12 Eylül’den sonra seçime doğru izleyeceği rota, bu ‘metamorfoz’u ya hızlandıracak ya da yavaşlatacak.

Başbakan’ın konuşmasında, ‘sorun’un ürettiği soruların cevaplarından ziyade, cevabını 12 Eylül’de alabileceğimiz sorular çıktı...

~

Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır İstasyon Meydanı'ndaki mitingini izleyen Ruşen Çakır'ın Vatan gazetesinde bugün (4 Eylül 2010) "Kazasız belasız atlattı" yayımlanan yazısı şöyle:

Recep Tayyip Erdoğan’ı Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda ilk kez 2004 yerel seçimleri kampanyası sırasında dinlemiştim. Ardından 2007 genel ve 2009 yerel seçimleri öncesi Erdoğan’ı aynı yerde yine izledim. Dünkü referandum mitinginin, bunların hepsinden daha kritik olduğu ortadadır. Ancak bütün sembolik ve siyasi anlamına rağmen dünkü mitingin bunların en mütevazısı olduğunu rahatça söyleyebilirim.

Önce katılım konusuna değinmek istiyorum. Birçok meslektaşımın aksine miting izlemeyi çok severim. Yine birçok meslektaşımın aksine mitinglere kaç kişi katıldığı yolunda tahmin yapmayıysa hiç sevmem. Bununla birlikte dünkü mitinge, daha önce izlediklerimden daha az bir katılım olduğunu gözledim. Bunda havanın aşırı sıcak olması ve mitingin hafta içi yapılması muhakkak etkili olmuştur. Yine de mitingden kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan başta olmak üzere hükümet ve parti kurmaylarının ısrarla mitinge yönelik beklenti çıtasını aşağıya çekme çabalarının da önem taşıdığı kanısındayım.


Düşük çıta

Çıtanın neden aşağıya çekilmek istendiği malum: Bu referandum kampanyası, doğrudan hiçbir maddesi onunla alakalı olmasa da Kürt sorununun gölgesinde gerçekleşiyor. “Evet” için bastıran iktidar partisi, Güneydoğu’da BDP’nin boykotunu kırmaya, en azından gevşetmeye çalışırken, Batı’da da Kürt siyasi hareketiyle (BDP, PKK, Öcalan...) pazarlık içinde olduğu görünümü vermemeye çabalıyor.

Bu bağlamda AKP’nin Diyarbakır mitinginin, MHP Lideri Bahçeli’nin Erzurum mitinginde söylediklerinin ipoteği altında gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Nitekim dün Erdoğan Diyarbakır’da, MHP başta olmak üzere AKP’yi Türk milliyetçiliğinin argümanlarıyla vurmak isteyenlere hemen hiçbir malzeme sunmadı. (Kuşkusuz çok zorlarsanız bir şeyler muhakkak bulursunuz). Yine Erdoğan dün, kendisini ve partisini Kürt milliyetçiliğinin argümanlarıyla köşeye sıkıştırmak isteyenleri de hayal kırıklığına uğrattı.

Burada bir parantez açmak isterim: Sanki Erdoğan daha önceki Diyarbakır mitinglerinde Kürt milliyetçilerinin suyuna giden konuşmalar yapmış gibi bir hava yaratılıyor. Yerinde izleyemediğim 2005’teki o tarihi konuşmayı bir kenara bırakırsak, AKP liderinin üç ayrı seçim mitinginde Diyarbakır’da (ve izlediğim diğer Güneydoğu mitinglerinde) hep üniter devlete vurgu yaptığına, zaten siyaseti mümkün olduğunca az konuşup bölgeye götürdükleri hizmetleri anlattığına tanık oldum. Dolayısıyla dünkü konuşması bir “kopuş”un değil “süreklilik”in söz konusu olduğunu kanıtlıyor.


Nereye kadar başarı?

Sonuçta Erdoğan dünkü mitingi kazasız belasız atlattı. Kuşkusuz bu bir başarıdır. Ama bir yere kadar. Zira rakiplerinin eline koz vermemiş olması Erdoğan’ın elini daha da güçlendirdiği anlamına gelmiyor. Belki şöyle özetlemek mümkün olabilir: Erdoğan’ın dün söyledikleri AKP’ye (ve evet kampanyasına) fazladan oy getirmez ama AKP’den “hayır” cephesine oy da götürmez.

