Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı’nın her yıl verdiği "Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü"ne bu yıl T24 yazarı ve Bağımsız Gazetecilik Platformu P24 Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Cemal değer görüldü. “Ödül hakkında konuşmak istemiyorum. Bu ödül sadece bana değil, bağımsız gazetecilik için mücadele eden tüm meslektaşlarıma verildi” diyen Cemal, 14 Aralık operasyonuna ilişkin olarak, "Biz, Tayyip Erdoğan’ın darbe girişimine tanık oluyoruz. Adeta freni patlamış bir kamyon gibi… Erdoğan, demokrasi ve özgürlükten çalmaya devam ediyor" diye konuştu. Türkiye'de basın özgürlüğüne uygulanan baskı sonucu gelinen noktada gazetecilerin de özeleştiri yapmasını vurgulayan Hasan Cemal, "Biz gazeteci milleti; bugüne kadar bağımsız gazeteciliğin ilke ve kurallarına, etiğine tam olarak sahip çıkamadık. Bunu yapabilseydik, hatta gazete patronlarına karşı da savunabilseydik; belki patronlar da gazeteciliği, iktidara karşı savunabilirlerdi" ifadelerini kullandı.
Taraf gazetesinden Tunca Öğreten'in sorularını yanıtlayan (22 Aralık 2014) T24 yazarı Hasan Cemal'in açıklamalarından satır başları şöyle:
14 Aralık’ta Zaman gazetesi ve Samanyolu TV’ye operasyon yapıldı. Onlarca gazeteci, yazar, yönetmen ve hatta senarist gözaltına alındı. Hükümetin, bu operasyonu; geçen yıl 17 ve 25 Aralık’ta hakkında çıkan yolsuzluk iddialarıyla ilgili haberler üzerine intikam almak için yaptığı konuşuluyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Gazetecinin yaptığı haberden, yazarın yazdığı yazıdan, sinemacının çektiği filmden, senaristin yazdığı senaryodan dolayı böylesine hoyratça alınıp içeri atılması; demokrasi, özgürlük ve hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Türkiye’de özgürlüğe kabaca yapılmış bir tasalluttan başka bir şey değil bu. Aynı zamanda dikta rejimine atılan yeni bir adımdır da. Erdoğan iktidarı, tek adam rejimi kurmak için yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti tanımıyor ve kendi bildiği yolda gidiyor. Erdoğan kalkıp, “Bizim Avrupa Birliği diye bir derdimiz yok” dedi. Elbette onun böyle bir derdi olmadığını biliyoruz. “Hukuk devleti, ifade özgürlüğü, demokrasi, kadın erkek eşitliği, bağımsız medya” diye bir derdi olmayan adamın, AB ile zaten olamaz. AB’yi AB yapan bütün standartlara sırtını dönmüş, başka tehlikeli sularda yüzen bir Erdoğan var karşımızda.
“Tehlikeli sular” derken neyi kastediyorsunuz?
Dikta ya da tek adam rejimini kastediyorum. Bu, Erdoğan’ın Putinleşme süreci. Daha geçen gün kendi başdanışmanı Binali Yıldırım bir açıklama yaptı, “Türkiye’de fiilen yarı başkanlık sistemi uygulanıyor” diyerek. Üstelik Anayasa falan değişmedi henüz.
Bu operasyonun devamı gelir mi?
Biz, Erdoğan’ın darbe girişimine tanık oluyoruz. Adeta freni patlamış bir kamyon gibi… Erdoğan, demokrasi ve özgürlükten çalmaya devam ediyor.
Tüm bunlar yaşanırken, medyanın işini hakkıyla yaptığını düşünüyor musunuz?
Bu da başka bir sorun tabii ki. Medya adam olmadan, demokrasi adam olmaz. Biz gazeteci milleti; bugüne kadar bağımsız gazeteciliğin ilke ve kurallarına, etiğine tam olarak sahip çıkamadık. Bunu yapabilseydik, hatta gazete patronlarına karşı da savunabilseydik; belki patronlar da gazeteciliği, iktidara karşı savunabilirlerdi.
Nasıl?
Bakın, Başbakan bir medya patronuna telefon açıp, ağlatana kadar azarlayabiliyor. Ondan sonra da durumdan vazife çıkaran o patron, bir takım yazarların ve gazetecilerin işine son veriyor. Türkiye’de buna direnemeyen bir gazeteci topluluğu var. Gazeteciler buna ses çıkarmazsa patron ne yapsın.
Elikolu bağlanmış gazeteciler aksini nasıl gerçekleştirebilir?
