Karar yazarı Yıldıray Oğur, NOW TV ekranlarında çıkan Şakir Paşa ailesinin hikayesini köşesine taşıdı. Cevat Şakir'in nasıl Halikarnas Balıkçısı olduğunu anlatan Oğur, " Genelde hikaye Cevat Şakir babasını öldürdü, Bodrum’a sürgüne gönderildi diye bilinir. Sürgün diye geldiği, adının manasıyla nam salmış, cezaevi kasabası Bodrum, onun kitapları ve gazete yazılarıyla beyaz badanalara boyandı, mavileşti ve bir turizm merkezi oldu." dedi.
Oğur, Sonradan gözden düşecek ve sürgün edildiği yerde ölen sadrazam Cevat Paşa'nın kardeşi Şakir Paşa ve ailesinin İstanbul'daki yaşamını anlattı. Şakir Paşa'nın kardeşinin gördüğü muameleden etkilenerek devletteki görevlerinden istifa ettiğini ve maddi zorluklar içerisinde Büyükada'da bir köşke taşındığını yazan Oğur, Şakir Paşa'nın oğlu Cevat Şakir'in İngiltere'den geldikten sonra neler yaşadığını ve nasıl Halikarnas Balıkçısı olduğunu şu şekilde anlattı:
"(Cevat Şakir) Daha çok Avrupa’yı geziyor, sevgilileri oluyor, dil öğreniyor ve epey para harcıyordu. 22 yaşında İtalya’da tanıştığı, ressamlara modellik yapan Aniesi adlı bir İtalyan modelle evlenmiş, Mutarra Agustina adında bir de kızları olmuştu.
Cevat, İtalyan eşini ve kızını da yanına alıp İstanbul’a geri döndü. Aile bu yaşta, bunca maddi zorluk içindeyken, işi bile olmayan Cevat’ın İtalyan bir modelle evlenip çocuk sahibi olmasından hiç hoşlanmamıştı.
Buraya kadar olan kısmı dizide anlatıldı.
Bundan sonrası biraz spoiler olabilir.
1914 yılının yazında Şakir Paşa, üç oğlu Asım, Cevat ve Suat’ı da yanına alarak memleketleri Afyon’daki mandıra çiftliklerine gitti. Uzun süredir uğramadığı çiftliğin gelir-gider durumlarına bakacak, belki kızının yaklaşan düğünü için masrafları buradan gelecek parayla karşılamaya çalışacaktı.
29 Temmuz 1914 günü gecesi Afyon’daki çiftlik evinde Şakir Paşa’yla oğlu Cevat Şakir arasında ne geçtiği hakkında ise rivayetler muhtelif.
15 Nisan 1918 tarihli temyiz kararına göre Cevat Şakir, o gün çiftlikteki birine eczaneyi sorup dışarı çıkmış ve yarım saat sonra geri dönmüştü. O gece çiftlikte olan ama uyudukları için olan biteni duymayan kardeşleri Suat ve Asım ile çiftliğin kâhyası Hacı Muhiddin ise ilaçla uyutulmuş gibi hissettiklerini söylemişlerdi. Evraka göre Şakir Paşa’nın sürekli odasında olan köpeğine ise o gece zehir içirilmişti.
Ama temyizde de sonuç değişmedi. 24 yaşındaki Cevat Şakir silahla babasını öldürmekten 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı.
Peki, Cevat Şakir neden babasını öldürmüştü?
Kimilerine göre sebep paraydı. Aralarında Cevat Şakir’in müsrifliğinden ya da imzasını taklit ederek zimmetine para geçirmesinden dolayı bir tartışma çıkmış, sonunda silahlar konuşmuştu.
Daha korkunç teze göre, Şakir Paşa, Cevat Şakir’in İtalyan eşine ilgi duymuş, tecavüz etmiş, bunu öğrenen Cevat da babasını öldürmüştü. Cevat Şakir’in hayatının anlatıldığı 1994 yapımı Mavi Sürgün filmi bu tezi işlemişti.
Ama Cevat Şakir, anılarını yazdığı Mavi Sürgün’de o geceden hiç bahsetmedi. Anılar tahliye olup döndüğü İstanbul’dan başlıyordu.