Peki bu nasıl oldu? Erdoğan dün duygu yüklü, bölge halkının gönlünü okşayıcı ama siyasi olarak alt düzeyde bir konuşma yaptı. Kürt siyasi hareketini doğrudan muhatap aldığı yorumuna yol açabilecek hiçbir şey söylemedi, doğrudan bölge halkına seslendi. Başbakan’ın yakın bir zamana kadar hep altını ısrarla çizdiği “demokratik açılım” sürecine atıfta bulunmaması dikkat çekici ama mantıklıydı. Çünkü açılımın ilan edilmesiyle epey heyecanlanmış olan bölge halkı onun Habur’dan sonra rafa kaldırılmasıyla ciddi bir hayal kırıklığı yaşıyor ve Erdoğan’ın en azından şu aşamada bu hayal kırıklığını bir nebze azaltabilecek bazı vaatlerde bulunması pek mümkün gözükmüyor.

~

Başbakan Erdoğan'ın dünkü Diyarbakır mitinginden izlenimlerini kaleme alan Murat Yetkin'in Radikal gazetesinde bugün (4 Eylül 2010) "Diyarbakır ne bekliyordu, Başbakan ne vaat etti?" başlığı ile yayımlanan yazısı şöyle:

Sabah saatlerinde Ankara uçağı Diyarbakır’a inerken savaş jetleri gökleri yırtan seslerle havalanıyordu.

Az sonra Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile avlusunun serinliğinde oturduğumuz Hasanpaşa Hanı’nda bir gencin eski usul elden sattığı Günlük gazetesinin başlığında ise ‘Ateşi kes de gel’ sözleri okunuyordu.

PKK’ya paralel yayin çizgisindeki gazete, bir kaç saat sonra İstasyon Meydanı’nda konuşacak Başbakan Tayyip Erdoğan’a sesleniyordu.

Bu sesleniş Erdoğan’dan yalnızca geniş zamanlı ve genel ifadeli vaatler değil, somut ve takvime bağlanmış vaatler ama ondan önce de bir eylem sözü duymak istiyorlar.

Bu söz, bir kaç gündür bazı yorumcularca one çıkarıldığı üzere Başbakan Erdoğan’ın vurguladığı Diyarbakır cezaevinin kapatılması sözü değildi. Erdoğan bu sözü zaten 2009 yerel secim kampanyasında vermişti.

Erdoğan’ın konuşmasından hemen önce görüştüğümüz Güneydoğu Anadolu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı İsmail Bedirhanoğlu, “Diyarbakır cezaevi’nden söz edebilir, bir de yeni stadyum sözü verecek diye duyduk. Ama Diyarbakır’ı kesmez” diyordu.

Hasanpaşa Hanı avlusunda beş dakika içinde hemen hemen bütün masalara satılıp tükenen gazetenin duymak istediği başka şeydi. Peki ‘operasyonlar hemen dursun’ talebi, PKK’nın silahlı gücü orada her an harekete geçmek üzere bekliyorken ne kadar uygulanabilir bir talep?

Başbakan o sırada Ankara’daki makamında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ile görüşüyordu.

Başbakan’ın yeni Genelkurmay Başkanıyla bu ilk görüşmesi çok kritik bir zamanda gerçekleşiyordu. Bir gün once ABD Başkanı Barack Obama, Irak’taki savaşçı birliklerin geri çekilişinin tamamlandığını duyurmuştu ve bir kaç saat sonra da ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen ile onemli bir göruşme gerçekleşecekti.

Irak’taki PKK varlığı açısından da önem taşıyan bu dönemecin hemen ardından (yarın, 5 Eylül günü) amacını Türkiye’deki Kürt sorununa çatışmasız çözüm olarak ilan eden Ahmet Türk başkanlığındaki heyet, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile görüşmek üzere Süleymaniye’de olacaktı.

Yani hükümetin siyasi talimati olmadıkça güvenlik operasyonlarının biteceği yönünde bir işaret yoktu.


AK Parti’de seferberlik

Diyarbakır’a donersek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay “Terör bitmeden operasyonlar bitmez diyordu. Atalay’a Erdoğan gelmeden önce, adeta AK Parti’nin karargahına dönen Karayolları misafirhanesinde sordum bunu.

Kabinenin yarısı oradaydı, bir kulağı Filistin-İsrail görüşmelerinde olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bile oradaydı. Gaziantep’ten Ağrı’ya Hakkari’ye dek bölge milletvekilleri ekipleriyle birlikte gelmişti.

“Siz siyasi seferberlik ilan etmişsiniz” dedim. Diyarbakırlı Tarim Bakani Mehdi Eker, “Doğru, seferberlik” dedi; “Boykotçular başaramayacak. BDP sandığa gitmeyen her oy bizim diyor, ama doğru değil. 2007 cumhurbaşkanlığı referandumunda katilim yüzde 54 çıktı, onunla karşılaştırmak lazım.”

Davutoğlu, “Bir de sıcak ve Ramazan var tabii...” diye ekledi.


