Damla UĞANTAŞ
2016 yılında Güneydoğu’da yürütülen operasyonlara karşı yayımlanan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı akademisyen bildirisinin imzacıları arasında yer alan Prof. Dr. Zübeyde Füsun Üstel, 1 yıl 3 ay hapis cezasının İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi’nce onaylanarak kesinleşmesinin ardından cezaevine girmeden önceki son dersini verdi. 'Mahkûm Vatandaşın Peşinde' başlıklı derste Üstel, "Dayanışmayla çoğalacağız” mesajı verdi. Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu da, akademisyenlere verilen hapis cezalarının Anayasa Mahkemesi'nce bozulması gerektiğini dile getirdi.
Üstel için İstanbul Tabip Odası’nda düzenlenen etkinliğe, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için yargılamaları devam eden akademisyenler, öğrenciler, STK temsilcileri, CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu, KHK ile üniversiteden atılan Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu, HDP milletvekilleri Hüda Kaya, Garo Paylan, Saruhan Oluç, Gülistan Kılıç Koçyiğit ile Züleyha Gülüm katıldı.
Prof. Üstel: Dayanışmayla çoğalacağız
Füsun Üstel “Makbul Vatandaşın Peşinde” adlı kitabına atıfla Mahkûm Vatandaşın Peşinde” başlıklı ders anlatımına “Bu dayanışma benim için çok önemli. Hepinize çok teşekkür ederim. Dayanışmayla çoğalacağız” diyerek başladı. Üstel, dersinde Meşrutiyet döneminden bu yana “Devletin makbûl vatandaşı, yani devletin istediği vatandaşı nasıl kurguladığı ve bunu zaman içinde nasıl inşa ettiğini” anlattı.
Meşrutiyet döneminden farklı olarak cumhuriyet döneminde “ideal vatandaşın” ırk temelince tanımlandığına vurgu yapan Üstel, sunumunda 1985 ve sonrası döneme ağırlık verdi.
1985 sonrası 12 Eylül darbesinin etkisiyle, vatandaşın ‘makbul’ olanının Türk ve Müslüman olarak tanımlandığını ve organik ulus anlayışının hakim olduğunu belirten Üstel dönemin vatandaşlık bilgisi kitaplarında “Aynı din ve milletten olmak bir toplumu sağlıklı kılar” gibi ifadelerin bulunduğunu aktardı.
“Cumhuriyet bir başarıdır”dan, “Türkiye’nin etrafında büyük bir tehlike var”a…
Üstel 1985 döneminde ‘makbul vatandaş’ tanımındaki değişimi şöyle özetledi:
“Sivil vatandaşlıktan militan vatandaşlığa geçiş yani devletle kendi arasına mesafe koymayan, devletin bekası ve devletin bütünlüğü için kendini devlet gibi gören devletleşen bir militan vatandaşlık anlayışı…”
Bu dönemde ilk kez ders kitaplarına “Türkiye’yi saran tehdit ve tehlikeler” başlığının girdiğini anlatan Üstel şöyle devam etti:
"Cumhuriyetin ilk dönemlerinde 1923-1927 arasında tehdit ve tehlike teması son derece az. Tehdit geçerken kullanılan işgalci güçler ve saltanatın iadesini isteyenler olarak belirtiliyor. Ama erken cumhuriyet döneminde kitapların geneline baktığımızda şunu görüyoruz: ‘Cumhuriyet bir başarıdır.’
Halbuki 80 sonrası bütün kitapların yalnızca vatandaşlık kitaplarının değil tarih, coğrafya bu konunun girebileceğin bütün müfredat içinde yer alan derslerin tehdit ve tehlike üzerinden tanımlandığını görüyoruz. Türkiye’nin etrafında büyük bir tehlike var. Vatandaşlar sürekli olarak teyakkuz içinde olmalı. Böyle bir evren anlatılıyor. Vatandaşlar hem devlete yönelik tehditler hem birbirlerine yönelik karşısında uyanık olmalıdır vurgusu yapılıyor. 90’ların sonundan başlayan eğilim, artık tehdit ve tehlike yerine milli güvenlik temelinde benzer şeyler ama üstüne eklenerek anlatılıyor.
