Fundanur Öztürk
Ankara
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesinin ardından hükümet, Türkiye’nin mevcut iç hukukunun "kadına yönelik şiddetle mücadele etmeye yettiğini" savunuyor. Ancak birçok hukukçu ve kadın örgütü aynı görüşte değil. BBC Türkçe, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin pratikte yaratacağı boşluğu ve kadına şiddet vakaları üzerindeki olası etkilerini araştırdı.
Türkiye 20 Mart’ta Cumhurbaşkanı kararnamesi ile kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çıktı.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk 24 Mart’ta yaptığı açıklamada, kadına yönelik şiddetle mücadeledeki tek aracın İstanbul Sözleşmesi olmadığını söyleyerek, “Geldiğimiz noktada hem birincil hem de ikincil mevzuatımızda kadınlarımızı korumak, kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için gerekli bütün araçlarımız mevcut” dedi.
Ancak pek çok kadın, her gün farklı şehirde düzenlenen eylemlerle, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararından geri adım atılmasını talep ediyor.
Uzmanlara göre, Türkiye iç hukuku, İstanbul Sözleşmesi’nin şiddeti tanımlama ve şiddet karşısında "önleme, koruma, kovuşturma ve politika oluşturma" olarak dört başlıkta geliştirilmiş hükümlerini "kısmen" kapsıyor.
İstanbul Sözleşmesi’ne uyum doğrultusunda çıkarılan ve sözleşmenin iç hukuktaki izdüşümü olarak değerlendirilen 6284 Sayılı Kanun'un, sözleşmenin temel prensipleriyle uyumlu olsa da sözleşmeden "çok daha dar kapsamlı" olduğu belirtiliyor.
BBC Türkçe’ye konuşan Avukat Selin Nakıpoğlu, İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan tüm maddelerin ne 6284 sayılı yasada ne Türk Ceza Kanunu'nda, ne de Medeni Kanun'da yer aldığını söylüyor:
"İstanbul Sözleşmesi gibi toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıktan böylesine detaylı bahseden, erkek şiddetini detaylı bir şekilde işleyen ve devlete ödev yükleyen başka bir düzenleme var mı? Yok."
'Israrlı takip' TCK’da suç değil
Hukukçular, halen pek çok yasada kadına yönelik şiddete ilişkin ciddi eksik ve belirsizlikler olduğunu söylüyor.
Örneğin İstanbul Sözleşmesi psikolojik şiddetten fiziki şiddete, cinsel şiddetten gebeliğin zorla sonlandırılmasına, ısrarlı takipten zorla evlendirilmeye kadar çeşitli şiddet türleri sıralıyor ve bu suçların tamamının iç hukukta tanımlanarak cezalandırılması gerektiğini söylüyor.
Ancak kadın örgütleri ve hukukçuların yıllardır süren ısrarına rağmen "ısrarlı takip" hala Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak tanımlanmıyor.
2006 yılından itibaren Türkiye adına sözleşmenin hazırlık çalışmalarına katılan Prof. Feride Acar, "Kadın cinayetiyle son bulan olguların çoğunun, ısrarlı takiple başladığını görüyoruz" diyor.
Acar, bir kişinin diğerini isteği dışında ve rahatsız edici biçimde ısrarla takip etmesinin fiili bir takip şeklinde olabileceği gibi, telefon ya da internet üzerinden de olabileceğini söylüyor.
Israrlı takip birçok Avrupa ülkesinde ayrı bir suç olarak cezalandırılıyor.
İç hukukta ‘toplumsal cinsiyet’ ifadesi yok
İstanbul Sözleşmesi ve iç hukuktaki temel farklılıklar, henüz kadına yönelik şiddetin toplumsal sebeplerini ortaya koyarken başlıyor.
Sözleşme, kadına karşı şiddetin “toplumsal cinsiyete dayandığını” ve “kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşitsiz güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu” söylüyor.
Sözleşmede toplumsal cinsiyet için “toplum tarafında kadın ve erkeğe yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler” tanımı yapılıyor.
Ancak Türkiye’de 6284 sayılı kanun dahil, kadına karşı işlenen suçu toplumsal cinsiyete bağlı tarif eden herhangi bir mevzuat mevcut değil.
