Levent Pişkin
2007 yılında Trabzon İl Jandarma Komutanlığı’na yapılan bir ihbarla başlayan ve emekli bir astsubayın Ümraniye’deki evine yapılan baskında 27 adet el bombası ve bir örgüt şemasının bulunmasıyla devam eden Ergenekon davası geçen hafta nihayete erdi. Kimilerine göre bir hesaplaşma, kimilerine göre ise “iktidar çatışması” olarak kodlanan davanın siyasi tarihimizdeki önemini henüz kavrayabilmiş değiliz. Bir gün olur da kavrarsak, çok geç olmamasını, en azından genç ömrümün vefa etmesini temenni ediyorum şimdilik… Ve fakat tren istasyondan kalktıktan sonra gara ulaştığımız tespiti günümüz için vâkî. Şöyle ki Türkiye’nin en önemli yüzleşme davalarından biri olma ihtimalini haiz olan bir dava sahipsiz bırakıldı, iktidarın insafına terk edildi. Adalete, vicdana ve insafa ihtiyaç duymayan iktidara…
İktidarın otoritesini davayla pekiştirenlerin olduğunu dava sonucunda iddia edenlerin yanı sıra, dava başladığında sol kamuoyunda iki görüş hâkim olarak dillendirildi: “iktidar çatışması” ve yüzleşme fırsatı”. Yazı bu ikiliğin devamını arzulamıyor, haşa sümme haşa! Bilakis bu ikili düşüncenin birbirine laf yetiştirme telaşından davanın gidişatını nasıl etkileyemediğimizi, “üçüncü seçenek” mümkün deyip nasıl güç odakları arasında birbirimizi sıkıştırdığımızı anlatmak ister. Meramımızı az biraz açtıktan konuya da girizgâh niteliğinde bir giriş yaptıktan sonra maziye, akıbetimize ve ahvalimize bir göz atalım:
Zaman zamanda, kalbur samanda iken, otoriter AKP demokrat, “mağdur” ordu darbeci iken Trabzon İl Jandarma Komutanlığı’na nerden geldiği anlaşılmayan bir ihbar geliyor. Bu ihbar İstanbul İl Jandarma üzerinden Emniyet Müdürlüğü’ne aktarılıyor ve süreç başlıyor. İtalya’da ortaya çıkan “derin devlete” benzer bir yapılanmanın olduğu yani bir “gladio” yapılanmasının şemasının bulunduğu ilk operasyondan sonra söylenenlerden. Bu demokratikleşmeyi savunan, derin devletin ya da kontrgerillanın açığa çıkarılmadan demokratikleşmenin mümkün olmadığını dile getiren herkesi heyecanlandırması gereken bir haberdi. Ama malumumuz olduğu üzere büyük bir heyecan ve kitlesel eylemler beklerken “yiyin birbirinizi” seslerini işitmeye başladık. Zira Türkiye’de muhalefet “anti” olma hali üzerinden yürütülüyordu. Şöyle ki iktidar ne eylerse kötü eyler ezberine varlığımızı armağan etmiştik. Öyle ya, “AKP mi yargılayacaktı derin devleti?” bu ancak ve ancak sistem içi bir çatışma olabilirdi ve tabii ki bu sorunu sadece devrim çözerdi. Halk mahkemeleri kurulur, failler “hukuka ve adalete” uygun bir biçimde yargılanırdı devrimden sonra, bunun üstüne söz söylersen halk düşmanı liberal olmaman kaçınılmazdı, son kertede birçoğumuzun ilan edildiği gibi. Bu noktada şunu belirtmekte fayda var: “AKP mi yargılayacak derin devleti?” sorusu doğru ve yerinde bir soruydu. Ve fakat doğru soru sormanın önemini kavramış bir sol muhalefet doğru cevabı veremedi. Evet-hayır bağlamındaki cevaptan değil, gerekçeli cevaptan bahsediyorum. Zira biliyoruz ki hepimiz bu soruya “hayır” diyorduk. Hayırda hayır vardır deyip devamını getiremiyorduk, getiremezdik, varoluşumuza aykırıydı, “anti”ydik çünkü biz. Bir de biz az biraz “ben demiştim” demeyi severiz, öyle bir tarihsel okuma yaparız ki gelecek ayaklarımızın altına serilir çünkü. Tek eksiğimiz o okumada kendimizi tarih sahnesine koymayışımız oldu, koymadığımız için geleceği tahmin edebildik, değiştirme gücü bizdeydi çünkü iktidarda değil. Biz sahneden çekilince, gelecek 657’ye tabii bir memurdu o saatten sonra. İktidar evirir çevirir, sürer ve tayin ederdi. Geçmişimizi çalan iktidara bir de geleceğimizi teslim ettik. Derini sığlaştıracağına kendisi için koruyan, katili terfi ettiren, katliam yapan ve giderek otoriterleşen AKP, ittihatçılığa sahip çıktı, kurucu ideolojiyi özümsedi ve geleneği bozmadı. Biz demiştik ama bunu, çünkü kendimizi görmezden gelip denklemin içine yerleştirmemiştik. Soru kolaylaşmıştı ve sınav çoktan seçmeliydi. AKP otoriterleşecekti, aksi tesadüf olurdu ki çok iyi biliriz tarihte tesadüfe yer yok, tıpkı “gölgemizin ve ayak izlerimizin” davada olmadığı gibi…
Tren eksik yolcuyla kalktı, makinisti olmadan hareket etmeye koyuldu. Biz dışarda kalmıştık. Makinisti olmayan, yolcusunu beklemeyen tren nasıl ve nereye gidecekti? Kaza olmayacak mıydı? Dışarda kalanların mağduriyetleri ne olacaktı? Onlarca soruyla kalktı tren. Eski bir tır şoförünü makinist koltuğuna oturttular, ne kadar idare edebildiyse etti, varacağı yeri, izleyeceği rotayı bilmeden “harala gürele” yola koyuldu. Böylece devletin derinlerine nüfuz edemeyen bir dava kaldı elimizde. Gittikçe bayağılaşan işbu dava hepimizi zavallı kıldı. Derinlere kendisi için nüfuz eden iktidar ipi eline aldı, davayı sulandırdı, yüzleşme(kısmî) hayaldi imkânsız oldu. AKP kendi hesabını gördü, defteri kapattı.
Bir kısmımıza davanın hukuka ve adalete uygun yürütülmediğini, adil bir ceza yargılaması olmadığını söylemek düştü ki bu politik bir tercihti, ama bilinçli ama bilinçsiz... Bu dava özelinde usulün bu kadar ön plana çıkarılması, Ergenekon taifesinin, “bilinçli olarak” esası görünmez kılma çabasıydı. Davayı usulsüzlük üzerinden toplumsal anlamda aklama çabasıydı. Çünkü sözü geçen usulsüzlük iddiaları ve demokratik hakların gasp edilmesi davanın meşruiyetini sarsıcı nitelikte ve fakat tır şoförüne emanet edilen bir trenden ne beklersiniz? Dava yüzleşme değil mağdur yarattı. Senelerin azılı katilleri, hak hukuk tanımayanları bir anda mağdur oldular. İnanmadıkları, engel gördükleri hukuka sığınıp kendi yarattıkları ceza adaleti sisteminin mağduru oldular; “bir kısmımıza” göre… Ama hepimizin ortaklaştığı nokta diğer suçlardan da yargılanmaları gerektiğiydi. Sadece mevcudun değil, tümünün insanlığa karşı işledikleri suçlardan yargılanması gerekliydi. Biz bunu garda diğer treni beklerken söyledik.