Gündem

Kılıçdaroğlu, Guardian'a yazdı: Yürüyüşümüz, yeni bir toplumsal adalet hareketinin başlangıcı olacak

"Bu otoriter rejimin yüzüne takındığı 'demokrasi' maskesini düşürmek için yürüyoruz"

07 Temmuz 2017 15:47

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu* 

Her gün on binlerce vatandaşımız adalet talebiyle yürüyor. Ankara’dan çıktık yola ve 15 Haziran’dan bu yana her gün, günde yaklaşık 20 kilometre yürüyerek İstanbul’a doğru ilerliyoruz. Talebimiz, Türkiye’de yaşayan herkes için adalet ve hukukun üstünlüğünün sağlanması.

Yolumuz uzun, 432 kilometre. Dağlarda şiddetli yağmurlara ve ovalarda kavurucu sıcağa göğüs gerdik. Sayımız şimdiden 40.000’i aştı ve önümüzdeki günlerde on binlerce yurttaşımız daha katılacak aramıza. Tüm gün kulaklarımda aynı haykırış yankılanıyor: “HAK, HUKUK, ADALET.”

Siyasi görüşlerimizden bağımsız olarak hepimiz tek bir amaç için toplandık, “Adalet”. Barışçıl bir biçimde yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yolumuza atılan mermilere ya da kalacağımız kamp alanına dökülen tezeğe cevap vermeden yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Bizi kışkırtmak isteyenlere sadece alkışlarımızla karşılık veriyoruz. Bu yolda en büyük varlığımız, barışçıl fakat kararlı duruşumuz.

Geride bıraktığımız sene Temmuz ayında ülkemiz bir darbe girişimini yaşadı. İkinci ve daha sinsi bir darbe ise bu girişimin beş gün sonrasında siyasi iktidar tarafından gerçekleştirildi. Hukukun üstünlüğü ve parlamenter demokrasinin askıya alındığı bir olağanüstü hal rejimine geçildi. O günden bugüne Türkiye kararnamelerle yönetilmekte. Hükümet, 105.000’den fazla kamu çalışanını yeterli bir açıklama yapmadan görevden aldı. Sayısız akademisyen, gazeteci ve hatta milletvekili siyasi görüşleri sebebiyle tutuklandı. Ülkemizde bir korku yönetimi inşa edildi.

Bütün bu adımlar yeterince zararlı değilmiş gibi, hükümet, cumhurbaşkanına çok daha geniş yetkiler veren anayasa değişiklerini Nisan ayında referanduma sundu. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın, adil olmayan koşullarda, hukuka ve Avrupa Konseyi standartlarına aykırı  bir biçimde gerçekleştirildiğini tespit ettiği referandumla, AKP, tek adam rejimini pekiştirdi ve ülkemizdeki olağanüstü hali olağanlaştırdı.

Adaletsizlik, keyfilik ve ayrımcılık AKP rejiminin alameti farikası hale geldi. İşte tam da bu nedenle öncelikle adalet istiyoruz. Adalet hakkı en temel insan haklarından birisidir. Adalet hakkı, hukukun üstünlüğünün bütün temel ilkelerini içinde barındırır: mahkemeler ve yargının bağımsızlığı, adil yargılanma hakkı ve herkesin hukuk önünde eşit olması.

Bu otoriter rejim vatandaşlarımızı bu temel haklardan yoksun bıraktı. Ülkemizin en yüksek mahkemesi olan Anayasa Mahkemesi hükümetin çıkardığı OHAL KHK’larının hukuka uygunluğunu incelemeye yetkisinin olmadığını ilan etti. Tarafsız ve bağımsız olma çabasındaki yargıçlar soruşturmalara ve görevden almalara maruz kaldılar. Rejim muhaliflerini savunan avukatlar ya tutuklandılar ya da sürekli bir tutuklanma tehdidi altında mesleklerini icra ediyorlar. Daha geçtiğimiz Çarşamba günü, Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Direktörü ve önde gelen diğer insan hakları savunucuları sebepsiz yere gözaltına alındı. Cezaevlerimizde yer kalmadı. Hükümlüler, muhaliflere ve gazetecilere yer açmak için serbest bırakılır oldu. Hakkında soruşturma veya dava açılan insanlarımızın aileleri de onlarla birlikte hukuki haklarından alıkonulmaya başlandı. Cezanın şahsiliği gitti, toplu cezalandırma dönemi başladı.