Cevat Şakir ise 6.5 yıl hapis yattıktan sonra 1921 yılında ağırlaşan veremi nedeniyle çıkarılan bir afla bir o kadar daha cezası varken tahliye edildi. İstanbul’a annesinin yanına geldi. Onun hapis yattığı yıllarda Birinci Dünya Savaşı olmuş, bitmiş, döndüğü İstanbul da artık işgal altında bir şehirdi.
Tarihçi Feza Kürkçüoğlu’nun bir hurdacıda bulduğu Cevat Şakir’e ait mahkemenin temyiz kararının üzerinde iki vize dikkat çekiyor. Bu vizelere göre, Cevat Şakir hapisten çıktıktan sonra İstanbul’da çok fazla kalmamış, önce Yunanistan’a, ardından İspanya’ya gitmiş. İspanya’da Pilar adlı bir İspanyol bir kadınla aşk yaşamış, hatta ondan bir erkek çocuğu olmuştu. Bu çocuk da 1936-39 İspanyol İç Savaşı sırasında hayatını kaybetmişti.
Cevat Şakir, hızlı Avrupa macerasından sonra yeniden İstanbul’a döndüğünde artık bambaşka biri olmuştu.
Annesinin isteğiyle dayısının kızı Hamdiye Hanım’la evlenmiş, Sina adında bir oğlu olmuştu. Üsküdar’da oturuyor ve annesi ile kız kardeşi Ayşe’nin müntesibi oldukları Kenan Rifai’nin sohbetlerine devam ediyordu
Sedat Simavi’nin Diken dergisinde çalışıyordu. Derginin kapaklarını o hazırlamaktaydı. O kapaklardan birine bir gün, Millî Mücadele’ye karşı yazılar yazan Ali Kemal’e hakaret eden bir karikatür koyduğunda, İngiliz işgal kuvvetlerinden iki subay dergiyi basmış, gözaltına alınmaktan son anda kurtulmuştu.
Bu arada ordu İzmir’i işgalden kurtarmış, İstiklal Harbi kazanılmış, Ankara’da yeni bir Cumhuriyet kurulmuştu. İstanbul’da kurulan Cumhuriyet gazetesine ortak ve başyazar olmak için Ankara’daki Matbuat Umum Müdürlüğü’nden ayrılarak İstanbul’a gelen Mehmet Zekeriya Bey (Sertel), Cumhuriyet’ten bir süre sonra ayrılmış ve Resimli Ay adında bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Hürriyet ve demokrasi şiarını benimsemiş derginin sloganı Abraham Lincoln’un o meşhur sözüydü: Halkın, halk için, halk tarafından idaresi...
Ama bu mücadele için zor zamanlardı. Dergi, Millî Mücadele’yi bütün halkın kazandığını vurgulayan yayınlar yapıyor ve bir meçhul asker anıtı dikilmesini savunuyordu.
Cevap, Atatürk’ün yaveri Kılıç Ali’den gelmişti. Kılıç Ali 'Meçhul asker anıtını öne sürmek, Başkomutana nankörlüktür' diyerek sert bir cevap kaleme almıştı.
Bu zor zamanlarda Cevat Şakir, Sedat Simavi’nin referansıyla 1924 yılından itibaren Zekeriya Sertel’in Resimli Ay’ında yazmaya başladı
İşte esas dizi için tehlike kısım şimdi başlıyor.
Kısa bir süre sonra Şeyh Said İsyanı patlak verdi. 4 Mart 1925’de de isyan gerekçesiyle Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Artık sessizlik vaktiydi. Her türlü eleştiri ve yayın, isyana teşvik suçuna sokulabiliyordu.
Bu şartlar altında 13 Nisan 1925 günü çıkan Resimli Ay’da, Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan mahlasıyla bir hikâyesi yayınlandı. 'Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler?' adlı hikâye yayınlamadan önce Cevat Şakir, Zekeriya Sertel’le endişesini paylaşmıştı ama Sertel, olayın isyanla bir alakası olmadığını söyleyerek yazıyı basmıştı. Yazıda Cevat Şakir, hapisteyken tanıdığı asker kaçağı oldukları için idam edilen dört erin son gecesini anlatıyordu
Dergi yayınlandıktan sonra korktukları başlarına geldi. Cevat Şakir ve Zekeriya Sertel gözaltına alındılar. Ankara’ya götürülmek üzere getirildikleri tren istasyonunda karşılaştılar.