Basına, medyaya farklı bir sermayenin girmesine hep karşı oldum. Bu sorun daha önce Avrupa ve ABD’de de yaşandı. Ancak Batı’da buna farklı bir çare bulundu: Ciddi gazetelerde yöneticiler, patronlarıyla editoryal anlaşmalar yaptı. Yani gazete patronunun dışarıdaki işleriyle, gazete içindeki işleri arasına bir çizgi çekilerek patrona şu söylendi: “Senin iş menfaatlerinle, gazetecilik faaliyetlerimizi birbirine karıştırmayacağız. Hatta basın dışı işlerinle ilgili haberler geldiğinde, ona herhangi bir haber muamelesi yapacağız.” Böylece basın dışından gelen sermaye, gazeteciler tarafından kontrol edilebilir hale geldi. Bunun en iyi örneklerinden biri, ABD kapitalizminin amiral gemisi olarak nitelendirilen Wall Street Journal’in, 2007’de Murdoch’a satılmasıydı. Satış sırasında gazetenin yöneticileri oturup, hem gazeteyi satan, hem de satın alan yeni patronla anlaşma yaptı. “ABD kapitalizmi” deyip eleştiriyoruz ama bizde tam tersi oluyor.
Peki, ne yapılmalı?
Önce kendi mesleğimize sahip çıkmalıyız. Mesela 14 Aralık operasyonuyla ilgili haberler de hakkıyla medyada yer bulmadı. Bunun için birilerinin arayıp emir vermesine bile gerek kalmadı. Türkiye medyası üzerinde öyle bir korku yaratıldı ki, “Aman dikkat” diyerek otosansür uyguladılar.
Siz bu tür gazeteciliği nasıl tanımlıyorsunuz?
Daha önce Türkiye’de “Emret komutanım” gazeteciliği vardı. Şimdiyse “Beyefendi rahatsız olmasın” gazeteciliği var. Ben Milliyet’te çalışırken gazete patronları ile genel yayın yönetmenleri, “Aman beyefendi rahatsız olmasın. Haberlere ona göre bakın” derdi.
“Emret komutanım” mı, yoksa “Beyefendi rahatsız olmasın” gazeteciliği mi daha sıkıntılı?
“Emret komutanım” gazeteciliğini sadece darbe günlerinde yaşamadık. Kıbrıs meselesinde, Güney Doğu ve Kürt sorunu konularında da vardı… Gazeteyi “cart” diye, tek emirle kapatırlardı. Ancak Erdoğan’ın farkı yıllara yayarak; medya üzerinde hakimiyet kurması oldu. Mesela Sabah- Atv grubu başka birine devredildi ama kontrolü hep iktidarın elinde oldu. Erdoğan ve iktidarı, büyük ihalelerle kendine tabi kıldığı bir medya mekanizması yarattı. Bu medya grupları, devletle işi olan işadamları arasında paylaştırıldı. Bu arada vergi sopası gösterilerek, farklı gruplara da gözdağı verildi. Erdoğan’a tabi olan bu medya gruplarının yöneticileri, artık neyin haber olacağını, neyinse olmayacağını öğrenmiş durumdalar. Bir kısımsa…
Evet…
Bir kısımsa bazı TV programlarında ve köşe yazılarında dirense de, korkutulmuş, sindirilmiş durumda. Yani darbe zamanlarında medya nasıl tam anlamıyla kontrol altında tutulduysa, bugün de bu saydığım yöntemlerle medyanın üzerine bir kapak kapatıldığını görüyoruz.
Peki, muhalefet var mı Türkiye’de?
Çok etkili, ciddi, vurduğu yerden ses getiren bir muhalefet yok. Bugün, bir iktidar alternatifi sunamayan CHP, “Kürt meselesini senden daha iyi çözerim” ya da “Ekonomiyi senden daha iyi yaparım” diyerek Türkiye’nin temel sorunlarına dair programlar hazırlamıyor. Dolayısıyla Kürt sorununa dair çözüm sürecini PKK ile iktidar yürütüyor. Ama şu var; Kürt meselesinin çözümü, demokrasiyle iç içe olan bir konu. Erdoğan iktidarı demokrasi ve hukuktan uzaklaştıkça, Kürt meselesi çözümünden de uzaklaşmış oluyor. Bunu Kandil ve İmralı’nın da gördüğü kanısındayım.
“Muhalefet partilerinin ciddi çözüm önerileri yok” diyorsunuz. Peki, sokaktan, yeni bir muhalefet çıkması mümkün mü?
Demokrasi ve hukukun bu kadar kabaca ezildiği bir yerde Gezi tarzında patlamalar yaşanabilir.
Polise verilen son yetkilere rağmen mi?
Neden olmasın? Yasalar çıkmadan önce Erdoğan iktidarı, polisi olanca şiddetiyle göstericilere karşı kullanmıyor muydu sanki? Operasyondan sonra Erdoğan, AB’nin tepkisini eleştirdi ve “AB, benim derdim değil” dedi.
