Söyleşi

'Kemalistler de 29 Ekim'in ardından mazlum kategorisine girdi...'

Mazlumder Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, AKP iktidarındaki on yılda değişen insan hakları ihlalleri tablosunu T24'e değerlendirdi...

04 Kasım 2012 22:41

 

Hazal Özvarış

hazalozvaris@gmail.com

İlk kez 3 Kasım 2002’de yapılan seçimleri kazanan ve ardından yapılan iki genel seçimin de galibi olan AKP, geçtiğimiz cumartesi günü iktidara gelişinin 10. yılını doldurdu.

Yaklaşık 11 yıl önce ilan edilen parti programında Partimiz, bireyi bütün politikaların merkezine alarak demokratikleşmenin sağlanmasını, temel insan hak ve özgürlüklerini temin etmeyi ve korumayı en önemli ödevleri arasında sayar” diyen AKP’nin iktidarı boyunca değişen insan hakları ihlalleri tablosunu değerlendirmek için Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ile buluştuk.

İslami hassasiyetleri olan bir dernek olarak öne çıkan İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’ni (Mazlumder) yöneten makina mühendisi Ünsal, aynı zamanda İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) mütevelli heyeti üyesi. İslami gelenek içinde yetişen bir kadronun kurduğu AKP iktidarının ilk döneminde Adıyaman milletvekili olan Ünsal, partinin on senesini, “Devleti eleştirerek yola çıkıp, sonunda  devletli olmak biraz hazin bir yol sonu macerası” sözleriyle özetliyor.

Anadilde eğitimden başörtüsü meselesine, Hrant Dink davasından medyanın durumuna AKP’nin insan hakları ve ifade özgürlüğü karşısındaki sicilini değerlendiren Ünsal’a göre, “29 Ekim kutlaması ardından Kemalistler de artık mazlum kategorisine girdi.”

Ünsal, “AK Parti önemli iyileştirmeler de yaptı” diyerek askeri ve bürokratik vesayete karşı alınan önemli mesafeye de işaret ediyor, ancak bu sürece ilişkin olarak şöyle bir şerh düşüyor:

“Ama bunlar olurken Ergenekon ve Balyoz davalarında hukukun temel ilkeleri çiğnendi mi? Evet, çiğnendi.” 

“Mazlumder’in AK Parti ile aynı toplumsal kesimden çıkmasının işlerini zorlaştırdığını” belirten Ünsal, “Bu taban çoğu zaman ‘Acele etmeyin, nasıl olsa düzelecek’ diyerek eleştirilerimiz üzerinde mahalle baskısı oluşturuyor” diyor. 

Mazlumder’in eşcinsellere yönelik tavrını da konuştuğumuz Ahmet Faruk Ünsal’ın T24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:

 

‘Ergenekon ve Balyoz davalarında hukukun temel ilkeleri çiğnendi’

 

- 2001 yılında Mazlum - Der’in 10. yıl konuşmasında şu ifadeler kullanıldı: “Takvimler değişiyor, hükümetler değişiyor, programlar ve kadrolar değişiyor; ama insan hakları ihlalleri tablosu değişmiyor.” İlahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal, Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği söyleşide AKP kurulduğunda umut ve heyecan hissettiğini söyledi. Siz AKP kurulduğunda insan hakları ihlalleri tablosunun değişeceğini düşünmüş müydünüz?

Bulunduğum kurumun hassasiyeti gereği politik mesajlar veren bir konuşma yapmak istemiyorum.

- Netleştirelim, bizim de söyleşideki amacımız politik mesajlar duymak değil; insan hakları ihlallerini sorgulamak. Bu yüzden hak temelinde örgütlenen bir derneğin başkanı olarak AKP kurulduğunda sizin neler hissettiğinizi duymak önemli.    

O zaman şöyle söylemek daha doğru olacak; heyecan yaratan bir dernek, siyasi parti, gazete ya da televizyon gibi her yeni oluşum toplumda gerçekten karşılık buluyorsa, bu hepimizde yeni bir başlangıç umudu doğuruyor demektir. AK Parti de kurulduğu günden itibaren toplumda çok önemli titreşimler yarattı. Dolayısıyla, evet, biz de heyecanlandık. AK Parti iktidarı boyunca önemli gelişmeler, biz de, halk olarak daha çok şey yapılsın diye bekledik, oluyorsa eleştirimiz, bunun içindir. Eleştirimizin muhatabı iktidar da olabilir, muhalefet de…

- Sizce bu 10 yıllık iktidar sürecinde insan hakları ihlalleri tablosunda neler değişti?

Hiçbir şey eskisi gibi değil; ama bazı şeyler de değişmedi. AK Parti bazı konularda önemli iyileştirmeler yaptı. Özellikle Ergenekon davaları ile Türkiye’de 1923’ten bu yana siyaset üzerinde vesayet uygulama alışkanlığı olan, özellikle üniformalı bürokrasi, cübbeli, yani yargı ve üniversite bürokrasisinde ciddi anlamda kırılma yaşandı. Ama bunlar olurken Ergenekon ve Balyoz davalarında hukukun temel ilkeleri çiğnendi mi? Evet, çiğnendi.

 

‘Devleti eleştirerek yola çıkıp devletli olmak hazin bir yol sonu’

 

- Ergenekon ve Balyoz davalarında hukuk sizce hangi noktalarda çiğnendi?

Usul açısından çiğnendi. Mesela tutukluluk sürelerinin uzun olması, mahremiyetin ihlal edilmesi, usulsüz dinlemeler ve dinlemelerde konuyla ilgisi olmayan konuşmaların kamuoyunda paylaşılarak sanıklar üzerinde itibarsızlaştırma kampanyası yürütülmesi... Biliyorsunuz Genelkurmay Başkanı’nın konuşmaları bile internet sitelerinde yayımlanarak herkesin mahremine destursuz dalabilecek bir korku iklimi yaratıldı.

Hrant davasında, toplumda oluşan kanaati yargı kararında göremedik. Başörtü meselesinde kimi kurumlar için fiili bir özgürlük durumu var, okullarda hemen hemen yasak kalktı; ama halen devlet dairelerinde, yargıda, üniformalı meslek gruplarında başörtüsü yasak... Anadilde yayın için TRT Şeş açıldı, ama hâlâ bir yasası yok, yine fiili durum var. Fiili durum yaratmak işinizi bir dönem için çözebilir, ama kalıcı çözüm için yasal garantiye bağlanmış çözümlere ihtiyaç var. Kürtçe okullarda seçmeli dersler arasına girdi, ama anadilde eğitim konusunda hiçbir ilerleme olmadı. Kısacası, biraz işler düşe kalka ilerliyor. İktidar, toplumsal taleplere hak temeli üzerinden değil, güç temeli üzerinden ilgileniyor gibi. El-ense çekiyor, talep sahibi güçlü duruyor ise talebi karşılıyor, değilse dikkate almıyor.