Cevat Şakir’in daha büyük korkusu vardı. Ankara’daki İstiklal Mahkemesi’nin başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya), Afyon’da babasını vurduğu olay sırasında oranın Jandarma Komutanı’ydı. Olayı yakından biliyordu. Ya kendisini hatırlarsa ve ya cinayetle ilgili sorular sorarsa?
Ankara’ya vardılar. Polis Müdürlüğü’nün bodrum katında karanlık, rutubetli oturacak yer bile olmayan bir odaya kapatıldılar. Polis Müdürü, Zekeriya Bey’in Ankara’dan ahbabıydı. Ama o gün işe bile gelmemişti. Çağırtıp, yatmak için döşek istediği milletvekili arkadaşıyla ise ancak pencereden konuşabilmişti. Ama arkadaşı da bir daha oraya uğramamıştı. Herkesin bu kadar korkmasından endişeye kapılmaya başlamışlardı. Ertesi gün, vekil arkadaşı geldi. Haberler kötüydü. Önceki akşam durumu öğrenir öğrenmez, İstiklal Mahkemesi heyetini yemeğe çağırmıştı. Ve verilecek cezayı öğrenmişti:
'Seni asacaklar kardeşim.'
Zekeriya Bey, kötü haberi Cevat Şakir’e söyleyemedi. Ertesi gün mahkemenin huzuruna çıkarıldılar
Mahkemenin esas savcısı olan Reşit Galip, Zekeriya Bey’in arkadaşıydı, o da duruşmaya gelmemişti. İlk olarak Zekeriya Sertel sorguya çekildi. Ardından Kel Ali, Cevat Şakir’i ayağa kaldırdı. Korktuğu başına gelmişti. Kel Ali onu tanımıştı.
Cevat Şakir için her şeyin bittiği andı bu. Fakat Afyon’daki mahkemelerde de arkasında duran bir el yine ona uzandı. Annesi, dayısı Nedim’i Ankara’ya yollamıştı. Nedim, Trablusgarp Cephesi’nden Kılıç Ali’nin silah arkadaşıydı.
Kılıç Ali’yle görüştü, durumu anlattı. Kılıç Ali daha sonra kız kardeşi Hakiye Hanım’ın kızı ve Türkiye’nin en önemli seramik sanatçısı olacak Füreya (Koral) ile evlenecekti.
Ve beş gün sonra tekrar mahkemenin önüne çıktılar. Cevat Şakir çok kötümserdi. 'Bu adam beni Afyon’da öldüremedi, kesin burada idam isteyecek' diyordu. Suçlama okundu: 'Memlekette isyan varken, askeri isyana teşvik etmek.' Savunma için birkaç kırık cümle kurabildiler. Ve karar açıklandı:
'Ceza Kanunu’nun falan ve filan maddeleri gereğince', der demez, biz arkasından idam kelimesinin gelmesini bekliyorduk. Fakat hayır... Hüküm üç sene kalebentlikti. Birden bire kurtulmuş gibi sevindik. Benim sürgün yerim Sinop, Cevat’ınki ise Bodrum idi. Üç yıl buralarda sürgün hayatı yaşayacaktık... Dönüp başkana sordum:
-Sürgünü şehirde serbest olarak mı, yoksa kalede kapalı olarak mı geçireceğiz.
-Şehirde serbest olacaksınız'
Fakat Cevat Şakir’in bu sevincinin sebebi Bodrum’a sürgün edilmesi değildi. Sinop’a varan Zekeriya Sertel’in şehirde serbest dolaştığı haberini alınca sevinmişti. Kendisi için de aynı durum geçerli olacaktı demekti bu. Ama Bodrum adı gözünü korkutuyordu:
'Bodrum’un adı fenaydı. Eskiden beri Bodrum Kalesi’nden bir zindanmış gibi bahsedilirdi. Zaten Bodrum Kalesi şehri saran bir duvar değil bir kaleydi, belki de sipsivri bir kuleden ibaretti. Bodrum sözü insana bir yapının karanlık alt katı manasını veriyordu. Belki de kalenin zindanıydı. Sultan Hamit zamanında tehlikeli siyasi mahkûmlar oraya kapatılırmış... Velhasıl Cebeciler’de Bodrum ve Bodrum Kalesi’nin ne biçim bir yer olduğunu bilen yoktu. Zaten herkes beni sürgün sayıyordu.'
