Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Dr. Selda Tuncer’in doktora tezi, “Türkiye’de Kadın ve Kamusal Mekan: Toplumsal Cinsiyet, Modernleşme ve Kent Deneyimi” (Women and Public Space In Turkey: Gender, Modernity and the Urban Experience) başlığıyla I.B. Taurus tarafından kitap olarak basıldı. Tuncer, "Kadın devlet söyleminde hala erkeğe bağlı olarak tanımlanıyor, buna göre ait olduğu yer de ev ve aile. Dolayısıyla evden çıktığı anda 'endişe merkezi' oluyor" dedi.
"Şu an kadınların anlattıklarını düşündüğümde bugün biz kadınlar kamusal mekanlarda korkunç bir baskı ve müdahaleyle karşı karşıyayız" diyen Tuncer, çok da iyiye giden bir şey olmadığını ifade etti.
"Sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ya da Güney Asya’da hayata geçirilen ulus devlet projelerinde kadının vatandaşlığı noktasında cinselliği devreye girer, bunun kontrol altında tutulması ve ulusal ideolojiye uyarlanması gerekir" diye konuşan Tuncer, muhafazakar ideolojilerde kadının kamusallığının çok daha sert ve baskıcı olduğundan bahsetti.
Gazete Duvar'dan Burcu Karakaş'ın sorularını yanıtlayan Tuncer'in açıklamaları şöyle:
Araştırmanız, 1950-1980 yılları arasında kadınların kamusal hayatı Ankara’da nasıl deneyimlediğine odaklanıyor. Bu dönemi seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Bir mekan bulup oradan kadınların kamusalla ilişkisine bakmak istiyordum. Ankara çalışmalarına bakmaya başladım. 1950-80 döneminde büyük bir boşluk olduğunu gördüm. 1950’lerden itibaren Ankara’ya dair doğru dürüst gündelik hayat, kent çalışması yoktu. İlk derdim, belirli bir kamusal mekan seçip onu tarihsel olarak takip etmek ve bu bağlamda kadınların deneyimine bakmaktı ama Türkiye’de öyle bir mekan bulmak çok zor çünkü yaşadığımız şehirlerde geçmişe dair bir koruma kültürümüz yok. Hele Ankara’da ideolojik, ekonomik ya da kısa vadeli şehir planlama kararları sonucunda, kadınların kamusal mekanla ilişkisini incelemek için tarihsel olarak takip edeceğim istediğim gibi bir yer bulamadım. Bunun üzerine farklı kuşaktan kadınları takip etmeye karar verdim; onların deneyimleri aracılığıyla 1950-80 dönemi Ankara’sında kamusal mekanların toplumsal cinsiyete bağlı olarak nasıl şekillendiğini ve deneyimlendiği inceledim.
Çalışma kapsamında görüşeceğiniz kadınları bulurken “kartopu” yönetiminin işleyeceğini düşünmüşsünüz ama olmamış. Kadınları bulmak ve konuşturmak konusunda zorluk çektiniz mi?
“Yaşlı kadınlar çok konuşmak ister” demişlerdi ama hiç de öyle olmadı. Bu da bence kadınlar olarak kamusal ile ilişkimizin çok gerilimli ve sıkıntılı olmasından kaynaklanıyor. Kadınlar bu konuda hep bir yasakla ya da kısıtlamayla bağlantılı konuştu, kimi zaman ağır hikâyeleri vardı. Araştırmaya başlarken asıl merak ettiğim, kadınların evden dışarıya nasıl çıktıklarıydı. Kamusal mekanla ilişkiyi buradan başlatırsanız, bu bir mücadele sorusu haline geliyor. O yüzden, dışarıyla ilgili deneyim kamusal olduğu kadar özel hayata giriyor. Bir kadının dışarıya nasıl çıktığını ve hangi kamusal mekanları kullandığını anlatmak için önce annesiyle, babasıyla ya da eşiyle ilişkisini size anlatması gerek. Çünkü çoğu zaman dışarı çıkmak için izin alması ya da evde birilerini ikna etmesi gerek. Aile içi konuları tanımadıkları bir yabancıya anlatmaya çekiniyorlardı. Başlarken bu kadar zor olacağını ben de beklemiyordum.
Hikâyelerini anlatan kadınların kişisel sorgulamaya girdiğini gözlemlediniz mi? Örneğin, Türkiye’deki modernleşme projesinin önemli bir öznesi olduklarına dair fikre daha önce kapılmışlar mı?