 

‘Ankaralılaşmak rahatsız ediciyse kendinize çekidüzen vermelisiniz’

 

En son Cumhuriyet Bayramı nedeniyle kutlama polemiği yaşandı. Ana muhalefet partisi devletin resmi protokolü dışında kutlama yapmak istedi ve iktidar onlara karşı çok sevimsiz bir güç gösterisinde bulundu. “Bir kutlamanın standardının nasıl olacağına iktidar karar verir; siz isteseniz de, istemeseniz de buna uymak zorundasınız” dedi. Devleti hayatın her şeyine müdahale edebilecek bir güç olarak tasarlamak son derece tehlikeli bir devlet anlayışıdır. Devleti eleştirerek yola çıkıp sonunda  devletli olmak biraz hazin bir yol sonu macerası? 

- Ancak Erdoğan bunu “Ankaralılaşmadık, halkın partisiyiz” diyerek reddediyor.

Öyle diyor olabilir, ama refleksler pek de öyle söylemiyor. Eğer Ankaralılaşmak rahatsız edici ise dönüp biraz kendinize çekidüzen vermeniz gerekiyor. Eğer bundan rahatsızlık duymuyorsanız, bu başlı başına bir felaket. 

 

‘Cumhuriyet Bayramı’ndan sonra Kemalistler de artık mazlum’

 

- Cumhuriyet Bayramı olaylarının ardından Kemalistler de sizce mazlum kategorisine girmeye başladı mı?

Evet, 29 Ekim kutlanması ardından Kemalistler de artık mazlum kategorisine girdi. Biz Mazlumder olarak Ulus’a bir gözlemci heyet gönderdik, yaşananları raporlaştırdık. Sanıyorum ki başka hiçbir insan hakları örgütü bunu yapmadı. Mazlumder’in en muhteşem sloganı “Kim olursa olsun mazlumdan yana ve kim olursa olsun zalime karşı olmak”tır. Bu yüzden şimdiye kadar kimsenin ve bizim de aklımıza gelmemiş olmasına rağmen günün birinde Kemalistlerin mağduriyetleri konusunda gözlemci olmak hayatın garip bir sürprizi.

- AKP 10 Kasım’da benzer bir tutum sergilerse Mazlumder, 10 Kasım’da Atatürkçülerin yanında durur mu? 

Gözlemci heyetimiz yine orada olur. 

- Mazlumder’in söylediklerini sizce AKP yönetimi ve Başbakan Erdoğan duyuyor mu?

Duyduğunu zannediyorum, çünkü biz merkez medyada pek yer almasak da etkinliklerimizi ve duyarlılıklarımızı kendi tabanımızda duyurabiliyoruz. Bir taraftan da bizim etkinliklerimiz hangi cenahın hoşuna gidiyorsa oranın yayın organlarında yer alıyor diğer taraf görmezden geliyor, bu da bizim için bir başka açmaz ama… Buna rağmen AK Parti’nin yaptıklarımızdan haberdar olduğunu düşünüyorum.

 

Başbakan Erdoğan’a sitem

 

-  AKP’lilerin eleştirirken bile saygılarını eksik etmediği Ali Bulaç, “Erdoğan’a çevresindeki etten duvarı aşıp ulaşmak neredeyse imkânsız” demişti. Sizin Erdoğan’ın kulağına su kaçırıyor olmanız ne kadar mümkün?

Herkesin eleştiriden alacağı şey farklı; kimisi öfke duyar, kimisi olumlu yaklaşır ve ders almak için bir vesile kabul eder. Başbakan’ın üzerinde nasıl bir etkimiz var, bilmiyorum.

- Başbakan sizinle hiç temasta bulundu mu?

Hayır. Bazı yasalar çıkartılırken Meclis’e arkadaşlarımızı gönderip grup başkan vekilleriyle veya komisyon başkanlarıyla görüşüyoruz. Kürt açılımı sürecinde Beşir Atalay Bey’in yürüttüğü görüşme trafiğinde biz de vardık. Ama doğrudan Başbakan’la hiç olmadı. O süreçte Başbakan Nihat Doğan’la ve diğer sanatçılarla muhatap oldu, Ajda Pekkan’la veya Hülya Avşar’la sanat konuları dışında görüşüyorlar ama biz kurulduğumuz günden beri uğraştığımız konularla ilgili henüz o lütfa eremedik. Bu sitemse, evet, bu sitemi iletmiş olalım.

- Mazlumder’in eski başkanlarından, Erdoğan’ın da özel bir yakınlık duyduğu İhsan Arslan, AKP Diyarbakır Milletvekili olduğu geçtiğimiz dönemde Kürt meselesinde görüşleri hayli önemsenen bir isimdi. Sizce, Arslan bugün AKP milletvekili listesinde neden yok?

Bilmiyorum, bunun cevabı Başbakan’da... Ama bugün, parti içerisinde, Kürt meselesine kafa yormuş, tecrübe sahibi birçok arkadaşın Meclis’te olmaması AK Parti için kayıptır diye düşünüyorum.

 

‘Başbakan, açlık ve ölüm grevlerinin farkı konusunda yanlış bilgilendirilmiş’

 

- Açlık grevindekiler için Erdoğan’ın “Yiyorlar, içiyorlar”, “Şov yapıyorlar” sözlerinin bir Müslüman olarak sizdeki yankısı ne oldu?

Kanaatimce Başbakan ölüm oruçlarıyla açlık grevi arasındaki fark konusunda yeterince bilgilendirilmediği için böyle bir cümle kurdu. Ama şunu söyleyeyim, açlık grevi olgusu benim içimi çok acıtıyor. İnsanların haklı ve meşru taleplerini elde edebilmek için kendi varlıklarını masanın üzerine bir koz olarak koymaları büyük bir çaresizliğin göstergesi. Olaya bu insani trajediden ve devletin müstağni ve ceberut tavrından bakar isek daha iyi analiz edebiliriz. Bir de, açlık grevindekileri inatlaşmaya itecek, tutumlarını daha sertleştirmeye sevk edecek bir üslup doğru bir üslup değil.   