O tarihlerde Ankara’dan Bodrum’a gitmek için önce trenle İzmir’e gitmek, ardından otobüsle Muğla’ya gitmek gerekiyordu. Bunun tahmini 10 günden fazla sürmemesi gerekiyordu. Ama onun yolculuğu 3.5 ay sürdü. Yolluk eksik çıkınca yollarda kaldı, yeraltı otellerinde günlerce bekledi, hatta bindiği tren, devletin mallarına el koyduğunu söyleyen biri tarafından intikam için soyuldu.
Yola bir süre atla devam ettikten sonra Cevat Şakir’in at üstünde hem midesi ağzına gelmişti hem de at için üzülmüştü. Jandarmalara yürümek istediğini söyledi. Milas’tan Bodrum’a kadar uzun bacaklarıyla yürüdü. Bodrum’a yaklaştıklarında jandarmalar, “şehre at üstünde girmek lazım” diyerek zor bela tekrar onu ata bindirdiler. Bodrum’a vardıklarında müjdeyi kaymakam verdi: “Bodrum içinde serbestsiniz.” Bir ev tuttu. Deniz kenarındaydı. Kirası 25 kuruştu. Kirayı cebinden çıkarıp vermişti. Ev sahibinden evin anahtarlarını aldı. İçeri girdi. Sokak kapısını kapattı, avludan denize açılan kapıyı açtı
Cevat Şakir, 1926’da cezasının yarısını çekmek için döndüğü İstanbul’dan 1928’de bu kez kendi rızasıyla, yanına da bütün parasını yatırdığı tarım, balıkçılık kitaplarını alarak Bodrum’a geri döndü. 1947’ye kadar Bodrum’da yaşadı. Soyadı kanunuyla Kabaağaçlı soyadını aldı ama hem kendi adının ağırlığından kurtulmak, hem de Bodrum’u adından kurtarmak için Halikarnas Balıkçısı adıyla yazdı.
Çocuklarının eğitimi için 1947’de taşındığı İzmir’de de gazetecilik ve rehberlik yaparak Türkiye’yi Ege’yle, İyon medeniyetiyle ve denizle tanıştırdı. Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakı dışında bir şey almadan çıkılan, radyo dinlemenin, gazete okumanın yasak olduğu uzun Mavi Yolculukları o başlattı.
Paşa babasını öldürmüş bir katil evlat, askerden kaçtıkları için idam edilen erlerin hüzünlü hikâyesini yazdığı için cezalandırılmış bir yazar, defalarca evlenmiş, çocukları olmuş, debdebeli bir hayat yaşamış bir hovarda, varlıklı bir ailenin terkedilmiş yoksul evladı, Oxford’da okumuş, altı dil bilen bir entelektüel, Fatih’te bir tekkenin zikir halkalarına katılmış bir mürit...
Sürgün diye geldiği, adının manasıyla nam salmış, cezaevi kasabası Bodrum, onun kitapları ve gazete yazılarıyla beyaz badanalara boyandı, mavileşti ve bir turizm merkezi oldu.
Genelde hikaye Cevat Şakir babasını öldürdü, Bodrum’a sürgüne gönderildi diye bilinir.
Ama işin doğrusu Bodrum bugünkü şöhretini Takrir- Sükun kanununa, İstiklal Mahkemeleri’ne, Türkiye’nin düşünen insanlarına ettiği geleneksel zulümlere borçlu.
Şakir Paşa Ailesi dizisinin finaline de bir Mavi Yolculuk yakışır.
Ama bunu yine de her şeyi televizyonlarda anlatıp insanların tadını kaçırmanın kime ne faydası var!"