Bu dönemdeki vatandaşlık bilgisi kitaplarında ilk iki ünitede vatandaşlık anayasa gibi olması gereken şeyler işlenirken, üçüncü ünite “Milli Güvenlik ve Mili Güç Unsurları” başlığını taşıyor. Dördüncü ünite ise “İnsan Haklarının Korunmasında Karşılaşılan Güçlükler” başlığını taşıyor.
Askeri güç, terörle mücadele, iç ve dış tehditlere yer veriliyor: Bölücü yıkıcı ve irticai unsurlar, ırk ve mezhep ayrımcılığı yapanlar gibi… Sonra işçi ve işveren ilişkileri gibi bir bölüme yer verilmiş. Önemli olan şu: Artık başka bir dil konuşuluyor. Bu dilde sürekli olarak birey-vatandaşların ve kurumların aldanabilirliği vurgulanıyor. Bir de STK’lar yayın kuruluşları ve üniversiteler için bir formül var: Bilerek ya da bilmeyerek teröre alet olma! Bu kurumlara ve vatandaşına ilişkin bir güvensizlik duygusu ve karşı tarafa aşılanan bir ‘reşit değilsin, aldanabilirsin’ söylemi var.
Dolayısıyla bu döneme OHAL vatanperverliği diyebiliriz. Çünkü vatandaşların bir cephe mantığıyla örgütlüyor. Bu cephenin hem dış güçlere hem iç güçlere (birbirlerine) karşı sürekli bir teyakkuz bekleyen ve normal bir demokrasi değil olağanüstü bir hali bütün bir hayata yayın bir hal söz konusu."
90’lı yıllarda vatandaşlık bilgisi: İnsan haklarının korunamaması sistemin değil bireyin suçu
“İnsan Haklarının Korunmasında Karşılaşılan Güçlükler” başlığını taşıyan bölüm aslında milli güvenlik devletinin bir manifestosu. Bu başlıkta siyasetten arındırılmış nedenlere yer veriliyor. Mesela “Kişilerin Özelliklerinden Kaynaklanan Nedenler” başlığı var. “Utangaç, sinirli, korkak, ya da inaçlı kişiler insan haklarının korunmasında engeldir” deniliyor. İnsan haklarının korunamamasını sistemle devletle açıklamayan ve durumu bireylerin üzerine atan ‘Aslında siz sorumlusunuz diyen bir anlayış.’ 90’ların sonundan itibaren sadece okul değil okul ve sosyalizasyon kurumlarında başka bir şey açıklandı. Ama devletten kaynaklanan ve herkesin içselleştirmesi beklenen bir makbul vatandaşlık anlayışı vardı. Devlete dil uzatmayacak, sürekli devletin bekası adına yaşayacak, militan olacak özellikler.
“Mahkûm vatandaş depresif, toplum sorunlarından uzak kalan ya da devletin yanında hizalanan bir vatandaş değil”
“Bizim mahkemelerde bazı kişiler için pişman olmayan kişiliği ve bir daha suç işlemeyeceğine ilişkin kanıt oluşmaması –mesela benim kararım böyleydi- bazı arkadaşlarımız için de bunu tersine çevirdiler toplumdaki statüsü ve bir daha suç işlemeyeceğine ilişkin kanaat oluşması yazdılar. Bu başlı başına bir problem. Mahkum vatandaş dememek lazım belki de daha mahkumiyet gerçekleşmedi. Ve belki de bu fikri de üstümüze almamamız lazım. Kendimizi rahatlatmamız, suhuletle hareket etmemiz lazım. Aslında başlıkla bitireceği, çünkü makul vatandaşı biz birlikte inşa edeceğiz ama bu mahkum vatandaş depresif, toplum sorunlarından uzak kalan ya da devletin yanında hizalanan bir vatandaş değil, yeni bilgilerle genişleterek birbirimize bilgilerimi aktararak veya deneyimlerimizi aktararak yükselteceğiz.”