 

‘Açlık grevi ölümle sonuçlanırsa büyük bir sosyal anafor yaşanır’

 

- Belki de bu yüzden Mazlumder’in konuya dair açıklamasının başlığı “Ölümler Başlamadan” oldu. Ama kritik gün aşılalı 10 günden fazla oluyor; sizce ölümler başlarsa neler olacak? 

Allah göstermesin, ama ölümler olursa büyük bir sosyal anafor yaşanır. Cezaevlerinden cenazelerin çıkması Türkiye’de gerçekten büyük bir şiddet ve nefret ortamı doğurur. Kürtler acılarının ve haklı taleplerinin diğerleri tarafından anlaşılmadığını düşündükleri için, Türkler bölünme fobisine kapıldıkları için birbirlerini anlamamaya ve karşılıklı hınç beslemeye başladılar. 80-90 sene önce kader birliği yapmış ve o gün sorun olmayan konuları bugün sorun haline getirmiş insanlar duygusal olarak birbirlerinden kopuyorlar. Ateşe benzin dökmek siyasetin işi olmamalıdır. Kör şiddetten korkuyorum.

- Tam olarak kimin şiddet ve nefretinden bahsediyorsunuz?

Çaresizliğin üreteceği şiddeti, onların yakınlarının duygusal parçalanmışlıklarını tahayyül edebiliyor musunuz? Feci bir şey. Kimse frenin nerede tutacağını bilemez. Biz Kürt meselesini 1984’te kendisini şiddetle dışarı vurmuş haliyle biliyoruz; ama bu sorun 1923 patentlidir. Yine de bugün 1984’ten farklı bir yerde duruyoruz; anadilde yayın yasağı kalktı, okullara seçmeli ders koyuldu, devlet, şimdiye kadar inkâr ettiği halkın varlığını kabul eder duruma geldi. Türkiye toplumunun Kürtlere bakışı evirildi ama süreçte Kürtlerin Türkiye’ye bakışında kırılma noktaları oluştu. Bunların bir tanesi Uludere / Roboski olayıydı; eğer açlık grevleri ölümlerle sonuçlanırsa bu da bir başka kırılma noktası olur, Kürt toplumunun Türkiye’ye gönül bağlarında büyük kırılma yaratır. 

- Gönül bağının kopuşu sizin için bölünmeye mi denk geliyor?

Politik bir süreç olduğu için bu konuda konuşmayı ve öngörüde bulunmayı sağlıklı bulmuyorum. Sosyolojik anlamda işler içinde çıkılmaz hale gelebilir.

- Açlık grevleri hakkında Erdoğan’ın bahsettiğimiz tutumu karşısında Cumhurbaşkanı Gül’den “Bu acılar geçmişte de yaşandı, tekrar etmemeli” sözleri geldi. 29 Ekim tartışmasında Başbakan’ın “yönetimde çift başlılık” diye çıkış yapmasıyla sonuçlanan Gül ve Erdoğan’ın tavırları arasındaki makası siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Politik konulara girmiyorum. Mazlumder olarak iki şahsın kariyer yarışında taraf olmak istemeyiz.

- Farklılaşmayı “kariyer yarışı” olarak mı görüyorsunuz?

Biz taraf olmak istemeyiz. Neticede Abdullah Gül’ün bir dönem daha seçilme hakkı var. Aday olup olmayacağı ayrı bir konu, ama herhalde şartları elverişli görürse bir kez daha cumhurbaşkanı adayı olmak ister. Bununla ilgili bir tarzı, çalışması, bir yatırımı olsa gerektir.

 

‘Başbakan neden tatmin olmuyor da başkanlığa talip oluyor?’

 

- Erdoğan’ın başkanlık sistemindeki ısrarını da kariyer planı olarak mı görüyorsunuz?

Ben başkanlık sisteminin çok iyi anlaşılmadığını düşünüyorum. Türkiye'de bugün genel başkanlık sistemi var ve bu sistem başkanlık sisteminden çok daha güçlü. Genel başkansanız, milletvekillerini siz seçiyorsunuz; iktidar partisi genel başkanıysanız hükümeti de siz seçiyorsunuz. Yani yasama yanında yürütme de size ait. Ayrıca, gerek yasama yargısı yani anayasa mahkemesi, gerek HSYK'daki seçimli sistem ve yargı mensuplarının Adalet Bakanı üzerinden yürütmeye maddi bağımlılığı nedeniyle yargıyı da siz yürütüyorsunuz. İstişareler mutlaka yapılmıştır, ama Cumhurbaşkanı’nı da esasında Genel Başkan seçiyor. Devletin klasik üç erkinin, yasama, yürütme ve yargının tek tayin edicisi genel başkan. Genel başkanlık, bir siyasiye, başkanlık sisteminden çok daha fazla güç veriyor bence.

- Cumhurbaşkanını halkın seçmesi sizin için bir fark yaratmıyor mu?

Hayır. Benim anlamadığım şey şu; bir başbakan bu sistemden neden tatmin olmuyor da başkanlık sistemine talip oluyor? Fransa'yı yarı başkanlık olarak ayırarak, başkanlık, Amerika hariç, basını, iş dünyası, sivil toplum kuruluşları ve yargısı yeterince gelişmemiş ülkelerde toplumun alternatif arayışlarına imkân vermediği için yönetimin değişmesine darbeler dışında pek olanak tanımayan bir sistemdir. Çünkü başkanlık, alternatifin kendini ifade etme yollarını çok kapatan bir sistem. Türkiye için çok hayırlı olacağı kanaatinde değilim.

- Başkanlığı Türkiye'de darbe doğuracak alternatifsiz bir sistem olarak mı görüyorsunuz?

Darbeler tek başına sistemlerden kaynaklanmıyor, devlet kurumlarının tarihi rolleri, toplumların tecrübeleri de önemli ancak parlamenter sistemler başkanlığa kıyasla darbelere karşı kısmen daha iyi diyebilirim.

Ama bugün için şunu söyleyeyim, gerek basın üzerinde iktidar gücünün kullanılarak basının hizaya getirilmesi, gerek toplumsal muhalefetin, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ya da muhalefet partilerinin sokak gösterilerine karşı devletin gücünün pervasız şekilde kullanılması, iktidarın devlete alıştığını, artık devlet gibi davrandığını, devlette kiracı olduğunu unuttuğunu düşündürüyor. Kiracı derken mülkün sahibi halktır, siyasiler geçicidir anlamında söylüyorum.

Başkanlık, darbeler derken biraz siyasetin alanına fazla girdik galiba. Sonuçta biz insan hakları meselesini politikanın pazarlık alanı olmaktan çıkartmak için varız. Diyoruz ki; insanların doğuştan sahip olduğu haklar her ne ise bu haklara devletlerin, siyasetin veya birtakım devlet dışı aktörlerin karışmaması gerekir.

