Niyazi Zorlu*
Siz bu yazıyı okurken 10 ila 70 yaşlarında, çoğu sigortasız 5 ila 8 işçi metrelerce yüksekten düşecekler… Yüreğimiz ağzımıza gelecek. Keşke gerçek olmasa, keşke bir filmde olsak, diye dua edeceğiz. Kırmızı çizmeli bir Süpermen arayacak gözlerimiz, işçileri yere çakılmadan önce çelikten kollarıyla sarıp sarmalasın ve ölümün kollarından çekip alsın diye. Ne de olsa Türkiye Cumhuriyeti topraklarındayız, epeyce bir zamandır bizi cinayete kurban gitmekten kurtaracak süper kahramanlara havale edilmiş durumdayız.
Biz bu yazıyı yazarken işçiler maden ocaklarında göçük altında kalacaklar; taş, beton, demir yığınları ve odun kalasları üzerlerine yuvarlanacak; gazdan, gaz olmadı yemekten zehirlenecekler; cayır cayır yanacaklar ve biz ölümlerden ölüm beğeneceğiz, kendimizi “İnşallah yanmadan önce gazdan boğulmuşlardır” şeklinde insaniyetten nasibini almamış tesellilere vuracağız. İşçiler ezilecek, elektrik akımına kapılacaklar, makinelerin içine düşecekler, işe gidip gelirken trafik kazası geçirecek, balık istifi gibi taşındıkları kamyonetlerin kasalarından yerlere saçılacaklar, baraj sularına kapılıp gidecekler, kalp krizi geçirecekler, atamaları yapılmadığı veya tazminatları ödenmediği için intihar edecekler, kot kumlamada çalışanlar gibi öksürüklere boğulduktan sonra ölmek için köylerinin yollarını tutacaklar…
Biz düz bir mantığın evlatları değil miyiz? “O zaman,” diye düşüneceğiz evlere şenlik hayal gücümüzü çalıştırarak, “Bu yazıyı ne yazarız, ne de okuruz! O zaman işçiler de ölmezler.”
Ama biz bu yazıyı ister yazmayalım, ister okumayalım, onlar söküm tesislerinde, maden ocaklarında, tünellerde, ormanlarda, inşaat iskelelerinde, apartman ve asansör boşluklarında, hemzemin geçitlerinde, mermer ocaklarında, göletlerde, limanlarda, tarlalarda, tekstil atölyelerinde, direksiyon başında, servis araçlarında, film setlerinde ölmeye, yaralanmaya devam edecekler. Meslek hastalıklarına rağmen çalıştırılmaya zorlanacaklar.
Biz işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği somut tedbirler almak yerine hayâsızca fıtrat teorileri geliştireduralım, şehit edebiyatı yapalım, ölen işçileri cennetin kapıları önünde toplaşmış hayal edelim, olan bitenleri kader kısmet gibi ulvi kelamlarla izah etmeye kalkışalım, “işçinin, işyerinde, işyeri dışında veya işverenin işyeri dışındaki bir işinde meydana gelen ve işçiye bedensel/ruhsal olarak zarar veren olay”a “iş kaza”sı denecek. Şu anda “kaza”ya uğrayan kim bilir kaç sigortasız işçinin SGK’ya bildirim yapılmasın diye özel sağlık merkezlerinde gözlerden gizli saklı tedavi ettirildiğini, “kan parası” adı altında birkaç kuruş karşılığında kendisinin veya ailesinin nasıl susturulduğunu varıp da hesap edemeyeceğiz. Özel bir hastanenin işini yaparken elektrik akımına kapılarak ölen çocuk işçi Eren Eroğlu’nu sorumluluktan kurtulmak için başka hastaneye gönderen, dahası ailesini kandırmak için çocuğun cansız bedenine 2,5 saat kalp masajı yapan her türlü gerçeklikten kopmuş veya tam da bu ülkenin korkunç gerçekliğine batmış akıl bir kez daha tüylerimizi diken diken edecek.
Yok yok, biz bu tür yazıları ne yazacağız ne okuyacağız. İçimiz almaz bizim bir kere bu türden malumatı. Her anlamıyla “cennet” ülkemizde kayıt altına alınmış tek bir meslek hastalığı (stres, kalp hastalığı, mide hastalığı, bel-kas hastalığı, vs.) verisinin olmadığını, bu tür hastalıkların tıp profesyonellerince kamufle edildiğini öğrensek ne olur öğrenmesek ne?! Yıllardır kayıtsız kuyutsuz çalıştırılmış silikozis hastalarına ─büyük mücadeleler ve “özel” ricalar sonucunda─ “özürlüler” kapsamında maaş vermeyi kabul eden, ancak artık bir reflekse dönüşmüş kurnazlığıyla 3 aylık başvuru süresi şartını koyan devlete, hiç olmazsa TRT’den bir çağrı çıkaralım denildiğinde alınan yanıta/itirafa şimdi kalkıp da hayret mi edeceğiz: “Kaos çıkar! Ya 500 bin kişi gelirse?!”
Ölüm ve yaralanmaların meydana geldiği (sözde “kaza”lardan) düpedüz cinayetlerden sonra yetkililerin (yani sorumluların) yaptıkları açıklamaları bizim zavallı aklımız havsalamız nasıl alsın? 16 yaşındaki çocukların ağır işlerde çalıştırılmasına olanak sağlayan Çalışma Bakanı, “İşverenlerden çok para istiyorlar. Bu nedenle herkesi iş güvenlik uzmanı yapacağız,” dediğinde, şaka mı yapıyor acaba diye o gözlerine çakılı, o her daim donuk sırıtışın çözülmesini bekleyeceğiz. Aynı bakan, “Esenyurt’taki işçilerin ölümü kaza değil, ama kader,” dediğinde, 11 işçinin “kader”i “Burası başka bir dünya” sloganıyla açılışını yapan Marmara Park AVM’nin işçi çadırlarında yanarak ölmek mi diye soracağız. Yeni-yepyeni ve büyük-bümbüyük Türkiye’nin başka-bambaşka, eşi benzeri olmayan dünyalarında dolanırken kavramlar tel tel dağılıp gidecek: Mesela “Bize lütuf nedir?” diye sual eden olursa, bundan böyle herhalde Afşin-Elbistan termik santrali göçüğü üzerine konuşan genel müdürden alıntı yapacağız: “(Ben) bu olayı 11 ölü, birkaç yaralı ile atlatmaya Allah’ın lütfu diyorum.”
Biz bu yazıyı yazmayı ve okumayı bitirirken, ülkenin dört bir yanından yeni cinayet haberleri gelecek. İŞ’in vahameti giderek artacak. Dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisi olmakla övünenlerin takdirleri ve alkışları arasında kârlar ve “verimlilik” 3’e, 5’e, 10’a katlanacak. Kârın büyüdüğü, vicdan ve insanlığın küçüldüğü yerde son sözü Ülker işçisi Murat Topal söyleyecek: “Para ölsün, insanlar ölmesin.”
Niyazi Zorlu
İş Cinayetleri Almanağı2014, hazırlayan: Adalet Arayana Destek Grubu, 1Umut Yayınları, Nisan 2015.