Dünya

'İktidar Güçlendikçe Eleştiriye Daha da Hoşgörüsüz'

Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü Türkiye temsilcisi gazeteci Erol Önderoğlu, Türkiye'de basın özgürlüğünün geçmişten bugüne karşı karşıya olduğu sorunları DW'ye değerlendirdi.

03 Mayıs 2015 14:11


Basın özgürlüğü sizin için ne anlama geliyor?

Medya özgürlüğü, kamuoyunu bilgilendirmenin yasal ve yerleşik standart olarak hak olduğu bir toplumda gazetecilerin kamu yararı olan tüm meselelerde kamu makamlarından ve toplumdan çekinmeden ve sindirilmeden haber verebilmeleri, bilgilendirebilmeleri ve eleştirebilmeleridir.

Bu konudaki kişisel tecrübeleriniz ne yönde oldu?

PKK örgütüyle Güneydoğu’daki savaşın etkili olduğu 90’lı yıllarda gazetecilik zaten Genelkurmay ve Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) gölgesinde şekillendiriliyor, güvenlik kuvvetlerinin işlediği ihlaller ve güvenlik politikaları eleştirilemiyordu. Kısacası, büyük ağırlıkla izinli gazetecilik söz konusuydu.

Pek çok uluslararası ve ulusal hak örgütü gibi Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) de asker çevresince benimsenmiyor, zaman zaman da dönemin bazı ana akım medya organlarının hedefine oturtuluyordu. 2001 yılında, gazeteciliğin askeri politikalarla baskı altında tutulmasına karşı Sınır Tanımayan Gazeteciler'in (RSF) Paris’teki Saint Lazare Garı’nda düzenlediği eylem, RSF muhabiri olarak İstanbul’da telefonla tehdit edilmeme neden olacaktı.

Paris merkezli bir tek sivil toplum örgütünün, dünyadaki birçok yetkili gibi, Türkiye için dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun fotoğrafını da “Basın Özgürlüğü Düşmanı” olarak Garı’nda sergilemesi, neredeyse Fransa-Türkiye arasındaki ticari, askeri ve politik ilişkilerin sonunu getiriyordu.

“İstenmeyen” medya organları ve sivil toplum örgütleri, Başbakanken ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra da Erdoğan’ın sözlü saldırılarından paylarına düşeni sırayla aldılar. Gezi eylemlerinden beri Türkiye ve uluslararası medya temsilcilerinde “dış komplo”nun izlerini süren Erdoğan, Türkiye’nin neden gazetecilerin en çok şiddet gördüğü ülke olduğu sorununu bir kenara bırakıp, 2014 Bilançosu’nda “İsrail” adının geçmediğini savunduğu RSF’ye kamuoyu önünde saldırıyordu. 13 yıl arayla yaşanan bu iki durum, Türkiye’nin kat ettiği yolu da özetliyor.

Türkiye'de basın ve bilgi özgürlüğü konusunda ne tür eksiklikler var?

20 yıl önce ileri gelenlerin düşman gözüyle baktığı ve “bölücü” diye damgaladığı sivil toplum, 15 yıldır Avrupa Birliği adaylık ve üyelik müzakereleri yürüten bugünkü iktidar için de bir o kadar istenmeyen, dışlanan ve itibarsızlaştırılan bir çevreyi oluşturuyor.

AB politikalarını belirlerken, yasa çıkarırken ve örneğin Türk Ceza Kanunu’nu değiştirirken muhalefet partileri, gazeteci örgütleri ve diğer hak örgütlerine karşı çatışmacı bir ilişki kuran hükümet, güçlendikçe kendisine destek vermeyenlere karşı daha da hoşgörüsüz yaklaştı. Sorun kültürel olduğu için AKP, gazeteciliğin ve medyanın çağdaş bir dünyada sahip olması gereken hakları teminat altına almaya da yanaşmadı. Böyle olunca da kimse, 2014’te İnternet sansürü yaygınlaştırılırken (TİB Kanunu) ve istihbarat güçlendirilirken (MİT Kanunu) hangi temel hakların çiğnenebileceği tabi ki tartışma konusu edilmedi. Mizaha hoşgörüsüz yaklaşıldığı, en demokratik bir eylemin “komplo” olarak görüldüğü, gazeteciliğin ceza davalarıyla bastırıldığı, “güvenlik” gerekçesiyle yayın yasağı getirmenin alışkanlık halini aldığı bir dönemdeyiz.