 

‘Türkiye’de basın konusu içler acısı’

 

- Faruk Bey, temenninize rağmen bugün temel haklar özellikle Türkiye’de siyaset dışı değil.

Türkiye’de de, dünyada da siyaset maalesef haddini aşıyor ve temel hakları kimi zaman vermeyerek veya pazarlık konusu yaparak kendine alan açıyor. Hâlbuki onların tamamen gündeminin dışında olması gerekiyor. En azından biz böyle bakıyoruz. Anadil de, ifade ve inanç özgürlüğü de böyledir… Mesela bugün basın özgürlüğü konusu inanılmaz kötü. Düşünün köşe yazarları veya basın patronları, doğrudan isim verilerek ya da ima yoluyla siyasi iktidarı en üst düzeyde kullanan kişiler tarafından afişe ediliyor. Gazeteciler ve televizyon programcıları ya köşelerinden atılmak, ya programlarını yapamamak durumunda kaldılar. Türkiye’de basın konusu bence içler acısı. 

 

‘Tüm medya patronları oto-sansür geliştiriyor’

 

- Medyanın siyasetten direkt veya dolaylı talimatlar almadığında takındığı tavır da aklınızda soru işaretleri yaratıyor mu? 

Oto-sansür sansürden çok daha kötü. Türkiye’de maalesef mitinglerde, televizyon konuşmalarında siyasi erki kullananlar bazı basın mensuplarının isimlerini açıktan zikrederek, onları hedef haline getirerek sektörden bir şekilde tasfiye edilmelerini sağlıyor. Sansürün bu sevimsiz yüzüne karşı medya patronları da oto-sansür geliştiriyorlar. Demokrasi, ülkemizde sadece serbest seçimler olarak algılanıyor, esasında belki seçimlerden daha çok özgür basın demektir demokrasi. Özgür basın yoluyla halk sağlıklı bilgilenir ve seçimini ona göre yapar. Eleştiri hakaret gibi algılanırsa sansür çeşitli yollarla kendini ortaya çıkarır.

- “Patronların oto-sansürü” derken Aydın Doğan kadar örneğin Ahmet Çalık’tan da bahsediyor musunuz?

Hepsinden bahsediyorum, çünkü hepsinin bir şekilde hükümet ile işleri var. Basın piyasasında iş yapan patronlar aynı zamanda başka ekonomik faaliyetler de yürütüyorlar; hükümetlerden bazı imtiyazlar alıyorlar. O imtiyazları kaybetmemek için durumdan vazife çıkarmaya da istekli davranıyorlar.

- Kamu ihalelerini mi kast ediyorsunuz?

Evet. Onları kaybetme korkusuyla veya hükümetle ters düşerek normal vergi mükellefine gösterilenden çok daha fazla bir baskıyla maliye mekanizmasının üzerlerine yürümesinden korktukları için oto-sansür geliştiriyorlar. Neyin hükümetin yüzünü güldüreceğini, neyin kaşları çatacağını sezebildikleri için, ki bunu anlamak için ekstra zeki olmaya da gerek yok, oto-sansür mekanizması geliştiriyorlar.

- Söyler misiniz, sizce hükümeti, Başbakan’ı ne güldürüyor, kaşlarını hangi konular çattırıyor?

İktidarı elinde bulunduran insanların çoğunun ortak özelliği, eleştirilmekten hoşlanmamalarıdır. Bu durum, küçük bir derneğin başında da olsanız, büyük bir partiyi veya hükümeti de yönetseniz aşağı yukarı böyledir. İktidarın insan tabiatı üzerinde böyle bir olumsuz etkisi var. Dolayısıyla Sayın Başbakan da bundan beri değil.

- Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, T24’e verdiği söyleşide “muhafazakâr medyanın 28 Şubat dönemini başarılı atlattığını ancak son dönemde ilkelerini çiğneyerek, kendisine ihanet ettiğini ve iktidarla ilişkisinin iğrenç olduğunu” söyledi. Muhafazakâr medya sizde de benzer bir hayal kırıklığı yarattı mı?

Daha önce, yani iktidarda muhafazakârların olmadığı zamanlarda, basın ve iktidar arasında kurulan ilişkilerle, bugün, muhafazakâr iktidar ile muhafazakâr basın arasındaki ilişkinin tabiatı aynı. Bence basın özgürlüğü bağlamında daha az defo üreten bir sisteme nasıl gideceğimiz üzerinde kafa yormalıyız. Basının iktidarla ilişkisinin nasıl olacağı, basına para yatıran ve buradan ekmek kazanan insanların oluşturduğu işgücü piyasasının hükümetlerle ilişkilerini regüle edecek yeni bir sisteme ihtiyaç var.

 

‘Sabah’ın özelleştirilmesi, patronunun değiştirilme süreci sorunlu’

 

- Sabah’ın kamu bankalarından aldığı krediyle el değiştirmesi veya yine Kaplan’ın “Gülen cemaatinden STV ve Zaman’daki Ergenekon sanıklarına karşı yayınlar siyonist ve zorba şebekelerin yayınlarını andırıyor” demesi akıllarda. Eski merkez medyadaki sorunların bugünkü muhafazakâr merkez medyaya bu kadar direkt aktarımı sizin için doğal mı? 

Sorunuzu, doğrudan Sabah’ın satışı olarak değil ama, medyanın nasıl el değiştirdiği ve yeni sahiplerine göre medya eğilimlerinin nasıl değiştiği şeklinde bir teorik çerçeveye oturtarak ele almak isterim. Sabah TMSF’den satıldı; yani kamuya, hepimize aitti. Dolayısıyla hepimize ait bir mal, bir imtiyaz, birilerine devredildi. Özelleştirmelere karşı değilim, eğer bir işletme daha verimli işletilecekse elbette kişilere veya özel kurumlara devredilebilir. Burada sorun, hepimize ait bir malın devrinin hepimizin bilgisi dâhilinde olması meselesidir. Özal’ın başlattığı özelleştirmeler Türkiye’de hep şaibeli oldu.

Bu sistem üzerine kafa yormak lazım. Kanaatimce Sabah gazetesinin özelleştirilmesi, patronunun değiştirilmesi süreci sorunludur. Eğer Meclis denetim yetkisini yeterince yapabilseydi, kamu kaynakları bu kadar pervasız bir şekilde özel bir şahsa devredilmeyecekti. Parlamenter sistemde parlamentonun hükümeti denetleyebilmesi sorunlu. Bu denetleme açığını ortadan kaldırmak lazım, güçlü ve gerçekten bağımsız bir yargıya ihtiyaç var.

