Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yüzde 51.4 evet oyuyla kabul edildiği açıklanan 16 Nisan referandumunun ardından Türkiye siyaseti yeni bir döneme girdi. Parlamenter sistemdeki koalisyonlar dönemi sona erse de, cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için gereken “yüzde 50 artı 1 oy”, siyasi partileri ittifak arayışına itti.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Kasım 2017’de “AK Parti’yle yana yana mücadele sürecek” sözleriyle gündeme gelen seçim ittifakı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bu sözlere olumlu yanıt vermesiyle AKP ve MHP kurmaylarının karşılıklı görüşmelere dönüştü. İki partinin milletvekillerinden oluşan komisyonun seçim ittifakı için hazırladığı kanun teklifini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) sunmasıyla seçim ittifakı muhalefetin de gündemine geldi.
AKP ile MHP’nin kurduğu “Cumhur İttifakı”na Büyük Birlik Partisi’nin de (BBP) katılacağını açıklarken, muhalefet cephesinde de “ilkeler ittifakı” gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Cumhur İttifakı”na davet ettiği Saadet Partisi’nin (SP) Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun gündeme getirdiği “ilkeler ittifakı” açıklamasına Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da olumlu yanıt geldi. Kılıçdaroğlu, “Ben olumlu bakıyorum. Tabii olabilir ilkeler belirlenir, o ilkeler doğrultusunda eğer bir birliktelik sağlanacaksa o ilkelerden yola çıkılarak yapılır. Zaten Türkiye’de uzlaşma ile yeniden bir Anayasa yapılmasını istiyoruz dedim” diye konuştu. Saadet Partisi ve Demokrat Parti’yle ittifak yapmayı çok istediğini söyleyen İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener de “ilkeler ittifakı”na açık kapı bırakarak “Demokrasinin tam ve kâmil uygulanabilmesi için gereken kurallar, ilkelerdir. Bunların üzerinde uzlaşılabilinir mi? diye bir çalışma. Dolayısıyla buna elbette hayır deme imkânımız yok” dedi.
Türkiye'nin saygın kamuoyu araştırması kurumu KONDA'nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır, ittifak tartışmalarının kişiler ve partiler üzerinden değil, ortak hayat, ortak kurallar ve birlikte yaşama gibi ilkeler üzerinden tartışılmasından yana… Türkiye’de parti sempatizanı olmadan, ekonomik verilere bakarak oy veren seçmenin oranının yüzde 40’larda olduğunu söyleyen Ağırdır, “O gri alana hangi ittifakın ne söyleyeceği çok belirleyici olacak. Sadece ittifakların nasıl kombine olduğu değil” diyor. Söz konusu yüzde 40’lık kesimin siyasi hayatta yaşanan gelişmelerle ilgili olarak karamsar olduğunu söyleyen Ağırdır, “ Giderek partilerinden çözülen, ülkenin sorunlarını bu siyasi aktörler çözemeyecek galiba noktasına gelen insanlar bunlar” yorumunu yapıyor.
Türkiye’de seçmenin üçte ikisinin tercihlerini kimlik gerilimiyle belirlediğini söyleyen Ağırdır, “İnsanlara bugün sorduğunuz zaman kimliklerinden, güncel iklimden, psikolojiden bir parça söylüyor ama herkes yastığa başını koyduğu zaman hanesinin geçimi, dirliği, düzeni üzerinden, sokaktaki huzur üzerinden bakıyor. Sadece oradaki kimlik geriliminin, Tayyip Bey’in belagatıyla söylediği bir sloganı tekrarlamasının akşam çocuklarının karnını doyurmaya yetmediğini de görüyor” görüşünü dile getiriyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın muhalefet partisi karşısında sağ gelenekten gelen partileri bir çatı altında toplamak için Saadet Partisi’nin de ittifakta yer almasını istediğini ifade eden Bekir Ağırdır, “MHP’nin duygusal ambargosu olmasaydı, Tayyip Bey İyi Parti’ye de ittifaka davet ederdi” diyor.
