Gündem

'İran sineması, niye sinirimizi bozuyor?'

'Yılmaz Erdoğan bir laf etti. Kendilerini entelektüel sayan çevrelerde kıyamet koptu'

16 Mayıs 2012 19:11

Selahattin Duman
(Vatan, 16 Mayıs 2012)

 

İran filmlerinin dünyada sürekli ses getirmesi.. Sektör olmadığı halde İran sinemasının harika filmler üretmesi bizim aydınların hem ezberini bozuyor hem sinirini.. Yılmaz Erdoğan’ın tespitleri üzerine çıkan niza da bu sebeptendir..

Yılmaz Erdoğan bir laf etti.. Kendilerini entelektüel sayan çevrelerde kıyamet koptu..

Lafın burasında “Kendini entelektüel sayma..” tarifini bilerek kullanıyorum..

Herhangi bir konuda, bir parmaklık derinlikleri olmadığı halde, kendilerini o konuda laf söylemeye yetkili görüp aklına geleni fütursuzca dillendirenleri ben böyle tarif ediyorum..

Bunlarla başa çıkılmaz..

Çünkü ellerine kalem, altlarına köşe verilmiş.. “Yaz oğlum..” demişler.. “Aklına geleni yaz! Elini, dilini tutan yok..”

Patrona, patronun ailesine, yakın çevresine bulaşmadıkça, hatta siyasal beklentilerine taş koymadıkça akıllarına geleni söylemekte özgürdürler..

***

Yılmaz Erdoğan’ın akıllılık edip de katılmadığı niza bu yüzden tek taraflı kaldı..

“Sanata en büyük darbeyi geleneklerle bağı koparmak vurdu..” lafı başlatmıştı nizayı..

Yılmaz Erdoğan, geçtiğimiz günlerde “Film Arası” adlı bir sinema dergisine röportaj vermiş..

Derginin ortadaki dört sayfasını dolduran uzun bir röportaj.. Soruları, röportajı yapan Gülcan Tezcan adındaki hanım kız hazırlamış.. Akıllıca şeyler sormuş..

Belli ki önceden tasarladığı röportajın kafasında oluşan sanal kurgusunda ciddi beklentileri var..

Can alıcı soru da şu mealde..

“Neden İran sineması çok mükemmel örnekler çıkarıp, adından söz ettiriyor da biz bunu beceremiyoruz?”

 

Sektörleri yok...

 

Öyle ya! İran, bizim algımıza göre şeriata dayalı, bireysel özgürlükleri fazla sallamayan bir rejimle yönetiliyor..

Sinemaları, bizimki ile kıyaslandığında, doğal olarak sektör bile sayılmaz..

Hani bizim sinemanın biti, Özal iktidarının ilk yıllarında yeni yeni kanlanmıştı.. Senede eli yüzü düzgün bir düzine film çıkarabiliyorduk ya!

İran sineması bizim o yıllarımızı yaşıyor..

Ve geçen yıl çıkardığı filmlerden biri, Hollywood’un en büyük ayini olan Oscar’lı yarışmada “En iyi Yabancı Film” ödülünü alabiliyor..

Üstelik şimdiki İran rejiminin “Bizi kötü gösteriyorsunuz, ödül alırsanız fena yaparız..” tehditlerine rağmen..

O filmi izledim.. Gerçekten çok güzeldi..

Kaldı ki o filmden çok daha iyi İran filmleri de izledim.. “Sarhoş Atlar Zamanı”ndan başla, sırala gitsin.. Hepsi de seyrederken insanın kanının çektiği filmler..

Benzer coğrafya, benzer din ve kültür.. Birbirine benzeyen insanlar.. Aynı baskılar, eziyetler, şikâyetler..

Onlardan çıkıyor da bizden niye çıkmıyor?

“Gelenekten kopma!”

Bir gün içinde “Harf Devrimi” yaptık.. Üç ay içinde herkesi adını soyadını yazar hale getirdik.. Onunla övündük..

Ama yeni kuşaklar, yeni harflerle yetişene kadar koca bir toplum “okuma eyleminden” fiilen koptu..