 

‘AK Partili taban eleştirilerimiz üzerinde mahalle baskısı oluşturuyor’

 

- AKP'nin dinle de ön plana çıkan bir parti olması, İslami hassasiyetleri olan bir örgüt olan Mazlumder’e nasıl bir ağırlık yüklüyor?

İşimizi zorlaştırıyor, çünkü bizim de içinden çıktığımız toplumsal kesimin çoğunluğu AK Parti'ye destek veren bir taban. Bu taban çoğu zaman "Acele etmeyin, nasıl olsa düzelecek" diyerek eleştirilerimiz üzerinde mahalle baskısı oluşturuyor. İktidarda başka bir parti olsaydı çok daha güçlü bir Mazlumder olacağından kuşkum yok. Gücümüzün, sözümüzün gücünden geldiğini biliyoruz, sadece nicelik bakımından böyle bir zorluk yaşadığımızı söylemek istiyorum.

 

‘Başbakan başörtülü aday için adım attıysa iyi, ama geç kaldı’

 

- İslami kesimden hangi konularda mahalle baskısı görüyorsunuz?

Örneğin, inanç özgürlükleri gibi yeterince adım atılmamış konularda "Nasıl olsa yapılacak" gibi bir algı var. Bu durum bizim eleştirilerimizi muhalefet gibi gören bir algı üretiyor. Bu açıdan taban, bazen erken, bazen sert, bazen dozu aşmış şeyler söylediğimizi düşünüyor.

- Başörtüsü konusundaki tavrınız da mahalle baskısına uğruyor mu?

Başörtülü milletvekili için 2011 seçimlerinde kampanya yürütmüştük, ama çok tutmadı. "Bürokratik oligarşi henüz aşılmadı, devletin birtakım direnç odakları var" vs. denildi. Şunu ifade edeyim ki, bizim başörtüsü konusundaki talebimiz üniformalı meslekleri de kapsayacak şekilde çok geniş ve henüz atılmış bir adım görünmüyor.

- Hidayet Şefkatli Tuksal, Başbakan Erdoğan'ın parti içinde başörtülü aday gösterileceğini söylediğinden bahsetti.

Söylemişse, geç kalmış, ama iyi yapmış.

 

‘İslamcı kuşağın iktidarı devleti muhalefet belasından kurtardı’

 

- Sizce İslami kesim AKP iktidarındaki 10 senede nasıl değişti?

İktidarın değişmesi ekonomik ve bürokratik imkânların da el değiştirmesi ve başka toplumsal kesimlere kayması demek. Bugün büyük bir toplumsal muhalefet potansiyeli olan İslamcı kuşağın ve o tabanın iktidarı kullanmış olması, devleti büyük bir muhalefet belasından korudu. Hem iktidar o tabanı dönüştürdüğü için, hem de o taban, iktidarın nimetlerinden faydalanmak adına taleplerini ya daha küçük harflerle söylediği ya da bir kısmını geri çektiği için. Sistem açısından bakıldığında avantajlı bir durum bu.

- Saydığınız hak ihlalleri İslami kesimi etkilemiyor mu?

Ben İslami kesimle ilgili konuşma yetkisini tek başına kullanma durumda değilim. Yıllarca muhalif bırakılmış, düşmanlaştırılmış ve başörtüsü gibi birtakım semboller ve yaşam tarzları nedeniyle dışlanmış kesimlerin bugün iktidarda olmuş olmalarından dolayı o sembolleri daha görünür olarak kullanmaları, sembollerin amaçlaşmasına sebep olabilir. Bu aşamada içi boşalmış semboller üzerinde ısrar etmek yerine sembollerden de vazgeçmeden hak ve adalet gibi dinin özündeki değerler konusunda daha ısrarcı olunması gerektiğini düşünüyorum. Yıllarca mağdur edilmiş insanların rövanşist bir davranışla yeni pozisyonlarını kullanmaya çalışmaları olmaması gereken, ancak anlaşılabilir bir durum. ­

Uludere ve diğer meseleler, taban tarafından, iktidarın ellerinde alınması için başlarına örülmüş siyasi oyun olarak değerlendirildi. Bir kısım "Başbakan'ı tuzağa düşürdüler" derken, bir kısım da "Memleketimizi parçalayacak insanlar var ama masum olanları bir operasyon kazasına kurban gitti" dedi. Her ihtimali değerlendirmeye layık bulmakla beraber, biz hep hak temelli baktığımız için, Uludere meselesine politik gündemin parçası olarak bakmak yerine adaletin yerine getirilmesi olarak bakmayı tercih ettik ve ısrarımız adalet ısrarından başka bir şey için değildi…

 

‘Müslüman kesim için şu an AK Parti’den başka alternatif yok’

 

- Tuksal, Sünni kültürün isyandan uzak durduğunu ve uzlaşmacı olduğunu söyledi. Türkiye’deki Sünni Müslüman kesim otoriterliğe karşı çıkar mı? 

Tunus'ta karşı çıktılar, bir politik parti veya örgütün yönlendirmediği bir halk hareketi 2-3 hafta içerisinde hükümeti alaşağı etti. Keza, Mısır'da da aynısı oldu. Toplumsal olayları tarihin bazı genellemeleri içinde yorumlamamak gerek diye düşünüyorum. Tamamına yakını Sünni olan Arap ülkelerinde yaşanan “bahar”ı, dışsal faktörleri unutmadan, ana belirleyici olarak toplumun değişim talebi olarak ele aldığımızda, Sünni-Şii davranış kodları genellemeleri ışığında izah edilmeyecek bir tablo var ortada. Aslında esas olan insanın mucizeviliğidir. Kuralları genellemeleri her zaman hayrete düşürecek sürprizler yapabilme kapasitesidir. Tamamı geleneksel toplumlar olan Sünni Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’de ve Şii Bahreyn’de hareketliliği başlatan,  geleneksel toplumların ikincilleştirdiği gençler ve kadınlardı. Hareketlere ailelerin büyükleri katılmadığı gibi siyasi önderliği de yoktu. Zamanın ruhunu yakalayamayanlar Sünni de olsa Şii de, kaybedenler safında yer tutanlardır. 

- AKP'nin Müslüman kesimi kaybetme ihtimali var mı?

