Aralarında Antropolog Müge Tuzcuoğlu’nun da bulunduğu 19’u tutuklu, 27 kişinin yargılandığı KCK davasında bugün savunmalar yapıldı. Müge Tuzcuoğlu dahil 9 kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 18 kişinin tutuklu yargılanmasına devam edilecek. Dava 14 Aralık'a ertelendi.
evrensel.net'te yer alan habere göre; Tuzcuoğlu, savunmasında “Bu ülkede artık fikirler yargılanmamalı. Artık çocuklarımın yanına gitmek istiyorum” dedi. Ankara’daki gazetecilik yıllarından, üniversite yaşamına ve en son Diyarbakır’a gelişine, buradaki çalışmalarına değinen Tuzcuoğlu, “Bu tutuklama; elinde bir taş olan bir çocuğa, bir sosyal bilimcinin, bir polisin veya bir hukukçunun nasıl baktığıyla ilgilidir” dedi.
CHP Genel Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile sanık yakınlarının da aralarında bulunduğu çok sayıda kişinin izlediği duruşma ilk gün çok sayıda kişinin salon dışında kalması üzerine yaşanan tartışmalardan sonra bugün daha geniş bir salona alındı. Sanıkların Kürtçe savunma talepleri ise reddedildi. Duruşmaya yarın da sanıkların savunmalarıyla devam edilecek.
‘Ne dedikleri anlaşılamadı!’
Sanıkların Türkçe bildikleri ve kendilerini bu dilde savunabileceklerini söyleyen mahkeme heyeti, Kürtçe yapılan savunmaları dosyaya “ne dediği anlaşılamadı” şeklinde geçirdi. Savcı ‘kaçma şüphesi’ gerekçesiyle tutukluluk hallerinin devamını istedi. Avukatlar sanıklara yönelik suçlamaların BDP Siyaset Akademisi’ne katılmaları olduğunu, iktidar partisinin de siyaset akademileri kurduğunu ve burada verilen derslerin illegal örgüt faaliyeti olarak değerlendirilemeyeceğini belirterek beraat istedi.
‘Antropoloji insanların acılarına dokunur’
Kamuoyunda “taş atan çocuklar’ olarak bilinen TMK mağduru çocukların hayat hikayelerinin anlatıldığı ‘Ben Bir Taşım’ kitabının yazarı Antropolog Müge Tuzcuoğlu yaptığı savunmada yaşam öyküsünün kendisine öğrettiklerini anlattı.
Savunmasına, “Yazan herkesin kendine göre bir yazma gerekçesi vardır; bu gerekçeler kişiden kişiye değişir ancak daima, bireysel deneyimin en kişisel yanıyla bağlantılıdır” sözleriyle başlayan Tuzcuoğlu, “Ben insanların kendi yarattıkları dünya karşısında düştükleri çaresizliği iki farklı ortamda yaşamak durumunda kaldım. Her iki durumda da, insanları ezen mekanizmaları anlamanın, yani onları çözümlemenin ezilenlere gerçek bir destek sağladığını gördüm. Ayrıca canavarlara ışık tutmanın, onları hayatımızdan kovalamanın etkili bir yolu olduğundan hiç kuşkum yok. Çünkü antropoloji diğer insan bilimlerinden farklı olarak sorularını, metinlere değil, yaşayan insanlara sormak durumundadır. Antropolojinin karşısındakini hesaba katan, insanların acısına yakından dokunan bir bilimdir” dedi
‘Birçok kimliğim oldu’
28 yaşında olduğunu, ve bu zamana kadar birçok kimliği olduğunu söyleyen Tuzcuoğlu, “Bunlardan birçoğunu, insanlar bana verdi, pek azını da kendim kazandım. İlk kimliğim, genetik kodlamayla belirlenen kadın olmaktı. Ve akrabalarım, memleketim ile Karadenizli, Laz olmaktı. Karadenizli olmam, muhteşem bir coğrafyadan olmam sebebiyle bir kıskançlık yarattıysa da, kadın olmanın ise ne yazık ki daha ağır sonuçlarını yaşadım. Yıllar geçtikçe, kimliklerim de çoğaldı; Ankara’da büyüdüm, şehirli oldum. Okula başladım, öğrenci oldum.
