Yeşim Yıldız
Türkiyeli Ermenilerin genç kuşağı içerisinde Ermenice eser veren birkaç isimden biri olan gazeteci- yazar Vercihan Ziflioğlu'nun 'Kayıp Zamanının Çocukları & İstanbullu Bulgarlar' kitabı, Kuzey Işığı Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Daha önce bir parçası olduğu Ermenilerin ve hatta Beyaz Rusların hikayelerini kaleme alan Ziflioğlu, yeni çıkan kitabı 'Kayıp Zamanının Çocukları & İstanbullu Bulgarlar’da ise, 5 asırdır bu topraklarda yaşayan Bulgarların, daha önce kimse tarafından anlatılmayan hikayelerini anlatıyor.
İstanbullu Bulgarlardan bugün sadece 180 kişi kaldığı biliniyor. 500 yıldır İstanbul'da yaşayan bu insanlardan geniş toplum katmanlarının ise haberi yok.
Ziflioğlu, İstanbullu Bulgarların Türkiye’nin sancılı yıllarında çok acı çektiklerini söylüyor:
''Yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşamalarına karşın vatandaşlık alamamışlar. Bulgaristan'la hiçbir bağlantıları olmasa da Komünist Bulgaristan döneminde komünizmle suçlanmışlar, öyle ki konsolosluğun önünden geçmekte bile imtina etmişler
Şişli’deki Bulgar Ekzarhanesi’nin ön kapısından çıkarken saldırıya uğramışlar. Bugün binanın ön kapısı bu yüzden kapalı. Gözaltılar olmuş, vakıflarına girip çıkarken türlü sorunlarla karşılaşmışlar''
Yazar, genç kuşağın ciddi bir kimlik karmaşası içerisinde olduğunu da belirtiyor:
''Anadil unutulmuş, karma evliliklerle yüzlerce yıldır aktarılan kültürel etmenler yitirilmiş. Bir buhran diyorum ben buna çünkü dilini, dilini ve aidiyetini unutan bir toplum yok olma aşamasındadır. Bunun en büyük faktörü okullarının olmayışı. Yetmişli yıllarda son Bulgar Okulu kapanmış ve bir dahası olmamış. Çok acılar deneyimlemişler, içe kapanmışlar, hatta ve hatta kimliklerini Rum/Makedon etnisitesi altında kamufle etmişler. Buna korku da, sığınma da, kimlik arayışı da diyebilirsiniz''
Vercihan Ziflioğlu, kitapta okuyucuyu, zamanın çarkları arasına sıkışmış ve unutulmuş insanların, onların hüzünlerinin ve yaşanmışlıklarının beklediğini dile getiriyor ve ekliyor:
‘’Sayfalar arasında yolculuk yaparken okuyucu bir zaman tünelinde bilmediği bir İstanbul Masalı’yla karşılaşacak. Bu masalda prensler, prensesler, büyücüler yok içimizden kendi inşalarımız, yani İstanbul var’'
'Kayıp Zamanının Çocukları & İstanbullu Bulgarlar' kitabının yazarı Vercihan Ziflioğlu, T24’ün sorularını yanıtladı.
İşte Ziflioğlu’nun yanıtları:
Ödüller kazanmış bir gazetecisiniz ve uzun yıllardır da bu işi yapıyorsunuz. Edebiyat dünyasına atılmaya nasıl karar verdiniz?
Evet, uzun yıllardır sahada muhabirlik yapıyorum. Neredeyse kendimi bildim bileli kâğıtlar, mürekkepler ve kalem var hayatımda. İlk etapta azınlık basınıyla başladım; hem Ermenice gazetelerin kadrosunda yer aldım, hem de Apoyevmatini Rum Gazetesi’nin sayfalarını bağladım. Daha lise yıllarımda çantamı bir yana atıp sokağa fırlamak yerine gazetelere, haber merkezlerine koşuyordum. Beni şekillendiren asıl azınlık basını oldu. Sonra yıllar içerisinde hiç hayal bile etmezken kendimi Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’in kapısından girerken buluverdim. Doğan Grubu’ndaki tüm gazetelerle çalıştım. Sonrasında uluslararası basın geldi. Yani geçmem gereken tüm kulvarları adım adım geçtim. Ulusal ve uluslararası alanda pek çok önemli ödülün sahibi oldum. Yaptığım işi hakkıyla yaptığıma inanıyorum.
‘Edebiyat dünyasına atılmak’ tanımı yerine yazma eylemi ne zaman başladı diye soralım... Yazı ve kitap çocukluğumdan beri benim yaşama biçimim oldu. Bu doğrultuda babamı örnek aldım. Ortaokul yıllarıma geldiğimde ilçeler arası, okullar arası yarışmalarda yazdığım hikâye veya şiirlerle ödüller kazanıyordum. İlk ödülüm Orhan Veli adına oldu.
Bir yandan edebi içerikli kitaplar üretirken, diğer yandan gazetecilik beni dokümantasyon türünde kitaplar yazmaya yönlendirdi.
