Hong Kong'da yaklaşık 9 hafta önce başlayan protesto gösterileri, taleplerine yenilerini ekleyip yayılarak, sertleşerek, günlük yaşamı sarsarak devam ediyor. Çeşitli iş kollarından sendikaların, kamu çalışanlarının da katılması beklenen yaygın grevler gündeme geliyor.
Hong Kong'un Çin Halk Cumhuriyeti'ne bağlı yönetiminin ve Çin'in merkezi yönetiminin de protesto eylemleri karşısındaki tutumları giderek sertleşiyor. Pazartesi günü, yarı resmi China Daily gazetesi, Hong Kong'da bulunan Kızıl Ordu garnizon komutanının, olayların "Bir ülke-iki sistem ilkesini tehlikeye attığını" ileri sürerek "asla kabul edilemez olduğunu" ve "gerekirse müdahale edebileceklerini" açıkladığını aktarıyordu. South China Morning Post gazetesi ise Hong Kong'da tırmanan olayları "bir siyasi ve ekonomik krize yol açıyor" şeklinde tanımladı.
Çin yönetiminin geçen ay yayımladığı "Yeni Dönemde Çin'in Ulusal Savunması" başlıklı raporun optiğinden bu gelişmelere bakınca akla, Hong Kong "Bir 'Yeni Soğuk Savaş'ın platformu mu oluyor?" ve "Tiananmen Meydanı katliamına doğru mu gidiliyor?" gibi sorular geliyor.
Küreselleşmenin bir kilit noktası
19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere tarafından sömürgeleştirilen Hong Kong, o yüzyılın sonunda başlayan ilk küreselleşme döneminde hızla bir ticari, mali merkez olarak yükseldi. Daha sonra Çin iç savaşından kaçanların da katılımıyla bu gelişme daha da hızlandı.
İkinci Dünya Savaşında Japonya tarafından işgal edilen Hong Kong, savaştan sonra yeniden İngiltere yönetimine döndü. Bundan sonra Hong Kong'un ticari ve mali öneminin arttığını, bu kez Çin'den kaçanların katkısıyla hızla sanayileşerek "Asya Kaplanları" kategorisine giren bir gelişme sergilediğini görüyoruz.
Çin, Deng Xiaoping döneminde piyasa ekonomisine geçmeye, neo-liberal küreselleşme sürecine katılmaya başladığında, Güney Doğu Asya bölgesinde faaliyet gösteren Çin diasporasının sermayesinin Çin ekonomisine geri dönmesinde, bunu yabancı sermaye akımının izlemesinde, böylece başlayan yıllık yüzde 10 dolayındaki olağan üstü hızlı büyümede Hong Kong ekonomisi kritik bir köprü ve platform oldu.
1980'lerde başlayan 2. Küreselleşme döneminde, İngiltere, Hong Kong üzerindeki egemenliğini 1997'de Çin'e devretti. Bundan sonra Hong Kong, Çin'in bir ekonomik ve siyasi güç olarak yükselmesinde büyük rol oynadı.
İngiltere ve Çin arasında yapılan transfer anlaşmasında, geçiş süreci 50 yıl sürecek bu dönem boyunca, Hong Kong temel yasalarını ve ekonomik sistemini, idari modelini koruyacak, Çin savunma ve güvenlik konularında egemen olacak, Hong Kong yöneticisinin de atanma sürecini belirleyecekti. Hong Kong böylece "tek ülke-iki sistem" olarak adlandırılan bir model içinde Çin'in egemenliği altına giriyordu.
İki sistem çatışıyor
Çin'in ekonomik olarak yükselişinin siyasi biçimler, hegemonya eğilimleri de üretmeye başlamasına paralel olarak Hong Kong üzerindeki etkisini, bireysel hakları, özgürlükleri kısıtlama, kendi iradesini dayatma yönünde artırmaya başladığını görüyoruz.
Çin yönetimi, 2014'te Hong yöneticisinin seçilme sürecinde adayları belirlemesine izin veren bir yasa değişikliği önerisi dayatınca, "iki sistem" arasındaki sosyal gerginlik hızla su yüzüne çıktı ve "Şemsiye Devrimi" olarak anılan protesto gösterileri patlak verdi. Bu protesto gösterilerinde demokratik hak taleplerinin yanı sıra, Çin yönetiminde büyük kaygı yaratan bir "bağımsızlık" talebi de ortaya çıktı.
"Balık köftesi devrimi" olarak anılan ikinci önemli gerginlik 2016'da, Çin Yılbaşı kutlamalarında izinsiz sokak satıcılarını hedef alan baskıya tepki olarak patlak vermiş, hızla sokak çatışmalarına dönüşmüş, "bağımsızlık" talebi ve bir Hong Kong milliyetçiliğini ifade eden sloganlar gündeme gelmişti. Hong Kong yönetiminin olayları "isyan" olarak nitelemesi, tutuklananlara 20 yıla kadar hapis cezası verilebileceği anlamına geliyordu.
Birçok gözlemci, yönetimin bu tanımlamaya dayanarak hareketin lideri olduğunu düşündüğü göstericilere ağır hapis cezaları vererek demokratik hareketin birçok ılımlı ve deneyimli siyasi liderini tasfiye ettiğini ileri sürüyor. Böylece geride radikal ve belirgin bir programdan yoksun itirazcı grupların kaldığı, bu son protesto gösterilerinin bu kadar şiddetli yaşanıyor olmasının bu radikal unsurların etkinliğinden kaynaklandığı ifade ediliyor.