Füsun Üstel kimdir?Ortaöğrenimi Notre Dame de Sion'da, yükseköğrenimi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde (AÜSBF ) tamamladı. 1980-81'de İtalya'nın Bologna kentindeki Johns Hopkins Üniversitesi'nde yükseklisans programını izledi. 1982'de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde araştırma görevlisi oldu. 1987'de AÜSBF'den doktorasını aldı. 1993'te doçent oldu. 1990'da M.Ü. Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi oldu; daha sonra Galatasaray Üniversitesi'ne geçti. Türkiye ve uluslararası sosyalbilim dergilerinde Türkiye tarihi, milliyetçilik ve kimlik sorunuyla ilgili makaleleri yayınlandı. İletişim Yayınları'ndan çıkan "Türk Ocakları 1912-1931" (2004) ve "Makbul Vatandaş"ın Peşinde" (2004) adlı kitapları bulunuyor. |
Prof. Kaboğlu: İnanıyorum ki, AYM böyle bir vahim tablo karşısında sessiz kalmayacaktır
Füsun Üstel ders anlatımının ardından sözü, OHAL döneminde KHK ile Marmara Üniversitesi’ndeki görevinden atılan Anayasa Profesörü ve CHP Milletvekili İbrahim Kaboğlu’na bıraktı. Anayasa Mahkemesi’nin akademisyen yargılamaları konusunda tedbir kararı vermesi gerektiğini ifade eden ve mahkûmiyet kararlarının AYM’den döneceğini umduğunu dile getiren Kaboğlu, şöyle konuştu:
“Kesinlikle özgürlükten alıkonulmayı, hapse konulmayı ağzımıza almamalıyız. Çünkü hiçbir biçimde biz bunu hak etmiyoruz. Biz suç işlemedik. Yargılandık. Milletvekili olmama rağmen ben de yargılanıyorum. Başından beri bu bir kurgudur. Ceza mahkemelerinin verdiği ilk sonuçlarda görüldüğü üzere, anayasamızda yeri olmayan bu yargılama süreci toplumun yüz karasıdır. Bu açıdan ağır ceza mahkemesinde kesinleşmiş olsa dahi, istinaf mahkemesinde kesinleşmiş olsa dahi Anayasa Mahkemesi yolu var. Ve Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuruda işlev görecekse bu anlamda işlev görebilir.
“Bu bakımdan bu süreç çok önemli bir süreç. Sonra Avrupa süreci var. Ama ben Anayasa Mahkemesi sürecini, doğrudan ulusal hukukun içerisinde yer alıyor olması bakımından Anayasa’da açıkça yer alıyor olması bakımından önemsiyorum.
Bu bakımdan böyle bir infaza gidilmemesi gerekiyor, zira özgürlükten alıkonulmak, bırakın günler aylar ya da toplum ceza süresini, saatleri bile dikkate aldığımızda giderilmesi mümkün olmayan sonuçlara neden olmaktadır. Ben inanıyorum ki, AYM böyle bir vahim tablo karşısında sessiz kalmayacaktır. Ve böyle bir durumda Anayasa Mahkemesi’nin bir tedbir kararı vermesi gerekir. Mutlaka sonuna kadar bu yolları kullanmamız gerekiyor. Sonuna kadar özgürlük ve bilgi paylaşımı diyelim. Hukuki olarak izlemek suretiyle, sizin özgürlükten alıkonulmamanız için hep birlikte her türlü yolu sonuna kadar kullanmalıyız.”
Hüda Kaya: Bedel de ödesek, barışı bir yaşam tarzı edinmekten vazgeçmeyeceğiz
Toplantının ardından akademisyen yargılamaları ile ilgili T24’e konuşan HDP Milletvekili Hüda Kaya ise şu değerlendirmede bulundu:
“Biliyorsunuz Türkiye’nin kamuoyu vicdanında derin izler bırakan olaylardan bir tanesinin sonuçlarını bugün yaşamaya devam ediyoruz. Nedir bu? Çok ağır bedeller verdi, toplumumuz Türküyle, Kürdüyle, diğer halklarıyla. Olan yoksul halklarımızın evlatlarına oluyor. Ve bu gidişata, drama, bir ses vermek ve “Barış olsun” deme yürekliliğini gösteren insanlarımızın karşı karşıya kaldığı hadiselerin bugün bir sonucuyla karşı karşıya kalmış bulunduk.