Bekir Ağırdır, 2014 Ağustos’unda Çankaya Köşkü’nden ayrıldığından beri aktif siyasete dönüp dönmeyeceği konuşulan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ilgili de “Abdullah Gül’ün şu ana kadar izlediği siyasetten bakarak söyleyebilirim ki, etkisi her geçen gün en aza iniyor. Varsa o etki, ne kadarsa… Çünkü siyaset biraz da karar almak ve eyleme geçmek meselesidir. Kategorik olarak illa Tayyip Bey’in karşısına Abdullah Bey’in çıkmasının tabii ki bir etkisi olur, duygusal anlamda da siyasi anlamda da tabii ki bir ağırlığı vardır ama pratik olarak siyasetten bu kadar uzak durduktan ve güncel gerilimlerin dışında durduktan sonra çok da belirleyici bir etkiye ulaşacağını sanmıyorum” yorumunda bulunuyor.
KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’la yaptığımız söyleşinin ilk bölümü şöyle:
- 16 Nisan 2017 referandumu öncesinde iktidar partisi, propagandasını "evet" çıkması halinde 1961'den bu yana Türkiye'nin siyasi hayatında yer alan koalisyonlar döneminin sona ereceği argümanı üzerine temellendirdi. Ancak Kasım 2017'den bu yana siyasetin gündeminde ittifak arayışları var. Bu sürecin seçim öncesinde koalisyon anlamına geldiği yönünde yorumlar var. İttifak sistemi bugüne kadar seçmen davranışını nasıl etkiledi, bundan sonra nasıl etkileyecek?
AK Parti cenahı şöyle bir değişiklik var diyor: "Eskiden seçimden sonra koalisyon yapılıyordu. Pazarlığa dönüyordu ama şimdiki durum daha meşru. Seçmen açısından kimin kimle koalisyon yapacağı seçimden önce ortaya çıkmış olacak." Bütün bunlar Türkiye'nin asıl odaklanması gereken problemler değil. Ama özü itibarıyla, başkanlık sistemi denen sisteme geçince ama birinci turda, ama ikinci turda ittifakların ya da koalisyonların seçimden önce kurulması kaçınılmaz. Koalisyon ya da iki farklı siyasi görüşün bir arada olmasının getireceği risk varsa, ki bence yok, bunun önce ya da sonra olması çok fark etmez. Boş bir tartışma bu aslında. Seçmen üzerinde şöyle bir etki alanı olabilir:
Türkiye siyaseti son 30 yıldır adım adım her gün gide gide, her seçimde biraz daha mesafe ala ala bugün geldiği noktada konsolide oldu. Özellikle de 2007'den sonra hızlanarak. Bu tespitin önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, barajdan dolayı oldu, son 10-20 yılda yaşanan değişikliklerden oldu ama tek etken kendi başına seçim barajı da değil. Bugün eğer diğer partiler diye bir kalemde hepsinin toplamı olarak yüzde üçleri beşleri konuşuyorsak bunun tek sebebi seçim barajı meselesi değil. Seçmen bir partiye gönül vermiş ya da ideolojik olarak o partiden yana ama seçim barajını aşamayacak diye başka bir partiye oy veriyor gibi bir varsayım, sanıldığı kadar güçlü bir eğilim değil Türkiye'de. Tam aksine, eğer ideolojik ya da duygusal olarak seçmen kendini bir partiye yakın hissediyorsa, örneğin Saadet Partisi, HAS Parti ya da Vatan Partisi geleneği diye bakarsan, her seçimde gidip partilerine oy veriyorlar. "Nasıl olsa Meclis'e milletvekili sokamayacağız" demiyorlar. Birebir herkes seçim barajını dikkate alıyor da oy veriyor değil. Dolayısıyla bu konsolidasyonun ürettiği sonuç şu:
İttifak meselesi seçmenin davranışından daha çok seçim sonucuna dair matematiği etkileyecek. En azından birinci seçimde. İkinci, üçüncü seçimlerden sonra o konsolidasyonun tersi bir akış mümkün belki. Artık partiler için kendi kimliğini koruyarak yasal olarak bir ittifakın içinde yer alma imkânı varsa birinci seçimde olmasa bile ikinci, üçüncü seçimde çalışmaya başlayacaktır bu dürtü yavaş yavaş. Birden bire olmaz. Seçim barajı sıfır olsaydı 2019 seçimlerinde birden bire Meclis'e 15 parti birden giremeyebilirdi zaten bu konsolidasyondan dolayı. İttifakın önemi asıl milletvekilliği dağılımına yönelik değil, başkanlık seçimine yönelik. Başkanlık seçimine yönelik kısmında ise, örneğin ittifak olmadan da 16 Nisan referandumunda AK Parti ile MHP'li seçmenin bir kısmı bir arada hareket etti. O yüzden ittifak kendi başına seçmenin oy tercihlerinde bir sonuç üretecek çok kritik bir durum olmayabilir bir yandan. Ama bir yandan da burada konuştuğumuz sistem değişti ve başkanlık ya da icra yetkisi olan cumhurbaşkanı diyelim, bir başka durum var. Asıl kritik olan o kişinin seçimi. İttifaklar ve ittifakın seçmen üzerindeki etkisi başkan seçimindeki adaylara çok bağlı olacak. Dolayısıyla orada ittifakın katkısı olacağı açık. Çünkü kalırsa ikinci turda baştan itibaren büyük kitlelerin bir aday arkasında durmasının yaratacağı moral etki ya da sokakta henüz karar vermemiş hisseden insanlarda kazanan tarafın hangisi olduğuna dair algı gibi birtakım unsurlar etkili olur. Ama tek başına ittifak üzerinden seçmen davranışını açıklamak ne yeterli, ne doğru.
