Ali Galip Yıldız*
Diyanet işleri Başkanı Ali Erbaş, cuma hutbesinde, zinayı ve eşcinselliği lanetleyen ve bunların nesilleri çürüttüğünü, HIV virüsüne sebep olduğunu söyleyerek, seküler yaşam tarzına bir kez daha saldırdı.
Başta Ankara Barosu olmak üzere birçok baro ve insan hakları savunucusu, konuşmanın, insanlığın bir kesimini nefretle aşağıladığını, kitlelere hedef gösterdiğini, ayrımcı ve nefret içerikli olduğunu, uluslararası sözleşmeler ve kanunlarımız karşısında bu söylemlerinin cezasız kalmaması gerektiğini belirttiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın olaya yaklaşımı çok sert oldu; sadece Diyanet İşleri Başkanı Erbaş'ın sözlerinin doğru olduğunu belirtmekle yetinmedi, buna karşı çıkanları "direkt İslam'a yönelik bir saldırı" olarak niteledi ve bunun aynı zamanda "devlete yapılmış bir saldırı" olduğunu ilan etti.
Ardından gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada yaylım ateşi başladı; Ali Erbaş'ı eleştirenler İslam'a saldıranlar olarak nitelendi, akıl almaz küfürlerle lanetlendi. Adalet bakanı başta olmak üzere tüm devlet yönetimi, İslami referanslarla Ali Erbaş'ın araladığı kapıdan içeri daldılar. Savcılar da hemen soruşturma başlattılar; Ali Erbaş hakkında değil elbette barolar hakkında.
Bu olay ve ardından gelenler, ülkemizdeki sosyal ve kültürel yaşamın nasıl ve ne yönde değiştirilmek istendiğini kolayca anlaşılır hale getirdi. Devleti yönetenler, uzunca bir zamandan beri, seküler yaşam tarzı ve bunu koruyan siyasi ve hukuki yapıların kötülük ürettiğini, toplumu çürüttüğünü bu yapıların İslami bir karakter kazanması gerektiğini her fırsatta dile getirmeye başladılar.
Kadın, kadına şiddet, çocukların evlendirilmesi, zina, eşcinsellik, yardımlaşma v.b. konulara hep İslami referanslarla yaklaştılar.
Bu sürecin işleyişinde de bazı davranış ve söylemlerin ortaya çıkışında nasıl bir klişe kullanıldığı görünür hale geldi. Önce koçbaşı ile kapıyı arala. Bu son olayda "koçbaşı" Ali Erbaş oldu; araladığı kapıdan İslami yaşam tarzının tüm mücahitleri girdiler alana. Cumhurbaşkanı bu mücahitlere güç verdi, onlara karşı olanları yine lanetledi ve "devlete karşı geliyorlar" diyerek savcılara teslim etti.
Bakalım savcılar bu defa nasıl bir dava hazırlayacak? Büyük bir olasılıkla başta Ankara Barosu yöneticileri olmak üzere birçok avukat ve insan hakları savunucusu "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama" suçlamasıyla sanık olacak. Ancak, böyle bir dava ile İslami referansların hallaç pamuğu gibi atılacağı bir platform yaratmayı isteyeceklerini sanmıyorum. Öyle bir dava açılacaksa, baroların kınamalarına ben de katılıyorum, ben de sanık olmak istiyorum.
Bir de şöyle bir sorun var; Avukatlık Kanunu, avukatların "Hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak"la görevli olduklarını belirtiyor. Ali Erbaş'ın, insanların bir kısmının yaşam haklarına kasteden konuşmasını kınayan avukatlar görevlerinin gereğini yapmışlardır, eğer bu suç sayılacaksa da "görev suçu" işlemişlerdir. Şimdi, savcılar avukatların böyle bir suçtan yargılanmaları için Adalet Bakanlığı'ndan izin istemek zorundalar. Adalet Bakanı ise avukatların yaptıkları açıklamaya, Kur'an'dan ayet okuyarak tepki gösterenlerin başında geliyor.
Böyle bir durumu Ziya Paşa, şöyle anlatmış: "Kadı ola davacı ve mübaşir ede şehadet, ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?"
*Avukat