Karar yazarı Mensur Akgün, Ebru Gündeş ve kızıyla gittiği tatilde ABD'de Miami Havalimanı'nda gözaltına alındıktan sonra, 'kara para aklama', 'dolandırıcılık' ve 'İran'a uygulanan yaptırımları delme' suçlamaları ile çıkarıldığı mahkemede tutuklanan Reza Zarrab ile eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan arasında olduğu öne sürülen para trafiğini Savcı Preet Bharara tarafından soruşturmaya dahil edilmesiyle ilgili olarak, "ABD'deki Zarrab davası Türkiye'yi köklü bir şekilde etkileyebilir" dedi.
Mensur Akgün'ün, "Gerçekçi olsak daha iyi olmaz mı?" başlığıyla yayımlanan (27 Mayıs 2016) yazısı şöyle:
"Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dünya İnsani Zirvesi’nin kapanışı sırasında söyledikleri dışarıda eleştiriye, içeride övgüye neden oldu. Dışarıdan bakanlar Erdoğan’ın vize serbestisi ile mülteci meselesi arasındaki dengenin bozulması halinde Türkiye’nin üstüne düşenleri yerine getirmeyeceğine ilişkin uyarısını blöf ya da tehdit olarak adlandırırken, içeriden bakanlar Türkiye’nin AB ile olan tüm bağlarını kopartabileceğini, hatta kopartması gerektiğini vurguladılar.
Dışarıdan gelen eleştirilerin ne kadar gerçekçi olduğunu bilmiyoruz. Ama Türkiye’den gelen destek açıklamaları ve yazıları hiç gerçekçi değil. Bence siyasilerimizin de bakanlarımızın da kanaat önderlerinin de toptancı açıklamalardan, yazılardan, konuşmalardan kaçınmaları gerekiyor. İktidar bloğu AB ile üstünde mutabakata varılan ve hakkında yol haritası hazırlanan Geri Kabul Anlaşması’nın hükümlerinden şu veya bu nedenle pişmanlık duyuyor olsa bile bunun çözümü AB ile olan tüm ilişkileri yok etmekten geçmiyor.
***
Amaç AB ile daha sıkı bir pazarlık, yerine getirmedikleri yükümlülükleri hatırlatmaksa, bunu toplu intihar tehdidi dışındaki yöntemlerle de yapabiliriz. Unutmayalım ki, Türkiye ekonomik olarak da siyasi olarak da Avrupa sisteminin parçasıdır. İhracatının yaklaşık yarısını AB ülkelerine yapmakta, güvenliğini Avrupa merkezli kurumlar aracılığıyla sağlamaktadır. NATO’nun, AGİT’in üyesidir. Bazı yazarların ukalalık olarak gördükleri açıklamaların dayanağı olan normlar, Türkiye’nin de katkısıyla üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi tarafından yaratılmıştır.
Batı ile ipleri kopartmak, Şeyh Edebali’nin yüzyıllar öncesinin dünyasına uygun sözlerine atıfta bulunmak, günümüz Türkiye’sinin çıkarlarını korumasına, refahını artırmasına, acıdır ama toprak bütünlüğünü sürdürmesine yardımcı olmaz. Bizim Batı’dan kopmaya değil Batı’ya daha fazla yakınlaşmaya, aramızdaki sorunları çözmeye, her iki tarafta da var olan önyargıları yıkmaya ihtiyacımız var. Türkiye daha güçlü, daha müreffeh, daha demokratik ve insan haklarına daha saygılı olmak, yani insanlarının insan gibi yaşamasını sağlamak için Batı bloğu içinde yer almak zorundadır.
Zaten başka bir alternatifi de yoktur Aidiyet üstünden alternatif bulma çabaları 1990’lı yılların sonunda Türk dünyasının aslında var olmadığının keşfiyle, Arap Baharı sonrasında da dini dayanışma odaklı politikanın açıkça iflasıyla fiilen sona ermiştir. Mezhep ve etnik farklılıklar, Selefilik ve Vahabilik gibi yorumların dayattığı sorunlar, dini aidiyet üstünden kurulabilecek her türlü dayanışma olasılığını ortadan kaldırmıştır. Suudi Arabistan’ın İsrail’den değil İran’dan korktuğu bir dünyada dini aidiyet üstünden siyasi ortaklık kurmak imkansızıdır.
Müslümanlık ve Türklük üstünden ortaklık ya da ittifak ancak jeopolitik, yani dünyevi çıkarlar örtüştüğünde mümkündür. Panislamizm de Pantürkizm de siyasette alternatif olmaktan çıkmıştır. Benzer şeyleri Batı bloğuna güç anlamında alternatif olabilecek Rusya ile ilişkiler için de söylemek mümkündür. Biz çok istesek bile Rusya ile yakınlaşmamız, diyelim ki Şangay İşbirliği Örgütü’nün parçası haline gelmemiz çok ciddi fedakarlıklarda bulunmadığımız takdirde mümkün görünmemektedir.
Ayrıca Türkiye gibi bir ülkenin saf değiştirmesi, bedeli ödenmeden sağlanacak bir şey değildir. Gümrük Birliği’nden çıkarsak mallarımızı nereye satacağımızı, NATO şemsiyesinden çıkarsak güvenliğimizi nasıl sağlayacağımızı düşünmemiz şarttır. PYD’nin IŞİD’e karşı çözüm ortağı olmasını, pek çok yerde “diplomatik” temsilcilik açmasını şu an önleyemezken sistem dışına çıktığımızda nasıl engelleriz? Kürt sorununu kontrol altında tutmamız, PKK’nın silahlı güçlerini Türkiye’den çekmesini sağlamamız mümkün olur mu? Kıbrıslı Türklerin hakkını koruyabilir miyiz? İnsani yardım zirveleri düzenleyebilir miyiz?
Tüm bu ve benzeri nedenlerden ötürü siyasetiyle, basınıyla, üniversitesiyle hepimizin ayaklarının yere basması elzemdir. Amerika’daki Zarrab davasının dallanıp budaklandığı bir dönemde Ankara daha da yaratıcı olmak zorundadır. Bu tür davaların hiç beklenmedik sonuçlar doğurabileceği, o sonuçların da Türkiye’yi köklü bir şekilde etkileyebileceği göz ardı edilmemelidir. Kaldı ki tartışmaya konu olan 18 Mart uzlaşması da daha önce yazdığım gibi bulunabilecek en optimum çözümdür. Türkiye bu çözümü öldürmek değil işletmek için çalışmalıdır…"