Bence şu an itibariyle herhangi bir alternatif gözükmüyor. İslami kesimin beklentilerine karşılık gelecek alternatif partiler olarak Has Parti ve Saadet Partisi vardı. Has Parti kendini lağvetti.  Saadet Partisi ise şu an itibariyle çok fazla Erbakan patentli bir parti görüntüsü içinde. Rahmetli Erbakan’ın İslami kesim içinde saygınlığı tartışılmaz, ama mesele zaman ilerledikçe söylemleri yenileyebilme meselesi…

 

‘Eşcinseller bende acıma duygusu uyandırıyor’

 

- Söyleşiyi sonlandırmadan objektifi Mazlumder’e yöneltip size gelen ana eleştiriyi, eşcinsellere yönelik tavrınızı soralım. Son olarak Nefret Suçları Yasa Kampanyası Sözcüsü Cengiz Alğan, Mazlumder’in platforma eşcinseller de olduğu gerekçesiyle katılmadığını belirtti. Doğru mu?

Eşcinsellik meselesi çok tartışmalı bir konu. Kendi adıma şunu söyleyebilirim, eşcinseller bende nefret değil, acıma duygusu uyandırıyor. Biz, insanların eğer kendilerine yakıştırıyorlarsa, tabii dört duvar arasında olmak kaydıyla eşcinselliği yaşamalarının kendilerini ilgilendiren tercihleri olduğunu düşünüyoruz. Evin mahremiyeti esastır ve kim kendine neyi yakıştırıyor ise kendi özelinde onu yaşar. Eğer inanıyor ise günah veya sevap olarak, inanmıyor ise vicdan, ahlak, görenek vs. değer yargılarına göre kendini konumlar. Bizi rahatsız eden şey, eşcinselliği böyle değerlendirirken, Mazlumder’in bir yerde bulunuyor olmasını kendi görünürlüklerine ve meşruiyetlerine vesile addeden fırsatçılıktır. Bunu saygısızlık olarak kabul ediyoruz. Zaten istedikleri yerde istedikleri gibi bulunup propagandalarını yapıyorlar ve bunun için AB dahil o kadar çok güçlü destekçileri var ki. Cengiz Bey’in dediği olayda arkadaşlarımızın hangi mazeret nedeniyle katılmadıklarını bilmiyorum. 

Biz eşcinselliği normalin dışında bir durum olarak görüyoruz. Batı’da üretilen değerlerin evrensel değerlermiş gibi bütün dünyaya dayatıldığını, eşcinselliğin de bir değer olarak pazarlandığını düşünüyorum. Eşcinselliği meşru kabul eden insanlar, çokeşliliği meşru kabul etmiyorlar.

- Çok eşlilik ve eşcinsellik sizce aynı mı?

Eğer sadece rızaya dayalı bir ilişkiden bahsediyorsak, eşcinselliği de rızaya dayalı bir cinsel yaşam olarak kabul ediyor isek, çok eşlilik Batı’da kabul edilmediği için burada da edilmiyor, aşağılanıyor, ama eşcinsellik gibi gayritabii bir ilişkinin kabul edilmesi için müthiş bir lobi var. Burada değer pazarlaması yapılıyor.

- Çok eşlilik bir seçim, ama eşcinsellik bir cinsel yönelim; karşılaştırmanızda hata payı yok mu?

Rızaya dayalı bir ilişki olması bakımından benzerdir. Yani kimse kimseyi aldatmıyor, herkes neyin ne olduğunu biliyor ve kabul ediyor anlamında. Cinsel tercih ve cinsel yönelim meselesi da aslında iki ayrı konudur. Hazzın tüketildiği ve haz anlamında insanlığın sınırına gelindiğinde bir çeşni ve bir değişiklik olarak yaşanan tercih’in hiçbir savunulacak tarafı yok. Yönelim ise tamamen farklı. Bakın, Freud psikanalizin kurucusudur ve eşcinselliği bir hastalık olarak görüyordu ve tedavi edilebileceğini söylüyordu. Siz bunu bir anomali olmaktan çıkartır ve normalleştirirseniz, yaşadığı bu eşcinsel eğilim, yönelim nedeniyle rahatsız olan ve kendini değiştirmek isteyen insanların bunu değiştirmelerini, tedavi olmalarını engellemiş oluyorsunuz.

- Freud’un görüşlerinin karşısında eşcinselliğin tedavi edileceğini savunan kişilerin teorilerini dayandırdığı Spitzer, geçtiğimiz aylarda “Eşcinselliğin bir tedavisi yok, hastalık değil” dedi. Keza, Dünya Sağlık Örgütü de uzun zamandır eşcinselliği hastalık olarak kabul etmiyor. Zorla tedaviye sürüklenen insanların bundan kurtulmuş olmasında nasıl bir sorun var? 

Eşcinselliğin tedavi edilemeyen vakaları olduğu gibi tedavi edilenleri olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla siz “eşcinsellik normaldir” dediğiniz zaman tedavi olmak isteyen ve eşcinsel dürtülerden dolayı rahatsız olan kendini değiştirmek isteyen insanların değişim isteklerinin önünü kapatmış oluyorsunuz. Bu da bir başka hak ihlali olmuş oluyor. Çünkü eğer bu hal normal ise, o zaman sizin rahatsız olmanız ve değiştirmek istemeniz anormal olmuş oluyor. Bunu normal kategorisinde kabul ettiğiniz zaman niye tedavi edeceksiniz veya bunun değişmesi için neden uğraşacaksınız? Değişim isteyen insanlara kapıları kapatmış olmuyor musunuz? Dünya Sağlık Örgütü ekonomi-politik ilişkilerin dışında bir örgüt değil ki. Kolestrolün kalp hastalığı yaptığı kabulü üzerinden kurulmuş dev bir sanayi ve pazarlama sektörü yatırımlarını yeterince kâra dönüştürdükten sonra kabuller ve tedavi yöntemleri de değişmeye başladı. Kuş gribi ve domuz gribi hastalıkları ve aşıları da Sağlık Örgütü’nün hatırlayabildiğim kadar, piyasa ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyecek olan pratiklerinden. Tüm insanlık üzerinde hegemonya kurmak isteyen hakim kültür, uluslararası örgütler aracılığıyla hazzı ve kârı maksimize edecekleri bir düzen kurmak istiyor.

- Söylediklerinizden çocuğunuz eşcinsel yönelime sahip olsa onu doktora taşıyıp “düzelmesi” için canhıraş bir çabaya gireceğiniz anlamı mı çıkıyor?