“Seçmenler partilerin tapulu adamı değil”
- 1 Kasım'daki seçim sonuçlarına bakıldığında AK Parti ve MHP'nin oylarının toplamının yüzde 61,4 olduğunu görüyoruz. Ancak 16 Nisan referandumuna baktığımızda AKP ve MHP yönetiminin de desteklediği "evet" oylarının yüzde 51,4'te kaldığını görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimine bakarken hangi oranları referans almalıyız? "Cumhur İttifakı"nın AKP ve MHP seçmenindeki etkisi ne olur?
Bir kere her ittifak bir artı bir iki yapmıyor. Bu topluma ve seçmene de haksızlık. Şöyle bakmalıyız bir kere. 1 Kasım'daki oy 61 demek eğer aynı koşullar ve aynı tercihler sürerse AK Parti ve MHP ittifakının ulaşabileceği maksimum demek. 51 ise pratikte fiilen erişebildiği oran. Potansiyel oyu ve gerçekleşmiş oyu olarak mütalaa edilebilir, ama her ikisi de 2019'da kesin olarak ne olacağını söylemez. Sadece bazı emareler gösteriyor. Evet, böyle bir potansiyel oy var ama bir yandan da pratikte başkanlık sistemi referandumunda MHP'nin kaybı daha çok oldu, AK Parti'den de bir miktar kayıp oldu ve ancak yüzde 51'i bulabildiler. Dolayısıyla şimdiki ittifakta da yüzde 61 hiç garanti değil. 51 de garanti değil. Zaten garanti olmadığı için bu kadar seçim sisteminde matematik avantajlar yaratmak veya seçim sandık kurullarının kombinasyonu gibi hâlâ bir sürü ince ince meselelerle uğraşmaktalar. Yoksa garanti görseler her iki parti yönetimi de şimdiden seçimin meşruiyeti üzerindeki tartışmaları körükleyecek konulara el atmazlardı.
Seçmenler partilerin tapulu adamları değil sonuç olarak. Ama şunu biliyoruz. Türkiye'de seçmen davranışlarını belirleyen en önemli beklentilerden bir tanesi kimlik meselesi. Kültürel kimlik, inanç grubu ya da etnik kimliği. İkincisi hayat tarzı meselesi. Üçüncüsü eğitim seviyesi meselesi. Dördüncüsü insanların dindarlık seviyesi. Dindarlık seviyesi giderek kimliğin bir parçası olarak çalışıyor. Bir başkası insanların kendilerini sağda veya solda görüp görmediği meselesi. Her birinin etki alanı daha azalarak gidiyor elbette. Ama bir yandan da ülkede bir kutuplaşma yaşanıyor. Türkiye'de kutuplaşma kültürel kimlikler ve hayat tarzları üzerinden yaşandığı için o kutuplaşma ve kimliği üzerinden hareket eden seçmen var. Toplam seçmenin üçte ikisi gibi. Kabaca bakıldığında 3'te 1'i AK Parti'nin yanında pozisyon alıyorsa diğer 3'te 1'i de AK Parti'nin karşısında pozisyon alıyor. 3'te 1'i de ortada gri alanda.