Özellikle 2016 yılında TBMM’de kurulan Boşanma Komisyonu'nda, "toplumsal cinsiyetin, sadece şiddetin yapısal/toplumsal niteliğini ele aldığı ve erkeğin bireysel psikopatolojisi ile ilişkili olan şiddeti genellikle görmezden geldiği" iddiasıyla başlayan süreç, zaman içerisinde yaygın bir "toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtlığına" dönüştü.
Uzmanlar ise sözleşmenin özünde yer alan "toplumsal cinsiyet" kavramını dışlayan hiçbir yasal mevzuatın, kadına şiddeti önlemekte yeterli olmayacağını savunuyor.
Prof. Feride Acar bu durumu şöyle açıklıyor:
"Toplumsal cinsiyet kavramını ve biyolojik cinsiyetin ötesindeki toplumsal olguları reddettiğinizde; şiddetin nedenlerini alkol, madde tüketimi ya da psikolojik dengesizlik gibi üçüncü, beşinci derecede olgulara bağlıyorsunuz demektir. Halbuki kadınlara yönelik şiddetin ciddi toplumsal nedenleri var ve mesele bireysel vaka analizi yapmayı çoktan geçti."
"Kanunda toplumsal cinsiyet kavramını görmediğinizde, sistemi, şiddete karşı palyatif bir takım tedbirlerle, yüzeysel ve tek tek vakalara yönelik mücadeleye yönlendiriyorsunuz. Halbuki şiddeti önlemeye yönelik politikalar geliştirilmeli. İstanbul sözleşmesi bu politikaların nasıl olması gerektiğini, toplumsal cinsiyet eşitliğini işaret ederek tarif ediyor."
Aile Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk ise aynı görüşte değil:
"Bir metin üzerinde fazlaca tartıştığımız için, şiddete sebep olan esas kök sorunları konuşamaz, tartışamaz duruma geliyoruz. Şiddetin alkol, bağımlılık gibi birçok nedeni var. Akademisyenlerimize şiddetin gerçek kök nedenlerini araştırmak noktasında büyük görevler düşüyor."
'Sözleşme, önleyici politikalar için ülkelere yol haritası çiziyor'
6284 sayılı yasaya göre, şiddete uğrayan ya da uğrama tehlikesi bulunan kişilerle ilgili koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmıyor.
Kanun, şiddet veya şiddet uygulama tehlikesinin varlığı halinde herkesin resmi makam veya mercilere ihbarda bulunabileceğine ve önleyici tedbir kararının geciktirilmeksizin verileceğine hükmediyor.
Buna karşılık Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi Başkanı Avukat Ceren Kalay Eken, iç hukuktaki tüm olumlu düzenlemelere rağmen, halen mağdurların soruşturma esnasında korunmasına ilişkin yeterli düzenlemelerin olmadığını ve bu eksikliği İstanbul Sözleşmesi’nin karşıladığını söylüyor:
"Evet mevcut kanun, şiddete uğrayan ya da şiddete uğrama tehlikesi içinde olduğunu söyleyen kişi için, 'Önleme mahiyetinde uzaklaştırma kararı vereceksin' diyor. Fakat İstanbul Sözleşmesi genel olarak bu önlemenin nasıl yapılacağını anlatıyor."
"Toplumda 'Küçük yaştan itibaren toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapmalısın' diyor. 'Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kaldırmaya yönelik materyaller kullanmalısın' ve 'Devlet çalışanları için düzenli olarak meslek içi farkındalık eğitimleri yapacaksın' diyor. Yani ülkeye eşitsizliği tümüyle ortadan kaldırma yükümlülüğü yüklüyor."
Avukat Eken, İstanbul Sözleşmesi’nin toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli suçlara karşı "hem koruma hem önleme hem de etkin soruşturma" zorunluluğu getirdiğini söyleyerek, ayrıca, geliştirilmesi gereken pek çok politika konusunda devlete yol haritası çizdiğini söylüyor.
'Şiddet mağdurlarının başvuracağı destek merkezleri yetersiz'
Uzmanlar, Türkiye’de kadınların, maruz kaldıkları şiddeti yetkili mercilere bildirmekte çeşitli zorluklarla karşılaştığını söylüyor.
İstanbul Sözleşmesi ise imzacı devletlere, cinsel şiddet mağdurlarına destek hizmeti sunacak kriz merkezleri ya da cinsel şiddet sevk merkezleri oluşturma yükümlülüğü getiriyor.