Özellikle ilk kuşakta kadınlar genelde babaları sayesinde okumuş ve hatta kimi zaman iş sahibi bile olmuşlar. O dönemde kadınlar kız enstitüleri ya da akşam sanat okullarında okutulurken işe girmeleri çok desteklenmiyordu. Bu kuşaktan kadınlar modernleşme süreciyle birlikte okuduklarının gayet farkındalardı ve babalarının bu konudaki olumlu etkilerini sıklıkla dile getiriyorlardı; bu yüzden de Cumhuriyet’i çok sahipleniyorlardı. Eşleri de genelde eğitimli ve devlet kurumlarında çalışan erkekler. Yani evlilik, modern hayatı sürdürme konusunda önemli bir aşama. Bir yandan bir genişleme alanı var çünkü evden çıkıp eğitim hayatına katılıyorlar ve evlenince de eşleriyle birlikte o dönemin yeni gelişen modern kamusal hayatına katılıyorlar. Diğer yandan ise sürekli aile içinde kısıtlamalardan bahsediyorlardı. “Eşim etek boyuma bile karışırdı” diye anlatıyor. Üst üste böyle örnek anlattığını fark edince, “Düşünüyorum da aslında sıkılarmış, hep yanımda ağabeyimi göndermişler” diye kendi kendine düşündükleri oldu. Kamusal hayata katılımları artsa da, özel alanda hala kısıtlayıcı pratikler ve kurallarla baş etmeleri gerekiyordu.
***
Diğer yandan, kitaptaki anlatılardan, kadının kamusal alana katılımının ev içindeki yükümlülükleri paylaşma konusunda olumlu yönde çok fazla etkisi olmadığını da görüyoruz.
Evet, bu çok anlaşılır. İkinci kuşaktaki kadınlara baktığınızda babalar, “Kızım üniversite okusun, iyi iş sahibi olsun, eşine muhtaç olmasın” diyor. Annelerin ise kız enstitüleri ya da akşam sanat okullarından aldıkları bütün eğitim iyi bir eş ve anne olmak üzerine. Bu kadın kızına ne aktaracak? Bu yüzden, “Benim kızım okusun etsin ama evini de çekip çevirmeyi bilsin” düşüncesi ağır basıyor annelerde. Üniversite, sonra iş hayatı derken kızların ev ve çocuk bakımıyla ilgili işleri öğrenemeyeceği endişesi var. Bunlar şüphesiz kadınlığı oluşturan en temel roller ve hem geleneksel hem modern normlar bu konuda uzlaşı içinde. Burada benim incelediğim konu açısından önemli nokta, bu ev işlerinin anne ve kızlar arasında bir pazarlık aracına dönüşmesi. İkinci kuşak kadınlar dışarı çıkıp arkadaşlarıyla buluşmak, sinemaya gitmek gibi günlük kamusal faaliyetler için annelerinden izinleri böyle alıyorlar. Anne, “Dışarı mı gitmek istiyorsun? Evi temizle, öyle git” diyor mesela. Pazarlık oradan kuruluyor.
***
"Makbul kadın olmanın yükümlülükleri var"
Kadınların özelden kamusala çıkışı konusunda, kamusal alanlar için “erkekler tarafından tasarlanmış, erkeklerin yararı için” ifadesi kullanılıyor. “Fayda” kısmını biraz açabilir misiniz?
Erkekler tarafından dizayn edilmiş ama erkeklerin çıkarları için bir kamusal alan kuruluyor. Bu kurguda devletin tahayyülünde vatandaş ilk aşamada erkek, kadın ona uyarlanıyor. Bu anlamda şu önemli bir soru: kadınlar, bugüne dek erkeklerin bulunduğu kamusal alana nasıl dahil edilecekler? Kadınların kamusal mekâna girişleri bir mevzu bu yüzden. O dönemin Cumhuriyetçi erkekleri özellikle yanlarında modern kadın istiyor. Ama aynı zamanda ahlaklı, yani “makbul kadın” olmanın da yükümlülükleri var. Modern olacak, açık giyinecek ama asla çok fazla değil. Yeni kurulmuş kamusal mekanlarda erkeklerle birlikte oturmasını kalkmasını, konuşmasını ya da dans etmesini bilecek. Erkekler de kamusalda modern kadınlarla ne yapacaklarını o kadar bilmiyorlar bence. Çok istekliler ama korku da var. Kadın ile erkeğin kamusala alanda yan yana gelmesinin ilk kez deneyimlendiği bir dönem. Burada işte kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal mesafenin ayarlanması mühim. Mesafenin ayarlanmasında asıl sorumluluk kadına düşüyor, dolayısıyla sınır aşılırsa bunun sorumlusu da kadın.