“İttifak olunca yüzde 51 çantada keklik değil”
Çekirdek seçmen modeli üzerinden bakalım. Türkiye'de hâlâ yüzde 40'lar seviyesinde bir seçmen, yani 57 milyon üzerinden bakınca 22 milyon seçmen herhangi bir partinin sadık seçmeni ya da sempatizan seçmeni değil. Dolayısıyla evet, 57 milyon seçmenin 35 milyonunun tercihleri kabaca belli, ama 22 milyon seçmenin tercihlerini belirleyecek şey kimlikleri, kutuplaşmanın içindeki pozisyonları ya da dindarlık seviyeleri değil. Bizim tespitimiz daha güncel meselelerden siyasete bakan, hatta daha çok ekonomik meseleden, yani hanenin geçiminden ve ülkedeki ekonomik durumdan meseleye bakan ya da kendini herhangi bir partiye duygusal olarak bağlı hissetmeden vaatlere, adaya, lidere, konuşmalara bakan bir yüzde 40 var. Bu insanların ittifaklara ya da o partilere nasıl baktığı sadece ittifak üzerinden bakarak ya da bakmayarak tanımlanamaz.
Ekonomik verilere, işsizlik oranına, enflasyon oranına, döviz kurlarına, aday listelerine, partilerin ekonomi konusunda ne söylediğine veya partilerin ortak hayata dair ne söylediğine bakarak daha aklı selim bir yerde duruyorlar.
Bu nedenle kategorik olarak yeniden yüzde 61 olacak demek mümkün değil. Nitekim referandumda da gördük. Yüzde 50'nin sadece 35'i referandumun içeriğine evet demişti. Ama 15-16'sı kimliğinden ve kutuplaşmadaki pozisyonundan baktığı için o tarafa döndü, referandumun içeriğine ikna olduğu için değil. Bugün de bizim gördüğümüz hükümetin eğitim, sağlık, ekonomi gibi günlük politikalarından rahatsızlık duyan, yani AK Parti'nin ya da MHP'nin sadık ve hatta sempatizan seçmeni sayılamayacak çok büyük bir küme var dışarıda. Bugün 61 ya da 51 diye bakmıyoruz. Bu sadık seçmen kümesi büyüklüğünden bakıyoruz. Veya karşıt tarafa da öyle bakıyoruz. Gri alan hariç seçmen kümesi yüzde 60. O yüzde 60'ın 30'a 30 bölüşüldüğünü düşünmek mümkün. Onun için her iki taraf için de yüzde 51'e ulaşabilmek için yapılacak çok şey var. Durum "Tamam. İttifak oldu, yüzde 51 çantada keklik" değil.
“30 yaş altı seçmende AK Parti,
ortalamanın altında”
- Yüzde 60'ın kültürel kimlik, hayat tarzı ve dindarlık gibi hassasiyetlerle oy verdiğini söylediniz ama AK Parti'nin genç seçmenlerde oy oranının düştüğünü görüyoruz. Muhafazakâr, dindar, AK Parti seçmeni bir anne babanın çocuğu olup seçimlerde başka partilere oy veren insanlar da var. Seçmen davranışını sadece kimlik üzerinden açıklamak mümkün mü?
AK Parti genç seçmenlerde, yani ilk kez seçmen olacak 18 yaşındakilerde ve hatta 30 yaşın altındaki genç kümelerde Türkiye ortalamasından daha az oranda oy alıyor. MHP'de ise durum tersi, yaşlı kümelerdeki oy oranında İyi Parti’ye doğru eksilme var. Bu farkı önemli bir oranda genç seçmenlerden karşılıyor. 30 yaş altı seçmen toplam seçmenin üçte biri. Kabaca 19 milyon insan. Bu 19 milyon insanın tercihleri çok belirleyici olacak. Bu 19 milyonun önemli bir kesiminin çocukluğu metropollerde geçmiş. Gündelik hayata ayak uydurmuş insanlar. Yani dışarıda yemek yeme alışkanlığını doğal gören, tatil yapmayı doğal gören, hiyerarşik eski usul örgütlenme yerine daha yatay örgütlenmeyi bilen, hiyerarşik iş yapma modelleri yerine daha esnek, zamandan mekândan bağımsız iş yapmayı bilen başka bir küme bu insanlar. Ve doğrudan ekrana doğan insanlar, internete, telefona, televizyona doğan insanlar. Metropollerde büyüdüğü için geleneklerin baskısından bir ölçüde uzak olan, ailenin o muhafazakârlığını bire bir yansıtmayan bir küme.