Sessiz gerilim

Erdoğan şehre gelmeden önce BDP’li Belediye Başkanı Osman Baydemir Toptancı Hali’ndeydi. BDP’nin halkı sandığa gitmemeye ‘boykota’ çağıran afişleri şehrin her yerinde.

Ama Baydemir’in bir gün önce yaptığı “protesto gösterisi olmayacak” açıklamasına karşın, KCK gece saatlerinde yayınladığı bildiriyle Diyarbakırlıları ‘Erdoğan’ı protestoya’ çağırmıştı.

Bu çağrı, bir gün önce sivil toplumun Erdoğan’dan talepleri içeren ve 20 Eylül’de bitecek PKK akeşkesi konusunda uyaran açıklamasıyla birleşince belli bir gerilime yol açmıştı.

Bu sessiz bir gerilimdi. Görünüşte sokaklara sessizlik hakimdi. Başbakanın gelip onemli bir konuşma yapacağı bir şehir için fazlasıyla organize bir kayıtsızlık vardı çarşıda.

Öğle saatlerinde şehirdeki tek olağanüstülük, çevre illerden gelenlerle sayılarının on bini bulduğu söylenen polis gücüydü.

Belki hem KCK tehdidi, hem genel güvenlik ortamı nedeniyle Başbakanın bir üst geçit ve Alman Hastanesi açılışı iptal edildi.


Anayasa 2011 sonrası

Erdoğan’ın konuşması bu ortamda başladı.

Bunaltıcı sıcağa rağmen meydana toplanmış yirmi bin kadar kişi, yarım saat kadar Diyarbakır’ın önceki dönemlerde neler çektiği ve AK Parti’nin bütün bu sorunları çık iyi anladığını dinledi.

Sonra konu Kürt meselesine gelecek gibiyken, Başbakan o kilit cümleye geldi:

“Referandum sonrası yeni Anayasa yapacağız.”

Konuşmayı esnaf odası ve ticaret borsası yöneticileriyle birlikte Bedirhanoğlu’nun bürosunda izleyen Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odasi Baskani Galip Ensarioğlu, o zamana dek boş tuttuğu not kağıdına heyecanla bu cümleyi yazdı.

Sonra başını kaldırdı, sordu: “2011’den sonra mı dedi?”

Odadaki diğerleri hayal kırıklığıyla onayladılar: “2011 sonrası dedi”.

Ensarioğlu bunu da yazdı, sonra Başbakan duble yol ve yeşil kart faslına girdi. Ensarioglu not kağıtlarını da kalemini de masaya bıraktı.

Sonra Başbakan Diyarbakır Cezaevi’nden bahsedince yeniden kalemi aldı, “Müze mi ilan edecek” diye, “Yıkılacak” deyince yine bıraktı.


Anayasa bekler ama...

Erdoğan’ın konuşması biter bitmez, bir gün önce Başbakan’dan Diyarbakır’ın taleplerini ilan eden sivil toplum liderlerinin görüşlerini sorduk.

Ensarioğlu, “Çatışmasızlığa atıfta bulunabilirdi” dedi; “Beklenti daha yüksekti. Anayasa 2011’i bekler, ama çatışmasızlık ortamı beklemez. Referandum sonrası 13’üyle 20’si arası mutlaka adım atilmalı.”

Bedirhanoğlu, “Belki daha fazla söyleyebilirdi” dedi; “Sanırım MHP’li Devlet Bahçeli’nin Erzurum konuşması etkili oldu. 2011’de Turkiye’nin gündeminde Anayasa yok, bu belli oldu. Ama en azından gerilimi daha da artırıcı konuşma olmadı.”

Diyarbakır Barosu Başkanı Emin Aktar, konuşma sonrası “Kürtlerin duygusuna hitap etti, dışlayıcı dil kullanmadı” dedi; “Ama içerik beklentiyi karşılamadı. Çatışmasızlık ortamının nasıl devam edeceğine değinmesini beklerdik...”

Özetle, Diyarbakır, Erdoğan’ın gerilimi daha da artırıcı bir konuşma yapmamış olmasında teselli bulmaya çalışıyor, ama beklediğini bulamamış durumda. Hala PKK’nın 20’sinde yeniden eylemlere başlayıp başlamayacağı endişesinde. Erdoğan’ın konuşmasının Diyarbakır’daki tercihleri değiştirdiğini söylemek ise mümkün değil.

~

Hasan Cemal'in Milliyet gazetesinde bugün (4 Eylül 2010) "Diyarbakır Cezaevi’ni kapatmak... Yetmez ama evet!" başlığı ile yayımlanan yazısı şöyle:

Başbakan Erdoğan’ın dünkü Diyarbakır konuşmasını televizyonda baştan sona izledim. Konuşmasının sonuna doğru, sözü 12 Eylül’de Kürtlerin yaşadıkları acıların iğrenç bir simgesi olan Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne getirdi.