‘’Bulgarlar 5 yüz yıldır aramızda yaşıyorlar ama..."
Kitabınızın adı ‘’Kayıp Zamanının Çocukları & İstanbullu Bulgarlar’’. Bu ismin çıkış noktasından bahsedebilir misiniz? ''Kayıp Zaman'' neyi ifade ediyor?
‘Kayıp’ adı üzerinde yitirilmişliği ve hüznü ifade ediyor. Makale ya da kitaplardan önce ben yazdığım şeyi hissetmeye çalışırım ve günler boyu başlığı üzerinde de düşünürüm. O başlıkların büyülü bir ruh taşıması gerektiğine inanırım. Böylece o büyü okura da ulaşır.
Bulgarlar için /Kayıp Zamanın Çocukları/ dedim, bunun gerekçesini kitabın içerisinde anlatıyorum. Her kitabımda hem üst hem de alt başlık kullanıyorum. Anlayacağınız muhabirlik bu devrede de harekete geçiyor. Önce manşet başlığımı sonra etek manşetimin başlığını atıyorum.
Kitapta okuyucuyu neler bekliyor? Biraz içerikten bahsedebilir misiniz?
Kitapta okuyucuyu, zamanın çarkları arasına sıkışmış unutulmuş insanlar, onların hüzünleri ve yaşanmışlıkları bekliyor. Kitabı üç aşamaya ayırıyorum. Birinci aşamada Bulgarların içerisine dahil olduğumda hissettiklerimi okuyucuya aktarıyorum, ikinci aşamada tarihi veriler sunmuyoruz fakat Bulgarların bu kentteki geçmişine odaklanıyoruz. Üçüncü aşamadaysa yaşanmışlıklara yer veriyoruz.
Bulgarlar, İstanbul’un önemli bir parçası. 500 yıldır aramızda yaşıyorlar fakat geniş toplum katmanlarının onlardan haberi yok. Bulgarlar deyince akla Bulgaristan geliyor. Hayır, İstanbullu Bulgarlar bu toprakların çocukları. Dolayısıyla sayfalar arasında yolculuk yaparken okuyucu bir zaman tünelinde bilmediği bir İstanbul Masalı’yla karşılaşacak. Bu masalda prensler, prensesler, büyücüler yok içimizden kendi inşâlarımız, yani İstanbul var.
''Bu kent beni besliyor, ondan vazgeçemiyorum''
Daha önce, bir parçası olduğunuz İstanbul Ermenilerinin hikayelerini anlattınız. İstanbullu Bulgarları ele alma fikri nasıl orta çıktı ?
Uzun soluklu bir hikâye diyelim. Kendimi ve kalemimi akışa bırakıyorum. İstanbul’un geçmişini, izlerini takip ediyorum. Bu kent beni besliyor, ondan vazgeçemiyorum ve o da bana gizemlerini açıyor. İki kitap öncesinde Bolşevik Devrimi’nden kaçan aristokrat Beyaz Rusları anlatmıştım, kitabın adı ‘Beni Unutma Rusyam – Asırlık Sürgün’dü. O kitabı yazarken bir kez daha Slavların izini takip edeceğimi düşünmemiştim. Tam bir tesadüf diyebiliriz. Kaldı ki Bulgarlarla daha önce bir temasım dahi yoktu.
"İstanbullu Bulgarlardan 180 kişi kaldı"
İstanbullu Bulgarların bu topraklardaki hikayelerinin 5 asır öncesine kadar dayandığını fakat günümüzde 180 kişi kaldıklarını söylemişsiniz. O kalan 180 kişiden ulaşabildiklerinizden bahsedebilir misiniz? Neler yapıyorlar şu an?
Kitabın büyüsünü bozmak ve hikayeleri burada anlatmak istemem. Fakat şu kadarını söyleyebilirim; özellikle genç kuşak ciddi bir kimlik karmaşası içerisinde. Anadil unutulmuş, karma evliliklerle yüzlerce yıldır aktarılan kültürel etmenler yitirilmiş. Bir buhran diyorum ben buna çünkü dilini ve aidiyetini unutan bir toplum yok olma aşamasındadır. Bunun en büyük faktörü okullarının olmayışı. Yetmişli yıllarda son Bulgar okulu kapanmış ve bir dahası olmamış. Çok acılar deneyimlemişler, içe kapanmışlar, hatta ve hatta kimliklerini Rum/Makedon etnisitesi altında kamufle etmişler. Buna korku da, sığınma da, kimlik arayışı da diyebilirsiniz.
İstanbul’daki Bulgarları araştırırken karşınıza çıkan ve çok etkilendiğiniz bir hikâye oldu mu?