Dolayısıyla geleneksel olarak sağın ya da İslamcı ya da muhafazakâr siyasetten gelen ailelerin çocukları bile siyasi anlamda aynı yerde değiller. Toleransları daha yüksek, daha hızlı ve çoğulcu bir ritmi olan bir hayatın içine doğmuşlar. Köylerde, kasabalarda homojenliğin hâkim olduğu bir yerde değil, İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de heterojen yapıların içine doğdular ve heterojen yapıdaki okullarda, mahallelerde, sokaklarda dolaştılar. Onun için naturalarında zaten daha çoğulcular. Siyasette ve hatta değer dünyalarında değilse bile gündelik hayat pratiğinde daha çoğulcular. AK Parti'nin sadece ahlakçı açıdan gündelik hayata bakışı o insanları tatmin etmiyor. Vikipedi yasağı o insanlara hiç de anlamlı gelmiyor.
Anneleri babaları için belki 28 Şubat'ta yaşadıklarına karşı bugün kazanılan mevzi ve hatta ülkeyi domine ediyor olmanın getirdiği manevi tatmin onların çocuklarında yok. Onlar o eziyetleri yaşamadılar ve o problemlerin hallolduğu, 2000 sonrası bir Türkiye'ye doğdular. Onun için "Ne olursa olsun, bizim kimliğimiz iktidarı kaybetmesin" dürtüsüyle hareket etmiyorlar. Aksine geleceğe dair kaygı ya da umutlarıyla hareket ediyorlar. Onun için AK Parti'nin ahlakçı duruşu, tutucu ve baskıcı politikaları onlarda büyüklerde olduğu kadar yansıma üretmiyor. Onun için de, kendi geleneksel tabanlarının gençlerinde bile büyükleri kadar karşılığı ve oy oranı yok. O yüzden zaten o 61, pratikte 61 olarak tezahür etmiyor.
“AK Parti tedirgin olabilir ama hoşnutsuz olduklarını sanmıyorum”
- 7 Haziran'ı bir kenara bırakırsak, AK Parti 2002'den bu yana girdiği her seçimden tek başına iktidar olarak çıktı. 2002'de yüzde 34,4 aldılar, 2011'de yüzde 49,8'le en yüksek oy oranlarına ulaştılar. Ancak bugün yüzde 50 eksi 1 oy, iktidarı kaybetmek demek. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu yeni durumdan memnun olmadığı yönünde kulisler var. Sizin bu durumla ilgili gözlemleriniz ne?
Doğrusunu istersen memnun olmadığını çok sanmıyorum. Böyle birtakım spekülasyonlar ben de okuyorum ama parlamentonun bile fonksiyonunun neredeyse minimuma indiği ve her şeyi tek başına Sayın Cumhurbaşkanı'nın belirlediği ortamdan ve düzenlemeden memnun olmayacağını düşündürecek hiçbir veri yok benim elimde. Aynı şekilde erken seçim ihtimalini de ben çok görmüyorum mesela. Çünkü her istediğini yapabiliyor. Seçilince farklı olacak olan ne ki? Parlamentoda da MHP'nin desteği varken, OHAL kapsamında çıkarılan KHK'larla her şeyi tanzim edecek gücü varken ne bundan şikâyetçi olduğunu sanıyorum, ne de “Bir an önce gidelim de bunu halka soralım” diye düşüneceğini sanıyorum. Ama evet, sonuçta başkanlık sistemi, “a” mı “b” mi sistemine dönüyorsanız kaçınılmaz olarak 50 artı 1'in peşine düşeceksiniz.
Şu kaygı olabilir. Başkanlık sistemini genellikle geleneksel sağ partiler savundu. Özal'ından, Demirel'inden Tayyip Bey'ine kadar. Ve de genellikle sol hep karşı çıktı. Bunun altında şöyle bir dürtü olduğunu sanıyorum. Elbette bir ideolojik gerekçesi var çünkü daha ataerkil bir geleneğin içinden geliyorlar ve hayata da böyle daha hiyerarşik bir yerden bakıyorlar. Dolayısıyla gücü eline geçiren bütün hayatı tanzim etsin diye bir bakış açıları var siyaseten. Ama bir yandan da bu dürtüyü hep güçlü tutan "Zaten ülke muhafazakâr, her halükarda böyle “sıfır veya bir”li bir oyun oynanacaksa sonunda muhafazakâr bakışın çoğunluk olduğu bir toplumda her zaman biz iktidarda oluruz" umuduna da yaslanıyor. Cümleyi tam olarak böyle kurmamış olabilirler ama hep bu umut vardı geride. Şimdi AK Parti görüyor ki bütün siyaset "Türkiye'de bütün meseleyi yüzde 70'i sağcı, yüzde 30'u solcu ya da yüzde 70'i muhafazakâr, yüzde 30'u seküler" gibi katmanlar üzerinden hareket etmiyor. Dolayısıyla yüzde 51 garanti değil. O tedirginliği yaşıyor olabilirler ama böyle bir hoşnutsuzluk olduğunu sanmıyorum.