Çalışmaya başladım, gazeteci oldum. Üniversiteli, sosyal bilimci, yazar, antropolog… Ama her zaman sorguladım bu kimlikleri: babamın kızı, erkek kardeşimin ablası, okulun öğrencisi, gazetenin muhabiri” dedi.
Gazetecilik yılları
5 yıl gazetecilik yaptığını hatırlatan Müge Tuzcuoğlu, “Ankara’nın en iyi semtinde otururken, yoksul mahallerindeki gecekondulara gittim. Oradaki insanları dinledim. TRT’nin ilk spikeriyle de röportaj yaptım. TRT’den atılan işçilerle de. İran Kültür Müsteşarı ile de röportaj yaptım. İranlı mültecilerle de… Fabrika patronlarını da dinledim, o fabrikanın sendikalaşıp işten atılan işçilerini de… Devlet opera, bale sanatçılarını da yazdım. Pavyonlardan ünlenen Ankaralı Namık, Ankaralı Turgut’u da… Kadın kurumlarının taleplerini de kaleme aldım. Genelevde çalışan bir kadını da… Hukuk profesörleriyle de röportaj yaptım, 80’de öldürülen oğlunun mezarına gittiği için davalık olan Ayşe anayı da… Onlarca, yüzlerce insan hikâyesi dinledim. Hayatları yazdım. Patron, müsteşar, işçi, şarkıcı, fahişe, mülteci, hukukçu olmadan önce insan olarak yazdım hepsini. Nasıl ki kendimi sorgulayıp, kimliklerim dışındaki ben ile var olmak istediysem; onların da kimliklerinin ötesindeki insan olmalarıyla ilgilendim” şeklinde konuştu.
‘Ve anlamaya çalıştım… ve tabii ki yazmaya…’
Gazetecilik yaptığı süreçte aklında üniversite okumak olmadığını söyleyen Tuzcuoğlu, “Yazmaya devam etmek istiyordum. Bir gün bir arkeoloji hocasıyla tanıştım. O da beni antropolojiyle tanıştırdı. “Sen bu bölümü okumalısın” dedi. Velhasıl, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Antropoloji bölümüne girdim. Hem çalışıp, hem okumaya devam ediyordum. Bu arada Ankara’da bir gecekonduda da oturmaya başladım. Soba yakma, çamurlu sokaklar, yaz düğünlerinin sesi, o mahalleye özgü koruma yöntemlerini yaşamadan o mahalleyi asla tanıyamayacağımı anladım. Bir gecekondunun zihninde, sürekli bir gün buradan kovulacağı göçebelik hissinin, o mahalleyi paylaşmadan anlaşılamayacağını fark ettim. Böylece hem antropoloji, hem gecekondu, hem de gazetecilik devam etti. Zamana bakmak gerek. Sizler, hukukta, an’ı, o andaki olayı sorguluyor, yargılıyor olabilirsiniz ama biz de, sosyal bilimde bütünlüklü inceleme, bakma esastır” dedi.
‘Hem sordum hem yaşadım’
“İnsan, yaptığı işte kullandığı yöntemi, kendi özel yaşamında da kullanmaya başlar zamanla. Bir matematikçi, hayatta karşılaştığı sorunlarını formüllerle kullanabilir. Bir doktor, her şeyi tedavi etmeye uğraşabilir. Ya da bir gazeteci, hayattaki her şeye “nasıl manşet yaparım” diye bakmaya başlar. Bu zamana geldiğinde bırakmalı insan, dedim ve gazeteciliği bıraktım. Gerçekleri yazmak, insanlara anlatmaya çalışmak kadar kutsal bir şey olamaz. Ama ben bunu artık akademik yöntemlerle yapmayı tercih ettim. Yani antropoloji ile” diyen Tuzcuoğlu, “Okulu bitirdim. Alan çalışmaları için insanları dinlemeye devam ettim. Onlara sorular sordum; gazetecilikten öğrendiğim üzere. Onlarla birlikte yaşadım, çalıştım, kâğıtçılarla çöpten kâğıt topladım, gecekondu yıkımlarında onlarla birlikte ağladım. Yani hem sordum, hem yaşadım” dedi.