***

Okumak isteyene de Tek Parti rejimi, kendi seçtiklerini dayattı..

Bin küsur senede birikmiş kavramlar tahrif edildi.. Değerler yok sayıldı.. İstenmeyenin üzeri çizildi..

Sonunda Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi “Beş yüz yıllık Divan Şiiri” ile bağımız koptu..

Nabi’yi, Fuzuli’yi, hatta Nedim’i anlamayan kuşaklar.. Lise ve dengi okullarda Edebiyat Dersi’nin içine sıkıştırılmış bir avuç divan beytinin etrafında dönen Osmanlıca..

En nihayetinde “alay etme noktasına” gelinen beş yüz yıllık şiir geleneği..

Tek Parti ile başlayan değişim, bebelere yeteneği olsun olmasın altı sene resim dersini zorla uygulattı..

Okullara “Seçmeli Osmanlıca Dersi” koymayı akıl edemedi.. Veya istemedi..

 

Nabi de kim be?

 

Yılmaz Erdoğan, röportajı boyunca bunu eşeliyor ve son derece yüklü tespitleri ile meseleyi dillendiriyor..

Şiir yazmayı ve söylemeyi, bütün sanatların başlangıç noktasına koyup “zaafı burada aramak” bir aydın olarak bu ahaliye yaptığı büyük hizmetlerden biri..

Sinemada “ezan sesi” meselesi ise koca bir röportajın sonunda “gelenekten kopma” üzerine yaptığı sıradan bir benzetme..

Meselenin aslına dönük bir benzetme değil üstelik.. Tarifi yanlış bile olabilir..

Ama meseleyi buradan yakalamak, oynayıp yönettiği “Noel Baba” filminden giderek “Ezanı savunmak Noel Baba’ya mı düştü?” diye kafa bulmak ne?

Tek taraflı sataşmaların birinde bile “Çocuklarımız Nabi’yi Nefi’yi niye anlamıyor?” ara başlığı yok..

Varsa yoksa Noel Baba filmi ve ezan söyleminden Yılmaz’ı bu hükümet adamlarına yaranmaya çalışıyor gibi gösterme..

Kaldı ki, dillerine doladıkları Noel Baba filmindeki Yılmaz Erdoğan, ekmek parası uğruna içine sindiremediği bir kalıbın içinde çırpınan bizden birini anlatıyor..

Onu bile anlamazlıktan gelmişler..

Türk Sineması diye belletilen Yeşilçam Sineması birkaç masalın etrafında dönüp duran formatların ısıtılıp ısıtılıp önümüze konmasıydı..

O sinemayı yapabilenler de Tek Parti tezgâhından çıkma aydınlardı..

Yılda iki yüzün üzerinde film üretiyorlardı.. En az yarısında da “ezan sesi” vardı.. Ne var ki Yılmaz Erdoğan’ın “sinemaya giremedi” dediği ezan sesi bu değil..

Besbelli, Yeşilçam kalıpları içinde hiç yer almayan geleneksel muhafazakâr yapının hikâye edilememesinden söz ediyor..

***

Yoksa Yeşilçam yönetmenleri de işin ticari boyutunu kavramıştı..

Filmin ezik kadını mutlaka Eyüp Sultan’a götürülürdü.. Fonda bir ezan sesi, daha sonra bir mezarlık sahnesi olurdu..

Bunlar ticareten gerekli olan unsurlardı.. Aynı filmlerde illa ki bir dansözün göbek atması şart olduğu gibi..

Yılmaz Erdoğan’ın kastettiği bu olsa biz de mevzuya zıplar “Yanılıyorsun..” derdik.. Düz algılı, köşeli kafalılarla pişti olurduk!

Bunları, olur da bu tartışmalar önünüze kadar gelir, anlamadan, bilmeden lafa zıplayıp kendinizi madara edersiniz diye yazdım..

Onun için de önce http://www.filmarasidergisi.com adresine girin.. O röportajı başından dibine bir okuyun bakalım.. Sonra lafa karışırsınız.