Ayrıca ülke çapında 7 gün 24 saat esasına göre faaliyet gösteren ücretsiz telefon hatlarının oluşturulması gerektiğini söylüyor.
Ancak iç hukukta bu hükümlerin tam karşılığını bulmak mümkün değil.
Uzmanlar, sözleşmenin imzalanmasının ardından geçen dokuz yılda ne kriz merkezleri ne de 7 gün 24 saat çalışan bir telefon hattı oluşturulduğunu söylüyor.
İçişleri Bakanlığı'nın geliştirdiği KADES uygulaması benzer amacı taşısa da, Türkiye’de her kadının akıllı telefon sahibi olmadığı gerekçesiyle "etkisiz" kalmakla eleştiriliyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk ise bu işlevi yerine getirmesi için 81 ilde Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezlerinin (ŞÖNİM) hayata geçirildiğini, 355’i aşkın Sosyal Hizmet Merkezi’nde, Şiddetle Mücadele İrtibat Noktaları’nın kurulduğunu söylüyor.
Buna karşılık BBC Türkçe’ye konuşan Avukat Canan Arın Türkiye’deki kadın sığınma evleri ve ŞÖNİM'lerin İstanbul Sözleşmesi’nin tarif ettiği biçimde çalışmadığını söylüyor:
"Türkiye’de çok az sayıda kadın sığınma evi var, onlar da kadınlar için adeta bir cezaevi gibi kullanılıyor. Oysa kadınlar o sığınma evlerinde cep telefonlarını kullanabilmeli, sığınaktan çıkıp kendisine iş arayabilmeli ama bunlar yapılmıyor. Sözleşmeye göre bu evlerin asıl amacı, kadınların erkeklere muhtaç olmasından kurtulmasını ve kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamaktır."
'Alanında uzman kadrolar oluşturulmadı'
İstanbul Sözleşmesi, şiddet mağdurları ve failler üzerinde çalışan kadroların; kadın erkek eşitliği, mağdurların ihtiyaçları ve haklarının yanı sıra, ikincil mağduriyetlerin önlenmesi konularında profesyonel eğitim almış kişilerden oluşması gerektiğini vurguluyor.
Şiddet vakalarının, çeşitli kurumlara sevk edileceği de düşünüldüğünde sözleşme, bu eğitimlerin birden fazla kurum ve kuruluş arasında koordineli olarak yürütülmesi gerektiğini söylüyor.
Bu bağlamda sözleşme, toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli suçlarda görev alan hakimden savcıya, kolluk personelinden psikolojik destek sağlayıcılara kadar, her kamu personelinin bu alanda uzman olması gerektiğini öngörüyor.
6284 sayılı kanunda benzer hükümler daha sınırlı şekilde yer alırken, İstanbul Sözleşmesi eğitimde izlenecek yöntemin detaylarını anlatıyor.
Avukat Eken, "İstanbul Sözleşmesi’ne göre, alanında uzman ve yıllardır bu dosyalara bakan kişilerin çalışması çok önemli. Ama bizim ülkemizde, aile içi şiddet ya da cinsel saldırı çalışan savcıyı alıp bir anda bilişim savcısı yapıyorlar" diyor.
'Şiddete ilişkin kamusal veri toplanmıyor'
Türkiye’nin kadına yönelik şiddet vakalarını raporlamasında çeşitli eksiklikler olduğu ve kamusal verilerin İstanbul Sözleşmesi’ne uygun şekilde toplanmadığı eleştirisi de dile getiriliyor.
6284 sayılı kanun, sadece ŞÖNİM’lere, "koruyucu ve önleyici tedbir kararlarına ilişkin" veri toplama görevi atıyor.
Halbuki İstanbul Sözleşmesi veri toplama sürecine "hükümet kuruluşları, ulusal, bölgesel ve yerel parlamentolar ve yönetimler, ulusal insan hakları kurumları ve sivil toplum kuruluşları gibi ilgili tüm aktörlerin" müdahil olması gerektiğini söylüyor.
Devletlere, her türlü şiddet olayının yaygınlığını ve nasıl bir eğilim içinde olduğunu değerlendirmek üzere halk anketleri ve araştırma yapma görevi yüklüyor.
Tüm veri toplama faaliyetlerinin ise kamuoyunun erişimine açık olması gerektiği vurgulanıyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin bu gereklerinin yerine getirilmediği söyleyen Prof. Acar, "Düzenli olarak idari veri toplamak, bunları ulusal düzeyde tek elde toplanmış ve ulaşılabilir hale getirmek ve bu verilen önemli olan bütün unsurları içermesini sağlamak ve ulusal bir veri tabanı oluşturmak gerekiyor" diyor.