Füsun hocamız sadece kendisiyle beraber pek çok akademisyen arkadaşlarımızın barış metnine imza atmalarından, barış istemelerinden dolayı yargılandığı bir ülke gerçekliği içindeyiz. Dün de biliyorsunuz, “Çocuklar ölmesin” dediği için Ayşe Öğretmen cezaevine girdi. Bugün de “Barış olsun” diyen Füsun Hocamız, akademisyenlerin yargılandığı davalarda cezası kesinleşen ilk hocamız oldu. Bugün Füsun Hocamız cezaevine girmeden önce bir son ders verdi. Son derece yürek açan, iç açan, nitelikli, dinlemekten keyif aldığım bir birliktelik yaşandı burada. Akademisyenler, öğrenciler birçok insanlarımızla duygulandırıcı bir ortamdı. Bir hocamıza, barış isteyen bir insanımıza, bir kadınımıza sahip çıkmak, sonuçta bir cezaevine girme meselesi olsa bile bu dayanışma insana moral veriyor. Birlikte olmak, birlikte elimizi taşın altına koymak, birlikte geleceğimize sahip çıkmak ve zor zamanda söz söylemek erdemliliğine sahip insanlardan biriyle birlikte olmaktan son derece mutlu oldum. İçeri girecekse de o kadınlarımız, insanlarımız başı dik, alnı ak, yüreği pak bir şekilde girecekler. Bedel de ödesek, barışı sadece söylemekten değil, bir yaşam yolu bir yaşam tarzı edinmekten vazgeçmeyeceğiz.”
Sayılarla akademisyen yargılamaları
Toplantıda “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzacılarından Aslı Takanay ile Elif Ege, akademisyenlerin yargılama sürecine ilişkin çeşitli bilgileri kamuoyu ile paylaştı.
“Teker teker, birbirimizden habersiz bilgisayarlarımızın başında yaşam hakkını sorgusuz sualsiz savunabilmek için yapabileceğimizin en azını yaptık. Bu imza metnini kamuoyuyla paylaşmamızın ardından, tutukluluktan KHK ile kamu görevinden ihraca dek uzanan hak ihlalleriyle karşı karşıya kaldık. Bitmedi; öncelikle 2016 yılında 5 arkadaşımız, 5 Aralık 2017’den itibaren ise kitlesel olarak ‘terör propagandası yapmak’ suçlamasıyla ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaya başladık” sözleriyle başlayan sunumda şu verilere yer verildi:
- Akademisyen yargılamalar 18’i İstanbul’da yer alan 40 farklı ağır ceza mahkemesinde devam ediyor.
- 194 günlük yargılama sürecinde 1646 duruşma gerçekleşti.
- Tek bir iddianame ile 691 akademisyen yargılanıyor ve mahkemeler de birbirinden oldukça farklı cezalar veriyor.
- 184 akademisyenin davası tamamlandı. Bu akademisyenlerden 148’inin 1 yıl 3 aylık hapis cezasında hükmün açıklanması geri bırakıldı.
- Hükmün açıklanması geri bırakılmayan 3 akademisyene verilen 1 yıl 3 ay hapis cezası ve 1 akademisyene verilen 1 yıl 6 ay hapis cezası ertelendi.
- 5’i 15 ay, 1’i 18 ay, 3’ü 25 ay, 17’si 27 ay 5’i 30 ay ve 1’i 36 ay olmak üzere 31 akademisyene 15 ay ile 36 ay arasında değişen hapis cezaları verildi.
- Ceza kararlarına yapılan itirazlardan şimdiye kadar yalnızca Fusün Üstel’in cezası kesinleşti.
Mahkemelerin tutarsız uygulama ve kararları
“Barış talebimizi ve hukuksuz uygulamalara karşı çıkışımızı içeren bir metin bu ülkenin hukuk sisteminde terör propagandası olarak tarif ediliyor. Tek bir iddianame ile 691 akademisyen yargılanıyor ve mahkemeler de birbirinden oldukça farklı cezalar veriyor” diyen Aslı Takanay, mahkemelerin birbirinden farklı uygulamalarına dair şu örnekleri verdi:
- Mersin ve İstanbul’da bazı mahkemeler, diğer ağır ceza mahkemelerinden farklı olarak “Örgüte üye olmamakla birlikte bilerek ve isteyerek yardım etme” suçundan akademisyenlerin ek savunma yapmasını istedi.
- İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi diğer mahkemelerden farklı olarak 2 yılın üzerinde cezalar verdi.
- Akademisyenlere verilen cezalar o günkü mahkeme heyetine göre değişiklik gösteriyor.
- İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi davaları avukatsız görmekten, hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasının talep edilip edilmediği sorulmadan hüküm açıklamaya, avukatın ve yargılanan akademisyenlerin savunma hakkının engellenmesine dek pek çok hukuk dışı uygulamada bulunuyor.
- İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi bazı meslektaşlarımızın dosyalarına tam da duruşma gününde meslektaşlarımızın geçmişte gazete ve televizyonlara verdiği röportajları suç unsuru olarak gösteren ekler yaptı. İnsan hakları raporlarını suça kanıt olarak gördü.
- İstanbul 33. Ağır Ceza Mahkemesi dosyalarını birleştirdiği 27 akademisyenden 14’üne “pişmanlıklarını samimi bulmadığı” gerekçesiyle hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasını aşacak şekilde 27 ay ceza verirken, 13 akademisyeni hükmün açıklanmasının geriye bırakılması sınırının altında 22 ay ceza verdi. Pişmanlık akademisyenlerce ifade edilen değil, mahkeme heyetince keyfi bir şekilde çıkarsanan bir unsur oldu.
- İstanbul “4. Ağır Ceza Mahkemesi TCK 301 “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılamak” suçlamasıyla yargılanmamız için Adalet Bakanlığı’ndan izin yazısı beklemekten bir anda vazgeçti ve keyfi bir biçimde 7/2’den yargılama kararı aldı hatta kısa bir süre içinde mahkûmiyet kararı verdi. 29. ve 22. ağır ceza mahkemelerinde ise 301. Maddeden yargılamalar sürüyor.
- Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi diğer mahkemelerden farklı olarak akademisyenlere yurt dışına çıkış yasağı uyguluyor.
“Bugüne kadarki yargılamalarda yalnızca bir beraat şerhi var”
- İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bazı hâkimler cezanın alt sınırdan verilmesine itiraz etti. Ve daha çok ceza verilmesi gerektiğini savunarak şerh koydular.
- Oysa 33. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir hâkim Barış Bildirisi’nin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu söyledi. Beraat kararı verilmesi gerektiğini söyleyerek şerh düştü. Bu şerh akademisyen davalarında şimdiye kadarki tek beraat şerhi olma özelliği taşıyor.
“Füsun Hocamızın hapse girmesini engelleyemedik”
“İddianame aynı, mütalaa aynı, ek bir bilgi ve belge yokken ve her duruşmadan delil toplamaya yönelik taleplerimiz reddedilirken böylesine hukuk dışı ve keyfi uygulamalar neden?” diye soran Aslı Takanay sözlerini “Ne yazık ki Füsun Hocamız yakında hapse girecek. Bunu engelleyemedik. Bu yaşam hakkının kutsallığı çerçevesinde vatandaşlık haklarının kullanımı ve barış talebini toplum olarak etkince koruyamadığımız anlamına geliyor. Tüm bu soğuk ve korkutucu rakamlar, bu ülkede savunduğumuz yaşam hakkına vurulan saldırıların su yüzüne vuran yansımalarıdır. Bugün dayanışmamız bu yansımaların görünmez kılınmasına, normalleştirilmesine karşı bir duruştur” dedi. “Barış İçin Akademisyenlerin yanında durmak yaşam hakkının, toplumsal barışın, kamu yararının yanında durmaktır” diyen Takanay, “Bugün burada olmamızın temel gerekçesi de bu; yani, barışı, ölümü değil, yaşamı, yaşatmayı savunan, barış talep etmekte ısrarcı olan, ‘barış talep etmek suç değildir’ diyen başta Füsun Hocamız olmak üzere tüm dostlarımızla dayanışmak. Çünkü barış isteyen akademisyenlerin yeri cezaevi değil, üniversitedir” diyerek tamamladı.