Siz iyi olsun diye uğraşırsınız, olur olmaz, kendi tercihidir. Ama her şeye rağmen herhangi bir düzelme olmaz ise bundan mutlu olmam ve sıradan bir durummuş gibi karşılamam. Bakın, burada gerçekten Batı’da üretilmiş ve bütün insanlığa dayatılan normalleştirilmiş eşcinsellik olgusu var ve neredeyse bu hakim kültür ve söyleme karşı çıkmak dünyanın en büyük ayıbı gibi.

- Peki sizce Doğu’da eşcinsellik yok mu?

Olmadığını söylemiyorum, eşcinselliğin normal kabul edilmesini Batılı değer olarak söylüyorum. Eşcinsel yaşam her yerde var ve insanlık tarihi kadar eski olduğunu düşünüyorum. İslam toplumlarında da var tabii ki. Ama bunun meşru, doğru ve tabii bir seçenekmiş gibi sunulması yaklaşımı Batılı bir yaklaşımdır.

Bize hep “Siz homofobiksiniz” diyorlar. Biz de diyoruz ki; “Biz heteroseksüel ilişkiyi başlı başına yüceltmiyoruz, eğer öyle olsaydı ensest ilişkiyi de meşru kabul ederdik.” Reşit olan insanlar arasında rızaya dayalı ilişki varsa, kimin kimle ne yaptığı bizi ilgilendirmez, diyebilir misiniz eğer o ilişki evin mahremiyeti içinde kalmıyor ise. Normal kabul etmediğiniz bir cinsel yaşam eğer özel alanda yaşanıyor ise yapacağınız en fazla şey ayıp, günah, anormal vs. gibi nitelemelerde bulunmanızdır. Kısacası, siz eşcinsel olabilirsiniz, bunu kendinize yakıştırıyorsanız kime ne! Mahremiyet koşullarına uygun olarak yaşayın. Ama siz bu benim yaptığım da normal, sıradan, meşru herhangi bir şeydir derseniz; orada biz de “bizim için değil” deriz.

- “Heteroseksüel ilişkileri yüceltmediğinizi” söylerken bir gruba “Siz normal değilsiniz” diyorsunuz. Bir eşcinsel bireyin “Bence de siz normal değilsiniz” demesi sizde nasıl bir etki yaratır? 

Ama hayatın kendisi heteroseksüel ilişki üzerinden var oluyor. Yani hayat varsa,  heteroseksüel ilişki var olduğu için var. Bir şeyin normal olup olmadığı konusu o kadar müphem bir şey midir? Bakın kesin veriler üzerinden işleyen hukuk bile, bir yargıda bulunurken, en fazla kullandığı argümanlardan biri, “hayatın normal akışı içinde şu şu işler öyle olmaz o halde burada suç vardır veya kabahat vardır” der. Yani, normal, bilinmeyen bir şey değil ki. Normalin ne olduğu üzerinde kuşku oluşturmak, kusura bakmayın ama, bana biraz post-modern hezeyanlar gibi geliyor ve normalin ne olduğu üzerinde kuşku her şeyi imha eden bir etkiye sahip.  

- Bir varsayımda mı bulunuyorsunuz, çünkü heteroseksüelliğin olmadığı hayatlar da var?

Heteroseksüel olmayan hayatlar elbette var, ama hayat ancak heteroseksüel ilişki varsa var. Bu bir varsayım değil, bir realite. Eşcinsel ilişkiden bir hayat, bir çocuk olabilir mi? Bir başka konu olmakla birlikte, burada parantez içi ifadelerde bulunmak isterim. Evlat edinme yoluyla homoseksüeller de çocuk sevgisi yaşayabilirler falan deniliyor. Şimdi bir düşünün bakalım, bir homoseksüel çift bir çocuğu evlat ediniyor ve o çocuk o evde yaşanan cinsel hayatı herkesin evinde yaşanan cinsel hayat sanarak büyüyor. Günün birinde bakıyor ki normal hayat başka işliyor, ama evde başka bir hayat. Bu durumun o çocuk üzerinde yarattığı travmayı düşünebiliyor musunuz? Bu durum o çocuğun hak ihlaline maruz kalması demek değil midir? Bunu nasıl onaylayabiliriz? Bu durum diğer taraftan da eşcinselliği yayan, arttıran bir etki oluşturur. Yani neresinden bakarsanız bütün yönleri ve etkileri düşünülmeden, ezberler üzerinden yürüyen bir tartışma esasında homoseksüellik tartışması. Sadece bizde değil, Batı’da da bence çok ezberler üzerinde yürüyor tartışma. Mesela pek çok Batılı ülkede olmadığı gibi Fransa’da hâlâ eşcinsel evlilik yasal değil.

- Cinsellik sizce bir tek üremek için mi var?

Bunu demiyorum. Ama yeryüzünde hayat varsa, bunun heteroseksüel ilişki üzerinden oluştuğu bir varsayım değil, realitedir. Eğer eşcinsellik normal olsaydı, hayat oradan ürerdi. Herkes homoseksüel olsa hayat olmaz, bir kez. Bir taraftan hayatın kendisine karşı bir iş bu homoseksüellik. Şimdi bakın bunlara falan girmenin bir anlamı yok. Bunu kendi içinizde yaşayın, kendi özelinizde yaşayın kimseyi ilgilendirmez, inanıyorsanız Allah’ı, inanmıyorsanız kimseyi ilgilendirmez. Ama “eşcinsellik normal” derseniz, izin verin de biz de bunun normal olmadığını söyleme hakkına sahip olmuş olalım.

- “Eşcinseller anormal” demek hak ihlali değil mi?

Hayır. Bakın mesela esrar içiyorsunuz, eroin çekiyorsunuz; bunu kendi rızanızla yapıyorsunuz diye bizim de yaptığınız işi doğru kabul etmemizi isteyebilir misiniz? Bakın ayrıca eşcinselliğin kabulü konusunun ideolojik - politik bir tarafı da var. Sovyet sistemi çöktükten sonra, kapitalist dünya gerek ekonomi, gerek siyasi, gerek değerler açısından rakipsiz kaldı. Sosyalist değerler dünyasında eşcinsellik kapitalist sapkınlık olarak görülüyordu. Kapitalist dünya ise, aleni bir şekilde destek vermese de, eşcinselliğe karşı çıkmıyordu. O zamanlar, Batı tarafından açıkça gündeme getirilmeyen “eşcinselliği doğru kabul ediyor musun” sorusu bugün mağlupların ağzından zaferinin teyidini duyarak tadını çıkarmak amacıyla Batı tarafından hoyratça soruluyor. Eğer hayır derseniz henüz medenileşmemiş, yeterince insanlaşmamış bir canlı türü oluyorsunuz. Evet derseniz, bir taraftan zaferini sizin ağzınızdan bir kez daha duymuş ve tatmin olmuş oluyor, diğer taraftan kendi toplumunuza ve dünyaya bu değerleri taşımak için misyonerleşmeniz bekleniyor. Eşcinsellik biraz da modern oryantalizmin en değerli medenileştirici ürünü gibi kullanılıyor.   