Kitapta “namus” ifadesi geçmiyor ama aslında bütün meselenin oraya bağlandığını söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle öyle. Kadın cinselliğiyle kamusalda ne yapılacak? Bütün hikâye bununla ilgili aslında. Erkekler tarafından tasarlanması demem de biraz o yüzden. Kadınların dışarda nasıl giyindiği, nasıl yürüdüğü, kiminle konuştuğu bununla ilgili. İlk kuşak kadınlar evde hep bu tür uyarılar almış ve kadının namusunu koruması gerektiği öğretilmiş. “Tabii çok korkuyorduk” dediler mesela, kızlarının erkek arkadaşlarını sorduğumda… İkinci kuşak, bunları olduğu gibi kabul etmiyor, Sorguluyor ve gerektiğinde karşı çıkıyor. Örneğin dışarı çıkarken etek için de kavga ediyor, makyaj için de… İlk kuşak bu anlamda bir müzakere ve mücadele çok bilmiyordu. Bu tür sorular sorduğumda çoğu zaman “Aklımıza böyle şey gelmezdi” dediler. Yani bu konuda şikâyetleri olsa bile asla bunları bir temelden sorgulama ya da karşı çıkış yok. Oysaki ikinci kuşakta bu tümden değişiyor, bunu kadınların anlatılarında açıkça görmek mümkün. Örneğin bir kadın, “Her şeyin bedeli vardı ve biz bunu ödedik” demişti
Dünden bugüne baktığınızda, Türkiye’de kamusal alana çıkan kadına bakış konusunda ne gibi değişiklikler söz konusu?
Bugünden geçmişe bakmak genelde zordur çünkü hep bir nostalji içeriyor. Şu an kadınların anlattıklarını düşündüğümde bugün biz kadınlar kamusal mekanlarda korkunç bir baskı ve müdahaleyle karşı karşıyayız. Çok da iyiye giden bir şey yok, eskiyi güzellemek çok kolay ve anlaşılır. Her ulus devlet projesi belli bir ataerkil cinsiyet ideolojisi ile iç içe geçmiştir. Kadının vatandaşlığı asla erkeğinki gibi tasarlanmaz. Sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ya da Güney Asya’da hayata geçirilen ulus devlet projelerinde kadının vatandaşlığı noktasında cinselliği devreye girer, bunun kontrol altında tutulması ve ulusal ideolojiye uyarlanması gerekir. Kadın devlet söyleminde hala erkeğe bağlı olarak tanımlanıyor, buna göre ait olduğu yer de ev ve aile. Dolayısıyla evden çıktığı anda “endişe merkezi” oluyor. Ait olduğu özel alanı bırakarak dışarı çıktığı için kamusal mekanlarda kontrol altına alınması ihtiyacı duyuluyor bu endişenin sonucunda. Muhafazakar ideolojilerde kadının kamusallığı çok daha sert ve baskıcı. Şu an bunu zaten deneyimliyoruz. Kadınlara özel parklar, otobüsler istenmesi ya da kadınların kıyafetine, makyajına veya hamile olarak dışarı çıkmasına verilen tepkiler… Toplumsal olarak yeni bir endişe figürünün yaratıldığını söylemek mümkün: Seküler, modern görünümlü, açık giyimli kadın. Bu kadınlar çoğunlukla eğitimli ve iş sahibi. Kadınları asıl ürküten saldıran adamın yaptığı değil, saldırının olduğu ortamdaki sessizlik. Kimsenin ses çıkarmaması, tepki vermemesi. Sokaktaki herhangi bir erkek, kıyafetini ya da davranışını beğenmediği bir kadına müdahale etme hakkını görüyor kendinde ve o sessiz kalabalıktan da güç alıyor. Özel alan kamusalın aleyhine baskıcı ve engelleyici yönüyle sokağa taşıyor. “Onu giyme” diyen babanın ya da amcanın yanına bir de sokaktaki erkek ekleniyor.