Ülkemizdeki bu yeni otoriter rejime rengini veren unsurlar; zayıflatılmış bir meclis, gerçekleri saptıran ve çoğu zaman hükümet karşıtlarını karalamada kullanılan bir propaganda aygıtına dönüşen medya, başka yerlerde hazırlanmış kararlara imza atan mahkemeler ve kamu kaynaklarıyla finanse edilen hükümet mitingleridir. Hükümet mitingleri için her kapı açılırken, tüm diğer gösteriler yasaklanır olmuştur. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin tanıdığı adaletsizliğe karşı çıkabilme hakkı yok edilmiştir.  Bu bir krizdir. Bu, esas derdi kendini korumak olan otoriter bir rejimin ülkemizi içine sürüklediği ve tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir kriz dönemidir.

Biliyoruz ki yalnız değiliz. Dünya ne yazık ki aşırılıklar, özgürlük düşmanı popülistler ve diktatörler çağıyla karşı karşıya. Baskı düzeylerinde farklılıklar olabilir ama bunlar arasındaki ortak noktalar da bir o kadar çok. Diktatörler birbirlerini örnek alıyor. Adeta demokrasilere karşı bir ittifak kurmuş durumdalar. Kendi ülkelerini mahvediyor ve insanlarını başka topraklarda mülteci konumuna sürüklüyorlar. Öyleyse, özgürlükçü demokratlar buna karşı ne yapmalı? Bizler bu özgürlük düşmanı popülistler ve yeni kuşak diktatörlerle mücadele etmek için yeni demokratik araçlar geliştirmeliyiz ve bunları uluslararası düzeyde birbirimizle paylaşmalıyız.

Bu otoriter taarruza karşı vereceğimiz tek ilkeli cevap demokratik değerlere bağlılığımızı tazelemek ve onun güçlendirmek olacaktır. Bunu umudumuzu canlı tutacak sözlerimiz ve eylemlerimizle sağlayacağız. Umut saridir. Ben bunu her gün benimle birlikte yürüyen yorgun fakat yürekli insanların yüzlerinde görüyorum. Dayanışma cesareti besler. Yakında bize yüz binlerin katılmasını bekliyoruz.

Sayımız arttıkça cesaretimiz de artıyor. Yürüyüşümüz Türkiye’de ifade özgürlüğüne ve barışçıl gösteri hakkına ne kadar büyük bir kararlılıkla bağlı olduğumuzun göstergesidir. Attığımız her adımla, bizi kararnamelerle ve sindirerek yönetmek isteyenlere şöyle sesleniyoruz. Biz yurttaşlar olarak bizi yönetenle aramızda yaptığımız bir sözleşme var. Bu bir toplumsal sözleşme. Biz vatandaşlar olarak devletin otoritesine rıza gösteriyoruz. Devlet bizim haklarımızı korusun diye rıza gösteriyoruz.

Biz iktidarın ihlal ettiği toplumsal sözleşmeyi yeniden hayata geçirmek için yürüyoruz. Demokrasimizi ve didinerek kazandığımız özgürlüklerimizi yeniden kazanmak için yürüyoruz. Bu otoriter rejimin yüzüne takındığı “demokrasi” maskesini düşürmek için yürüyoruz.  Yürüyüşümüz birçok rejim mağduruna yuva olmuş bir İstanbul hapishanesinin kapılarında son bulacak. Fakat inanıyoruz ki bu, bir son değil, sesi ülkemizin sınırlarının ötesinde yankılanacak yeni bir toplumsal adalet hareketinin başlangıcı olacak.


* Bu makale The Guardian'da yayınlanmıştır. Orijinal metne ulaşmak için tıklayın