“Gül’ün etkisi her geçen gün azalıyor”
- CHP İstanbul Milletvekili Dursun Çiçek, 2019 adayı konusunda "Birinci turda bütün partilerin kendi adaylarını çıkarmasını tercih ediyoruz. Tabii bu konuda da Abdullah Gül'ün Saadet Partisi'nin adayı olmasını temenni ediyoruz" dedi. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da Gül'ün olası adaylığı için "İhtimallerden birisidir" dedi. Gül'ün olası adaylığı seçimleri nasıl etkiler?
Abdullah Gül’ün şu ana kadar izlediği siyasetten bakarak söyleyebilirim ki, etkisi her geçen gün en aza iniyor. Varsa o etki, ne kadarsa… Çünkü siyaset biraz da karar almak ve eyleme geçmek meselesidir. Kategorik olarak illa Tayyip Bey’in karşısına Abdullah Bey’in çıkmasının tabii ki bir etkisi olur, duygusal anlamda da siyasi anlamda da tabii ki bir ağırlığı vardır, ama pratik olarak siyasetten bu kadar uzak durduktan ve güncel gerilimlerin dışında durduktan sonra çok da belirleyici bir etkiye ulaşacağını sanmıyorum.
Mesele, Türkiye’de son 2-3 ayda, özellikle son bir haftada ittifak meselesi gündeme gelince hep aktörler ve kişiler üzerinden konuşuluyor olması. Kim aday olsun, kim kimle ittifak yapsın… Ama ilkeler üzerinden konuşulmuyor. Aslında burada en doğru yaklaşımı yine Temel Karamollaoğlu gösteriyor. “İlkeleri konuşalım” derken doğru bir şey söylüyor. Çünkü bütün Türkiye’yi analiz etmek ve seçimlerin olası sonuçlarını kişiler üzerinden konuşmak çok da açıklayıcı değil. Tabii ki etkisi var kişilerin, örneğin Tayyip Erdoğan’ın, kitlesi üzerinde AK Parti’nin kurumsal kimliğinden daha önemli bir gücü var ama bütün liderler de aynı kıratta, aynı güçte değil. Dolayısıyla iş tek başına kimin aday olacağı meselesinden ibaret değil. Burada mesele 2019 seçimlerine ilişkin ne olacağı. Bir tarafta AK Parti ve MHP bir ittifak ilan etti. Büyük Birlik Partisi ve Saadet’i de onun içine almaya çabalıyor.
“Erdoğan İyi Parti’yi de çağırırdı ama…”
Daha önceki röportajımızda Saadet’i de yanlarına çekmek için her şeyi yapacaklar, demiştim. AK Parti’nin kafasındaki mühendisliğin şu olduğunu sanıyorum. “Bütün geleneksel sağın tüm renklerini bir arada toplarsam, işi muhafazakâr – seküler geriliminden veya sağ-sol gerilimi üzerinden oynanır hale getirirsem kazanırım” umudu taşıyor. Dolayısıyla da sağda olduğunu, muhafazakâr tabana dayandığını düşündüğü bütün partileri bir arada tutmaya çalışıyor. İyi Parti hariç. Niye, çünkü İyi Parti konusunda da MHP’nin duygusal ambargosu olduğu için. Yoksa, mümkün olsa İyi Parti’yi de dahil etmek ister o ittifaka. Eğer oyun bu hale çevrilebilirse, o zaman kimlikler ve kutuplaşma üzerinden bir seçim süreci yaşanırsa 51’e daha kolay ulaşacağını varsayıyor. Üstelik bu tarafta hem HDP’nin, hem CHP’nin bir araya gelip gelemeyeceği belli değil. “Bir araya gelseler bile HDP’ye yaptığım gibi bütün bloku kriminalize edebilirim, ‘Teröristlerle bir araya geldiler’ derim” umudu taşıyorlar. Oyunu oraya doğru iteklemeye çalışıyorlar.
Bu tablo sadece seçimi kim kazanırdan öte, ülkenin geleceği diye baktığında çok da hayra alamet bir tablo değil. Çünkü bizim bir arada yaşamanın kurallarını konuşmamız lazım. Bu kutuplaşmayı Türkiye bir beş sana daha sürdüremez. Çok daha tehlikeli bir noktaya doğru gelişiyor. Burada AK Parti ve MHP dışındaki bütün partilerin ittifak yapması ancak mücadele imkânını doğurur. Hem İyi Parti’nin, hem Saadet’in, hem HDP’nin, hem CHP’nin bir arada olacağı ittifak yaklaşımı oyunu gerçekten dengeleyebilir.