Dedi ki:

“Diyarbakır Cezaevi’nin bir dili olsa da konuşsa...”

Dedi ki:

“Bir dili olsa da, 12 Eylül sonrasında yaşanan işkenceleri, insanlık dışı muameleleri anlatsa...”

Dedi ki:

“Diyarbakır Cezaevi’nin o 5. koğuşu dile gelip 12 Eylül askeri yönetimi sırasında gördüklerini, içinden yükselen o feryadı figanları, pisliklerin içinde yatan tutukluları, çektiği acılardan dolayı ölmek için Allah’a yalvaranları bir anlatabilse...”

Dedi ki:

“Diyarbakır Cezaevi’nin bir dili olsa da, kendi duvarlarının arkasında yedi yıl boyunca işkence gören Abdürrahim Semavi’nin çektiklerini bize söylese...”

Dedi ki:

“Diyarbakır Cezaevi’ni kapatıyoruz, Diyarbakır Cezaevi’ni yıkacağız. Orası varlığıyla bize 12 Eylül’ü hatırlatıyor çünkü... Artık bundan kurtulacağız.” 

Tayyip Erdoğan, Ahmet Arif’in bir şiirinden birkaç dize okuyarak başladığı konuşmasında, 1990’ların Diyarbakır’ında faili meçhul cinayete kurban giden bir Kürt aydınını, Musa Anter’i de Ape Musa diyerek andı.

Dedi ki:

“Ape Musa’nın acısını hiç unutmayacağız.”

Bir başka Kürt aydınının, Orhan Miroğlu’nun acısına, Şivan Perver’in hiç dinmeyen memleket hasretine, Ahmet Kaya’nın gurbetteki ölümüne değindi.

Gece karanlığında ensesine bir kurşun sıkılarak 1990’larda işlenen faili meçhul cinayetlere, zorla boşaltılan köylere, hapishanede oğluyla tek kelime Kürtçe konuşmasına bile izin verilmeyen anaların gözyaşına, feryadına konuşmasında yer verdi.

Darbeleri, isimlerini vererek 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat diye ‘milli irade’yi hiçe saydıkları için, ‘statüko’yu savundukları için lanetledi. Menderes’lerin idamını, “Üç demokrasi kahramanını idam ettiler” diye andı. Turgut Özal’ın değişim mücadelesini övdü.

Erdoğan konuşmasında sürekli olarak demokrasi, hukuk, adalet ve özgürlük vurgusu yaptı. Kürtçe, Kürt sözcüklerini seyrek de olsa zaman zaman kullandı. Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün kimliklerin ‘inkâr edilmesi’nden geçmediğini de sözlerine ekledi.

Ezberleri bozmaktan, değişime direnen anlayışları aşmaktan sık sık söz etti ve “Bunlar olmadan demokrasi de, adalet de olmaz” dedi.

Sözü bir ara beş yıl önceki, 2005 yılı Ağustos ayında aynı meydanda yaptığı konuşmasına getirdi.

Dedi ki:

“Biz o konuşmanın arkasındayız, şerefimizle, onurumuzla arkasındayız.”

Tayyip Erdoğan, 2005’in Ağustos ayındaki konuşmasında, Kürt sorunu ile ilgili olarak o tarihe kadar bir başbakanın yapmış olduğu en yürekli çıkışı sergilemişti.

Demişti ki: 

“Büyük devlet, hatalarıyla yüzleşebilen devlettir. Geçmişte idari ve siyasi hatalar yapılmıştır, bunlar yok sayılamaz. Kürt sorunu sadece bölgenin değil, tüm Türkiye’nin, herkesin sorunudur. Benim de sorunumdur... Kürt sorunu ne olacak, nasıl çözülecek? Anayasal düzen, toplumsal bütünlük içinde, daha çok hukuk, daha çok demokrasi ve daha çok refahla çözülecek.”

Evet, Erdoğan böyle demişti.

Ama sonraki beş yılda bu sözlerinin altını ne kadar doldurmuştu sorusu elbette geçerliğini korumaya devam ediyor.

İyi bir hatip Tayyip Erdoğan.

İstediği zaman yüreğini açarak konuşmasını, insanların yüreğinin hangi tellerine nasıl dokunulacağını gayet iyi biliyor.

Erdoğan’ın 3 Eylül Diyarbakır konuşmasının Kürt sorunu açısından hangi noktalarda, nasıl eleştirileceğini ve bu eleştirilerin bir bölümünün de haklı olacağını biliyorum.

Ama benim son sözüm yine yazımın başlığındaki gibi:

Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılması... Yetmez ama evet!