- Önce çok eşlilik, ardından ensest ilişkileri örnek verdiniz. Şimdi de dini mümkün olduğunca kısıtlamaya çalışan Sovyetler’i eşcinsellere karşı tavrı söz konusu olunca öne sürüyorsunuz. Bu size ilginç gelmiyor mu? 

Sovyetler’in din konusundaki tutumu elbette benim de eleştirdiğim bir konu. Reel sosyalizm kaybedince kazanan taraf, ekonomik, siyasi, ahlaki tüm tezlerinin evrensel değerler olduğu küstahlığına kapılarak yeryüzü tanrılığına soyundu adeta. Eşcinselliğin, bir taraftan da ideolojik savaşta kazanan Batı’nın dayattığı bir değer olarak politik bir yanı var, onun için sosyalist sistemin çöküşü ile ilişkilendiriyorum. Anlayacağınız, sadece tıp veya insan hakları açısından değerlendirilmesi gereken bir şey değil eşcinsellik. Galibin yüzündeki zafer kahkahası mağlubun yenilgisini itirafıyla daha keyifli hale geliyor. Dünün solcularının bugün Batı’ya bu hazzı tattırmaları çok hazin bence. Kaldı ki benim açımdan, sosyalist tezlerin çok doğru tarafları da var, ben hiçbir zaman topyekûn reddetmedim.

- İlk soruya geri dönersek; Mazlumder, platformlarda yan yana gelemeyecek kadar eşcinsellerden rahatsız mı?

Biz eşcinsellerin herhangi bir yerde Mazlumder’in de olmasının getirdiği prestijden yararlanarak bizi kendilerini meşrulaştırma aracı olarak kullanmalarından rahatsız oluruz.

- Söyledikleriniz evham olabilir mi?

Bakın, biz yürüyüş yaptığımızda oraya herhangi biri destek vermek için gelmiş olabilir. Biz kimsenin kimliğine, yatak hayatına filan bakmıyoruz. Ama bir etkinliğimizin, doğru olduğuna inanmadığımız bir kimliğin toplumda meşru olarak görülmesi için fırsat yaratmak amacıyla araçsallaştırılmasından da rahatsız oluruz. Genel yaklaşımımız bu.

 

‘Mazlum duruma düşerlerse eşcinsellerin de yanında oluruz’

 

- Bu tavrınız Mazlumder’in sloganı olan “Mazluma kimliği sorulmaz” sloganıyla çelişmiyor mu?

Hayır. Biz eşcinseller mazlum duruma düşerlerse herkesten önce yanlarında oluruz. Eğer zalim konumundalarsa da karşılarında dururuz. Bu bizim için net. Ama şunu söylemek isterim; onların yaşadıkları hali normalmiş gibi kabul etmemiz için bize yapılan bu baskıyı da, bize yapılmış bir hak ihlali ve zulüm olarak görüyoruz.

- Eşcinsel bir bireyin kendisine “Normal değilsin” diyen bir derneğe haklarının savunulması için başvurması ne kadar olası? Şimdiye kadar kapınızı çalan biri oldu mu?

Bir kişi geldi, biz de hukukunu savunmuştuk. Başka haklı talepler olduğunda da bizi yanlarında göreceklerdir. Zulme uğrayan kimseyi kapımızdan çevirmedik.

- Yani toplantılarda yan yana gelmiyorsunuz ama...

Toplantılarda yan yana gelmeyiz demiyoruz ki.

- Gelir misiniz?

Hangi konseptte olduğuna bağlı, neden olmasın? Diyelim ki bir etkinlik yaptık veya bir yerde bir olayı protesto ediyoruz. Etkinliğimize bir insan olarak elbette katılabilirler.

Biz etkinliğimize katılanların yatak hayatlarını bilmek veya bu bilginin paylaşılmasından hoşnut olmak zorunda değiliz. Bu özel bir durum ve bize ne! İster namaz kılarsın, ister ateist olursun, ister başka bir dine inanırsın bize ne yani?  

- Ancak Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Starbucks işgalinde Mazlumder…

Ben o olayı detaylı olarak bilmiyorum. Bizim kaygımız araçsallaştırılmak istememe kaygısıdır. Yoksa bir masanın başında oturur, konuşuruz, gelir yemeğimizi yer veya biz onun ikramını kabul ederiz, bunlar olağan şeyler. Ama bir insanın yatakta ne yaptığını benim bilmemi istemesine karşı çıkma hakkım neden olmasın. İnsanların yatak maceralarını duymak rahatsızlık verici.

- Eşcinsellik deyince aklınıza önce yatak mı geliyor?

Kimliğini cinsel hayatı üzerinden tanımlayan biri doğal olarak cinsel yaşamı hatırlatıyor.

- Örneğin işsiz kalıyor olmaları sizin için bir problem değil mi?

Elbette problem. Sadece fuhuş sektöründe çalışmak zorunda kalmaları onlara yapılmış en büyük zulümdür. Kesinlikle çok çok önemli konuyu dile getirdiniz.

- Antikapitalist Müslümanlar grubunun bir üyesi Starbucks işgalinde olanlar hatırlatıldığında “Bu ve benzeri tepkiler ve muhafazakâr zihniyetin katıldığı bu çıkış, Sünnî Muharref algı içerisinde aşılması zor bir yargı. Erkeklik olgusunun egemen gücünden kaynaklandığını düşünüyorum” demişti.

Kendini antikapitalist diye tanımlayan bir kişinin kapitalist değerlerin pazarlamasında meccanen yer alması bence büyük çelişki. 

- Bu sizi herhangi bir muhasebeye sürüklemiyor mu?

Tekrar ediyorum, özelde yaşanan ve yaşanması gereken cinselliğin maddi ve manevi hazzı toplumun bilgisi dahiline getirilmemelidir. Cinsel yaşam insanın kendine yakıştırdığı ve kendine layık gördüğü şekilde özelde yaşanmalıdır. Kendine yakıştırıyor ise özelde kalmak koşuluyla ensest yaşar ya da eşcinsel hayat yaşar. İnanıyor ise yaptığı günahtır, ayıptır, inanmıyor ise de değildir zaten. Yaşadığını bizim bilmemizi istemeye ve normal görmemizi istemeye kimsenin hakkı yoktur.