Neden Diyarbakır?
Tuzcuoğlu savunmasına şöyle devam etti; “Gerçekleri yazmak, insanlara anlatmaya çalışmak kadar kutsal bir şey olamaz. Ama ben bunu artık akademik yöntemlerle yapmayı tercih ettim. Ve sonra Diyarbakır başladı”. “Neden Diyarbakır?” sorusuna da cevap veren Tuzcuoğlu, “Çok zor yanıtı yok bunun. Niğde de olabilirdi, Osmaniye’de, Samsun’da! Ama mutlaka yanlarına gittim, gecekondu mahallesinde öğrenciliğim üzere! Anlamak istedim burada yaşananları. Ve sonra yazmak! Buradaki şu anda bu salondaki herkes mutlaka bir yakınını kaybetmiştir. Bende yakınımdaki akrabalarımı, arkadaşlarımı kaybettim. Ölümün olduğu yerde her şey bitiyor. Ölüm olunca, söz bitiyor ve bu ölümde silah varsa hiçbir söz söylenemiyor. Ben, silahların olduğu bir yere kalemimle geldim. Kalemimle, beynimle ve kalbimde geldim. Ne oldu geldim de? 3 yılın sonuna baktığımda ne değişti? Ne yaşandı? En güçlü çalışmam çocuklarla oldu. Diyarbakır’ın çocuklarıyla. Göçertilen, yoksullaşan, kaybeden ve hepsinin sonunda kazanan, kazanmayı öğrenen ve öğreten çocuklarla. Çok yazdım onlarla ilgili, o yüzden burada anlatmayacağım ve bu şekilde, onları bu salondan uzak tutacağım. Yoksul kadınlarla çalıştım. Hiçbir geliri olmadan, onurlu bir hayat örmeye çalışan kadınlarla. Bir yandan yoksulluğa dair bir kez daha tezler üretirken, akşamki sofralarının doldurulması için de pratik olarak çalıştım. Diyarbakır sokaklarında refüjlere beraber çiçek ektik, onlar nasıl yoksullaştıklarını anlatırken. Travmatik olaylarla doluydu bu şehir. Hem dinledim, hem dokunarak ben de yaşadım. Ve bir sosyal bilimci olarak, hem toplumsal travmanın nasıl çözülebileceğine dair fikir üretirken, hem de kadınların, çocukların bir telefonuyla yanlarına koştum. Nasıl ki, o Ankara İncesu’daki gecekonduda soba yakmayı ve o evi ısıtmaya çalışmayı öğrendimse, Diyarbakır’da yaşananları, yaşayarak öğrendim. Bu öğrenmişlik üzerine birçok makale ve bir kitap yazdım; birçok panele toplantıya davet edildim” şeklinde konuştu.
Bu tutuklamanın anlamı nedir?
Gözaltına alınma ve tutuklanma sürecine değinen Tuzcuoğlu, “7 ay önce elinde, belinde silahlı insanlar tarafından gözaltına alındım. Bu tutuklama bir sosyal bilimci, bir polis veya bir hukukçunun, yoksul bir mahalleye bakarken ne gördüğü ile ilgilidir. Orası, suça meyilli bir yaşam alanı mı, yoksa sefalete sürüklenmeye direnen insanların bize karmaşık gelen yaşamları mı? Bu tutuklama; elinde bir taş olan bir çocuğa, bir sosyal bilimcinin, bir polisin veya bir hukukçunun nasıl baktığıyla ilgili. O çocuk, suç işlemeye meyilli bir eylemci mi, yoksa o anından itibaren önceki yaşamı sorgulaması, anlaşılması, çözülmesi gereken bir çocuk mu? Bir travmatik olay sonrasında gerçekleştirilen herhangi bir eylem karşısında, hukuk nerede, sosyal bilimciler nerede olmalı? Bütün sorularımın cevabının kesinlikle cezaevi olmamalı diye düşünüyorum.” dedi.