Son yıllarda gerek Hong Kong gerekse de Çin yönetimi, bu protesto gösterilerini "Arap Baharı" olaylarına, "renkli devrimlere" benzetiyor; Batı'nın kışkırtmalarının, komplolarının ürünü olduğunu iddia ederek tutumlarını sertleştiriyorlar.
'Kask Devrimi'
Son protesto gösterileri, Hong Kong yönetiminin, kimi zanlıların, kaçan muhaliflerin yargılanmak üzere Çin'e iade edilmesine olanak verecek bir yasa taslağını gündemine almasıyla patlak verdi.
Gösteriler sırasında polisle çatışanların fabrika ve şantiyelerde kullanılan güvenlik kasklarından giyiyor olmaları, hareketin kısa sürede, bir işçi sınıfı bağını da ima eder biçimde, "Kask Devrimi" olarak adlandırmasına neden oldu.
Polis protestoları önlemekte yetersiz kalınca, Hong Kong yönetimi kısmen geri adım atarak yasa taslağı önerisini askıya aldığını açıkladı, ama tamamen geri çekmedi. Bunun üzerine protesto gösterilerinin şiddeti arttı; yasa tasarısının tamamen geri çekilmesi talebinin yanına, Hong Kong yöneticisinin istifası, yöneticinin serbest ve genel seçimlerle seçilmesi, bambu sopalarla göstericilere ve oradaki sıradan halka saldıran yerel mafya (TRİAD) üyelerinin yakalanması, polis-TRİAD bağlantısının soruşturulması ve orantısız şiddet kullanan polislerin cezalandırılması talepleri eklendi.
Gösteriler sırasında Çin amblemlerine siyah boya atılması, Hong Kong meclis binasını işgal çabaları, Çin yönetiminin ve "tek ülke-iki sistem modelinin" hedef alındığını, bağımsızlık arzusunun ve talebinin daha da güçlendiğini gösteriyordu.
Şimdi, Çin yönetiminin risk algısı hızla güçleniyor; Çin yayınlarında ve demeçlerinde ABD ve Tayvan yönetimleri giderek daha sert bir dille suçlanıyor. Protesto gösterileri sertleşip yaygınlaştıkça, Hong Kong adeta yönetilemez duruma geliyor; Kızıl Ordu'nun doğrudan müdahale etme olasılığı artıyor.
Hong Kong'da kimi siyasi yorumcular, Çin Devlet başkanı Şi Cinping'in orduyu devreye sokma konusunda kararsız kaldığını, ülke içinde ve uluslararası alanda büyük sarsıntı yaratabilecek Tiananmen benzeri bir olayın yaşanma riskini almak istemediğini vurguluyorlar.
Diğer taraftan aynı gözlemciler, Şi'nin gerek halkın gözünde, gerek parti içinde, gerekse de bölgede zayıf görünmekten, saygınlığını kaybetmekten, Çin'in yükselmekte olan hegemonya sürecinin zarar görmesinden korktuğunu, yönetim içinde farklı gruplaşmalar arasındaki rekabetin de karar alma sürecini aksattığını düşünüyorlar.
Yeni Dönemde Ulusal Savunma
Gelişmelere, Çin yönetiminin geçen ay yayımladığı "Yeni Dönemde Ulusal Savunma" başlıklı raporun optiğinden bakınca, son protesto gösterilerinin kirik bir öneme sahip olduğu, bu gelişmelerin de adeta yeni bir "Soğuk Savaş" bağlamında değerlendirildiği görülüyor. O raporun ayrıntılı bir değerlendirmesi bir başka yazının konusu. Ancak burada üç noktayı vurgulamak sanırım yeterli olacaktır.
Birincisi, Çin bölgede ve dünyada yükselme projesinin karşısında en önemli engel olarak ABD'nin etkisini ve gücünü görüyor. Bu bağlamda, Ulusal Savunma raporunda ABD ana hedef olarak beliriyor.
İkincisi, Çin toprakları sayılan kimi bölgelerdeki toplumsal, ekonomik, etnik sorunların, dış güçler tarafından, Çin'in iç istikrarını bozmak, bir çatışma anında, kendini savunma gücünü zayıflatmak için kullanılabileceği belirtiliyor. Bu bağlamda raporda öncelikle üç bölgenin adı öne çıkıyor: Tibet, Sincan ve Tayvan.
Üçüncüsü, Çin'in gerek bu bölgelerde gerekse de Güney Çin Denizi'nde egemenlik haklarını korumak için savaşmaktan çekinmeyeceği vurgulanıyor.
Çin, "büyük stratejisinin" önündeki en büyük engel olarak ABD'yi gördüğünden "Yeni Dönemi" adeta yeni bir "Soğuk Savaş" olarak algılıyor. Çin'in, Hong Kong olaylarında ABD ve Tayvan parmağını görmesi de bu bağlamda, Hong Kong'u da yukarıda değinilen üç bölgeye eklediğini, ne pahasına olursa olsun denetimi elinden kaçırmamaya kararlı olduğunu düşündürüyor. Bunun da bir Kızıl Ordu müdahalesi olasılığını giderek artırdığını…