“Manevi şiddete yatkınlık var”
- Mümkün mü böyle bir ittifak?
Eğer liderlerin ihtirasları, arzuları, karakterleri, korkuları, cesaretleri üzerinden bakarsan mümkün değil görünüyor. En azından HDP’yle bir araya gelmeleri. Ama eğer soruyu “Kimler bir araya gelir?” diye değil de, “Yarın sabahki ortak hayata dair hangi vaatler çerçevesinde bir arada olacağız?” diye sorarsan, ilkeler üzerinden baktığında ancak o aktörler bir araya gelebilir. Ancak o zaman o ittifak gerçekleşebilir. İyi Parti ya da Saadet’in HDP’yle bir araya gelmesi zor görünüyor ama ilkeler ve gelecek tahayyülü üzerinden konuşulabilirse bu mümkündür. Herkes şunu ıskalıyor, bugün yaşanan kutuplaşmanın geldiği safhada ülkenin üçte biri daha aklı selim bir yerde durmaya çalışıyor ama etkilenen üçte ikisine baktığımızda sadece oy verme davranışlarında kutuplaşma değil, giderek birbirlerine karşı öfkelenme, lümpenleşme, henüz çatışma değilse bile en azından manevi şiddete yatkınlık görüyoruz. Vatan hainliği, satılmışlık suçlamalarının havada uçuştuğu bir ortam. Bu, maddi şiddete giderek yaklaşıyoruz demektir. Öte yandan hükümetin ve yandaşlarının diline ve küçük küçük yapmaya çalıştığı bazı şeylere bakarsak da ciddi bir medeniyet kavgasına da dönüşüyor mesele.
Hele özellikle muhafazakâr kesimin kızgınlığına, 28 Şubat’ın yıldönümünde yazılıp çizilenlere, ulema olduğu kabul edilen birilerinin gündelik hayata dair cinsiyetçi açıklamalarına bakılınca ben bunların hiçbirinin tesadüfi olmadığı gibi bir kanaate sahibim. Dünün mağdurlarının bugün kendini güvende hissedip “Şimdi yeni bir toplumsal uzlaşı üretelim” demek yerine mağrurlaşarak bütün hayatı domine etme ihtirasına kapıldığı, dünün mağrurlarının da bugün mağdur hissederek “Yurt dışına mı kaçsak, evlere mi kapansak?” gibi bir korku iklimine kapıldığı tuhaf bir zaman aralığından geçiyoruz. Bu sürdürülebilir bir şey değil. Bu kızgınlıklarla birbirimizin bütün doğru bildiklerini yıkarak ve sadece birbirimize saçmasapan zihniyetler atfederek bir arada yaşayamayız. O yüzden bu iklimi üreten siyaset olduğu için başta iktidar olmak üzere siyasi aktörlerin çok büyük sorumluluğu ve payı var bu işte. Herkesin de vebali var. Dolayısıyla seçim meselesine sadece kim seçilecek diye bakamayız. Ortak hayatın gereği diye bakmamız lazım. Ortak kurallar nedir diye düşünmemiz lazım. Birinin öbür tarafı yok edebileceği bir Türkiye olmayacak hiçbir zaman. Herkesin bu gerçeği kabullenmesi lazım. Herkes ötekisiyle beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak. Hayat bunu dayatıyor. Bu coğrafya da onu dayatıyor. Başka ülke yok ki ülkenin üçte birini bir yerlere ihraç edelim. Herkesin aklını başına devşirmesi lazım.
“Tayyip Bey’in sloganını tekrarlamanın çocuklarını doyurmadığını görüyorlar”
- CHP’nin son kurultayı parti içinde de tartışma konusu oldu. CHP tabanında partide bir liderlik krizi yaşandığı ve değişime ihtiyaç duyulduğu yönünde bir kanaat olup olmadığına dair gözleminiz var mı?