Mahkeme heyetine kamuoyu desteğini anlattı
Böyle düşünen insanların, böyle düşünen yazarlar, gazeteciler, insan hakları çocuk hakları savunucuları; çocuklarımın, kadınlarım, tanıdığım – tanımadığım onlarca yüzlerce insandan destek gördüm, bu 7 ay boyunca. Bana, sosyal bilimci, antropolog, yazar olarak sahip çıktılar. Ben bu değeri hep yaptığım çalışmalarıma yordum” diyen Tuzcuoğlu, dışarıda kendisine verilen desteği şöyle özetledi; Türkiye Yazarlar Sendikası, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye PEN, SAR, Ünivder, ÖÜD, GİT Türkiye gibi birçok urum, bu davayı takip ediyor. Meslektaşlarım, hocalarım “Müge Tuzcuoğlu’nun ve sosyal bilimlerin rahat bırakılmasını istiyor. Kitabımın yayınlandığı Evrensel Basım Yayın öncülüğünde çalışmalar yürütülüyor. Bir çalışmayı da çocuklar için Adalet takipçileri “Müge’yi tanıyoruz, vicdanımızdır” diyerek yürütüyor, binlerce imza topluyorlar. Amerika’daki Ortadoğu Çalışmaları Enstitüsü, Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazarak, “Kaygılıyız ama Müge’nin yaptıklarından değil de iktidarınızın akademi ve bilime bakışından kaygılıyız” dediler. Karaburun Bilim Kongresinde –ki sosyal bilim çalışmacıları için Türkiye’deki en önemli etkinliklerdendir- bir oturuma Müge Tuzcuoğlu ismi verildi. Ve buna benzer, bireysel ve kurumsal çok destek aldım. Yanımda olan insanlar, bu haksız davanın bitirilmesini ve özgürleşmemi, özgürleşmemizi istiyorlar.”
‘Mahkeme ne istiyor?’
“Peki mahkeme heyeti ne istiyor” diye soran Tuzcuoğlu, “BDP’nin siyaset akademisinde 4 günlük uygarlık tarihi eğitimine katıldığım için -ki bu konu zaten antropoloji eğitiminde fakültede bize okutulmuş bu bilgiden kaynaklı çağrıldım- eğitimden yargılanmamı ve cezalandırılmamı istiyor” dedi.
‘Ben ne istiyorum?’
“Ben artık ülkemde, düşünce üretti, söz söyledi, tartışmaya katıldı diye insanlar yargılanmasın istiyorum” diyen Tuzcuoğlu, “En aykırı görüşler bile sözle aktarıldığı müddetçe, şiddeti uzak tutar. Tartışalım, konuşabilelim, birbirimizi anlayabilelim istiyorum. Bu davada yargılanan insanlar, dava arkadaşlarım mahkemede ana dilde savunma vermek isteyecekleri için konuşamayacaklar. Söz söyleme, akademik bilgi üretimi ve paylaşımı çabasının suç olmaktan çıkarılarak, bu davanın düşürülmesini istiyorum. Hukuksal olarak bunu isteyebilir miyim bilmiyorum ama sosyal bilimci olarak istiyorum işte” şeklinde konuştu.
‘Çocuklarımın yanına gitmek istiyorum’
“7 aydır yaşadığım Diyarbakır cezaevi dünyadaki en ağır insan hakkı ihlallerinin yaşandığı 19 cezaevinden birisi olarak tanımlanıyor” diyen Müge Tuzcuoğlu savunmasını , “Bu cezaevinin bir gün müze olacağına inanıyorum. Ve bu süreçte, hukukçularla beraber, yaşanan tüm travmaları atlatmak için ortak çalışmalar yapmak istiyorum. Bu, şimdi yapılandan daha kolay! Ben, bu çalışma alanlarımda fikir üretmeye, alan çalışmalarıma geri dönmek istiyorum. Bu ülkenin bir genci olarak kaygısızca yazmak istiyorum. Ben memleketime gitmek, denize girmek istiyorum. Ben çocuklarımın yanına gitmek istiyorum” sözleriyle noktaladı.