İlk etapta yazamayacağımı düşündüm, çünkü kapalı bir cemaat. Kendilerini deyim yerindeyse hızla bir kirpi misali kabuklarına çekip kapatıyorlardı. Duygu lazımdı bana, hissetmek lazımdı, dokunmak lazımdı, acıyı/sevinci hissetmem lazımdı. Olmuyordu ta ki bir gün kapı açılıp da içeriye topluluktan Christo Kopano girene kadar. Kopano bana kaptanlık etti. Ve böylelikle metaforik olarak zihnimde ve kalbimde kapılar açılmaya başladı. Karanlık bir gölde sisler içerisinde kürek çekerken, yol aydınlandı ve açık denize ulaştık diyelim.
Sonrası ne mi oldu, sonrasında Bulgarlar bana kalplerini açtı, her şeyden önce aile olduk. Kendimi yazdığım topluluklarla özleştiriyorum, onların parçası oluyorum. Evet ben Ermeniyim ama başka halkların parçası olmayı, kimliklerden azade olmayı sonra tekrar kendi aidiyetime dönmeyi seviyorum. Bu beni milliyetçilikten kurtarıyor, bu bana insanoğlunun sesi olma imkanını veriyor.
İstanbullu Bulgarlar kültürlerini ne kadar muhafaza edebildiler? Ya da muhafaza edebildiler mi? Araftaki Ermenilerin Hikayesi kitabınızda Ermenilerin Müslüman çoğunluğun içinde, Sünni bir Türk/Kürt gibi ya da Kürt/Alevi gibi yaşadığını belirtmiştiniz. Türkiye'deki Bulgarlar için de aynı şey geçerli mi?
Çok güzel bir ayrıntıya dikkat çekiyorsunuz. Kesinlikle başka başka donelerden bahsediyoruz ama ulaştığımız sonuç benziyor. Türkiye’nin sancılı yıllarında gerçekten çok ama çok acı çekmişler. Yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşamalarına karşın vatandaşlık alamamışlar. Bulgaristan'la hiçbir bağlantıları olmasa da Komünist Bulgaristan döneminde komünizmle suçlanmışlar, öyle ki konsolosluğun önünden geçmekten bile imtina etmişler.
Şişli’deki Bulgar Ekzarhanesi’nin ön kapısından çıkarken saldırıya uğramışlar. Bugün binanın ön kapısı bu yüzden kapalı. Gözaltılar olmuş, vakıflarına girip çıkarken türlü sorunlarla karşılaşmışlar.
Şimdi bu satırları okuyanlar Jivkov Dönemi’nde Bulgaristan’daki Türklerin yaşadığından bahsedebilir. Ben tüm azınlıkların yaşadığı acıyı yüreğimde hissediyorum, hiçbirinin benim için diğerinden farkı yok. Fakat İstanbullu Bulgarlar bizim kendi insanlarımız, Bulgaristan’da yaşananlarla hiçbir alakaları yok.
''Kültürel anlamda evrileceğimize, kendimize bir şeyler katacağımıza snoplaşıyoruz''
Eserin ön sözünü İsveçli ünlü tarih Profesörü David Gaunt yazdı. Balkanlar ve Doğu Avrupa uzmanı olan Gaunt, bugüne değin Bulgarlar üzerine Türkiye’de ve batıda benzeri bir araştırma yapılmamış olmasını büyük bir eksiklik olarak değerlendirdiğini söylemiş. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden bu konuda daha önce bir araştırılma yapılmadı?
Türkiye’de insanların tembel olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Mesela Beyaz Rusları da, Bulgarları da, Ermenileri de benden önce tanıyan tarihçiler, sosyologlar vardır fakat yazmamışlar. Neden bugüne değin onların sesi olamamışlar ya da olmak istememişler bilmem. Bu toprağın hafızasına, diline, tarihine, geçmişine, bugününe sahip çıkmazsak nasıl kendimize sahip çıkarız?
Taklitçi bir toplum olduk, salt sosyal medyada yayımlamak için başka başka ülkelere gidiyoruz. Batılılar gibi yaşamaya onlar gibi giyinmeye çabalıyoruz. Kültürel anlamda evrileceğimize, kendimize bir şeyler katacağımıza snoplaşıyoruz. Özetle üretime geçmemiş gerekiyor.
David Gaunt çalışmalarımı yakından takip eden bir isim, sık sık Türkiye’ye de geliyor. Bu ziyaretlerinden birinde benimle tanışmak istediğini söylediğinde itiraf ediyorum, çok heyecanlandım. Sonrasında bu kitaptan bahsettim ve önsöz fikri böyle doğdu.
Bu arada unutmadan Bulgarlar üzerine Türkiye’de yazılmış böylesine incelikli başka bir çalışma yok. Bir tek Bulgar Cemaati’nden Georgi Konstantov kendi öğretmenlik anılarını kaleme almış. Orada kendi şahsi anılarından bahsediyor. Bu anlamdan bakınca ‘Kayıp Zamanın Çocukları & İstanbullu Bulgarlar’ bambaşka bir profil çiziyor.
Kitabın arka kapağında okuyucuya bir çağrıda bulunarak ‘Bana güveniyorsanız beni takip edin’ diyorum. Dolayısıyla bu satırları okuyanları yolculuğuma katılmaya davet ediyorum.