Şöyle bir gözlemim var. CHP İstanbul İl Başkanlığı seçimlerine Türkiye’nin yeni siyaseti için de ufuk açıcı bir örnek diye bakıyorum. Niye böyle bakıyorum, İstanbul İl Başkanlığı’nı kazanan Canan Hanım bildiğim kadarıyla seçimlere 1 ay kalana kadar aday falan değildi. İlçe kongreleri yapılırken, il kurultayına gelecek delegeler seçilirken taraf değildi. O delegeler neredeyse genel merkezin ve il başkanlığının denetiminde seçildi. Ama bir yandan da aynı nizam ve disiplin içinde olacağı varsayılan o delegeler geldiler, kendilerini o listeye yazdıran yönetimin hilafına oy verdiler ve Canan Hanım’ı seçtiler. Çünkü merkezi yönetim sisteminin disiplininin içinde davranıyor gibi olsalar da, hepsi yastığa başını koyduklarında partinin seçimi kazanıp kazanmama ihtimalini, toplumda güven üretme potansiyelini görüyordu ve gerçeğin de farkındaydı. Nitekim ilk fırsatını bulduklarında da başka adaya oy verdiler.
Eğer CHP’nin genel kurultayında da Muharrem Bey gibi sadece itiraz eden, AK Parti’ye nasıl muhalefet edeceğini anlatan değil de, partiye ve ülkeye yeni bir vizyon sunan, ülkenin yarını için iddiasının ne olduğunu söyleyen vizyoner bir aday olsaydı, aynı delege yapısı bence Kemal Bey’i düşürüp o adayı seçerdi. Aynı şey sadece CHP delegeleri için değil, Türkiye insanı için de geçerli. İnsanlara bugün sorduğunuz zaman kimliklerinden, güncel iklimden, psikolojiden bir parça söylüyor ama herkes yastığa başını koyduğu zaman hanesinin geçimi, dirliği, düzeni üzerinden, sokaktaki huzur üzerinden bakıyor.
Sadece oradaki kimlik geriliminin, Tayyip Bey’in belagatıyla söylediği bir sloganı tekrarlamasının akşam çocuklarının karnını doyurmaya yetmediğini de görüyor. Eğer toplumun önüne bugün bütün bu gerilimin dışında, yarın sabahki hayata dair bir vaatler dizisi sunacak ve de ona inandıracak bir kadro çıkarsa bugünkü siyasi yapı 3 ayda bile değişebilir. Ben o yüzden 2019’daki seçimlerde şu olur, bu olur demenin doğru olduğu kanaatinde değilim. Türkiye insanı bütün bu gerilimden sıkıldı, sonunda araştırmalarda da giderek böyle bir bekleyiş gözlemliyoruz:
Eğer güncel siyaset yumuşadı ise ve seçim de uzaktaysa artık insanlar bütün o siyasi tartışmaları izlemek veya katılmak, “Yaşasın, bizim lider ne güzel konuştu” demek yerine kendi işlerine güçlerine dönüyorlar. Siyasetten, siyasi aktörlerden duygusal bir kopuş var. Onun için gri alandaki seçmen yüzde 40 diyorum. Bunu sayısal bir ölçü olarak söylüyorum, hatta yüzde 40’tan da fazla… Giderek partilerinden çözülen, ülkenin sorunlarını bu siyasi aktörler çözemeyecek galiba noktasına gelen insanlar bunlar… Dolayısıyla insanlar arasında bir yandan umutsuzluk, karamsarlık daha yaygın, ama kendi hayatları için iyimserler. Hayatlarını daha iyi bir hale getirmek için göç etmeye, iş değiştirmeye daha teşneler. Hiç olmazsa kendi işlerine güçlerine konsantre oldukları, ama giderek de ülkenin geleceğiyle ilgili umutları ile kendi umutları ve kaderlerini ayırdıkları bir süreç yaşıyoruz. Bu bıkkınlık, usanmışlık, umutsuzluk ve çaresizlik duygusunun yeni bir siyasi aktör, hamle ve umut için müthiş bir fırsat alanı sunduğunu düşünüyorum.
O gri alana hangi ittifakın ne söyleyeceği çok belirleyici olacak, sadece ittifakların nasıl kombine olduğu değil. O zaman da hanelerin geçimleri, eğitim ve sağlık ihtiyaçları meselesine geliyoruz. Sanki Türkiye’nin bu üç konuda bütün meseleleri hallolmuş da, sanki tek meselemiz başkanlık seçimi, kutuplaşma, sadece ABD’yle gerilimmiş gibi sanılıyor. Öyle değil. Giderek bu konularda insanların bir sıkışmışlığı var ve giderek bu alanlarda ihtiyaç ve talepler var.
DEVAM EDECEK…