- Türkiye, İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi
- Meclis'in kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi'nin Cumhurbaşkanlığı kararıyla feshedilmesi hukuka uygun mu?
- AKP kaynakları: İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı aylar önce alındı
- BM: İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı geriye atılmış bir adım
- Biden, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesinin hayal kırıklığı yarattığını açıkladı
- Ayasofya'nın baş imamı Mehmet Boynukalın kim ve neden tartışmaların odağında?
- İngiltere'nin İstanbul Sözleşmesi'ni onay süreci hangi aşamada?
'Politik iklim hakimlerin kararlarını etkiliyor'
Dünya Adalet Projesi tarafından her yıl açıklanan Hukukun Üstünlüğü Endeksi'ne göre, Türkiye 2020 yılında hukukun üstünlüğünde 128 ülke arasında 107. sırada yer aldı.
BBC Türkçe'ye konuşan kadın hakları savunucuları ve hukukçulara göre, Türkiye'de bağımsızlığını yitirmiş çok sayıda hakim ve savcı, kadın hakları konusunda hukukun üstünlüğünü değil hükümet politikalarını benimseyen kararlara imza atıyor.
Bu bağlamda hükümetin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararının, hakimlerin iç hukuk hükümlerini de yansıtmayan pek çok "hukuksuz" karar vermesine neden olacağı değerlendiriliyor.
Temel hakların yasalarla korunmasının yeterli olmadığını savunan uzmanlar, Türkiye’de esen politik rüzgârın doğrudan kadına yönelik şiddeti ve bu davalarda alınan sonuçları olumsuz etkileyeceğini düşünüyor.
Avukat Levent Pişkin, "Türkiye’de isterseniz en mükemmel kanunu koyun; öyle bir yargıç, savcı ya da kolluk atarsınız ki o kanun bir anda rezil olur. Bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne göre ilgili kadrolara düzenli eğitim verilmesi gerekir ama bu yapılmadı" diyor:
"Bir trans müvekkilim tecavüze uğradı ve soruşturma başlatıldı. Failin üzerinden silah çıkmasına rağmen delil yetersizliği gerekçesiyle serbest bırakıldı. Kişi serbest bırakılınca müvekkilimin can derdi oldu ve koruma kararı almamız gerekti. Aile mahkemesine başvurduk ve 6284 sayılı kanunun İstanbul Sözleşmesi’ne atıf yapan maddesini özellikle belirttik."
"Mahkeme, saldıran kişinin 'aile bireyi' olmadığı gerekçesiyle başvurumuzu reddetti. Halbuki 6284 sayılı yasa tam da bu yüzden çıktı, mevzu sadece aile bireyleri değil. Kadına ya da toplumsal cinsiyete yönelik tüm suçları kapsıyor. İstanbul Sözleşmesi ve aynı kanun uyarınca karara itiraz ettik ama yine reddedildi. Sözleşme ve kanun yürürlükteyken dahi böyle bir nefret ideolojisinde yaşayan hakimlerden bahsediyoruz."
6284 sayılı kanun da değiştirilir mi?
Yeni Akit yazarı Sefa Saygılı 27 Mart’ta yayımlanan yazısında, "İstanbul Sözleşmesi’nin uzantısı olan 6284 sayılı yasanın ve yönetmeliğinin derhal yürürlükten kaldırılması şarttır" diyor.
Başka bir Yeni Akit yazarı İbrahim Karataş’ın 29 Mart’ta ortaya attığı iddiaya göre hükümet 6284 sayılı kanunda düzenleme yapmayı düşünüyor.
BBC Türkçe’ye konuşan hukukçular da hükümetin böyle bir hamlede bulunmasından kaygı duyduklarını belirtiyor.
Avukat Nakıpoğlu, "Bir gece İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek demek; hukuk sistemimizde kadınları ve cinsel yönelimi nedeniyle erkek şiddetine maruz kalan bireyleri koruyan diğer tüm regülasyonların da yakın tehdit altında olması demektir" diyor.
Avukat Eken ise, "6284 iyi ki var. Onu da elimizden alırlar diye elimiz yüreğimizde" diyor.