Peki, AB toplumun derdi mi?
AB, bir barış ve demokrasi projesidir. Kopenhag kriterlerini bu yüzden kabul ettik ve yüzümüzü Batı’ya döndük. Ancak iktidarın şu an yaptığı gibi; “Ben AB falan dinlemem“ dersen, yarın yabancı sermayeye cazip gelmezsin. Yabancı sermaye, demokrasinin, hukukun olmadığı ve işiyle ilgili kararların bir diktatörün iki dudağı arasında olduğu bir yere neden gelip parasını yatırsın ki? Neden sırtını demokrasiye dönmeye başladı? Belki zaten demokrasi diye bir niyeti yoktu, takiye yapıyordu. “Milli görüş gömleğimi çıkardım” derken, belki de doğruyu söylemiyordu. Belki, “Demokrasi benim için amaç değil, araç”, “Benim için referans İslam’dır” derken de belki gerçeği söylüyordu. Sürekli belki diyorum çünkü kafasının içini okumak mümkün değil. Erdoğan aslına rücu etmeye başladı gibi geliyor bana.
Erdoğan iktidarının İslamcı bir politika izlediğini mi söylemek istiyorsunuz?
Erdoğan’ın farklı hayat tarzlarına saygısı yok. İnsanların etek boyuna, içkisine, kaç çocuk yapacağına ve hatta nasıl sigara içeceğine bile karışıyor. İlkokul birinci sınıftaki çocuklar için din dersi getirmek istiyor, “Dindar nesil yetiştireceğiz” diyor. Demokrasi kültürü yok. Tüm bunlar Batı değil, buram buram Doğu ve İslamiyet kokuyor. Davutoğlu’na baktığımızda da benzer şeyleri görüyoruz. Geçenlerde şöyle bir konuşma yapmıştı: “Hükümet, ancak millete ve Allah’a hesap verir.” AKP, müthiş bir Müslüman Kardeşler çizgisi benimsenmiş durumda. Bu da, Suudi Arabistan ve Mısır gibi diğer İslam ülkeleriyle de bizi gırtlak gırtlağa bir durum içine soktu. Darbeyi tasvip etmek mümkün değil tabii ki ama bu yüzden Mısır’la ilişkileri sıfırlamak ne demek? Ya da Mavi Marmara olayı yüzünden İsrail ile bitirmek… Suriye politikasında da batağa saplandı Türkiye. Aynı şekilde İran, Rusya, ABD ve Avrupa ile de… Dünyada, tek başına kalmış bir Türkiye var artık. Bu politikaların hiçbirinde akıl ve mantık aramıyorum. Tüm bu yaşananlara dışarıdan bir göz olarak baktığımda, Erdoğan bana normal gözükmüyor. Ülkeyi bir içsavaşın içine sokacak diye çok korkuyorum. Mesele aslında şu…
Evet…
Türkiye’de demokrasi ve hukukun önüne asker freni konmuştu. Şimdi bu freni sivil darbe yaparak Erdoğan koyuyor. Bence iktidar, suçüstünde yakalanmış olmanın telaşı içerisinde. Öyle ki, kendi kurduğu soruşturma komisyonuna yayın yasağı getirdi. Paralel diye de bir düşman icat etti.
Aydınlar, muhalefetin AKP içinden çıkacağını söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Erdoğan iktidarı Türkiye’yi kötüye götürüyor. Ancak bir yandan da ciddi bir muhalefet yok ortada. Dolayısıyla bu durum akıllara AKP içini ya da muhafazakârları getiriyor. “Acaba Abdullah Gül bir şey yapabilir mi” ya da “Haşim Kılıç parti kursa ne olur” gibi sorular soruluyor. Türkiye’yi dikta rejimine doğru sürükleyen Erdoğan’a karşı muhafazakâr kesimden “Bu kadarına da yeter artık” diyecek bir sesin yükselmesi doğal karşılanır. Türkiye siyasi tarihine baktığımızda; merkez sağ partiler arasından yeni siyasi hareketlerin çıktığını görürüz.
Muhafazakâr ve İslamcı kesim, hükümet hakkındaki yolsuzluk iddialarına neden sessiz kalıyor sizce?
Erdoğan korkusundan dolayı olabilir. Bu yolsuzluk ve hırsızlık iddiaları hakkında hem AKP içerisinde, hem de diğer muhafazakâr kesimde ciddi bir rahatsızlık olduğunu düşünüyorum. Biraz dürüst, vicdanlı, hak ve adalet duygusu olan bir insanın, yolsuzluk ve hırsızlık iddialarını sineye çekip “evet” diyebileceği mantıklı gelmiyor bana.
Siz, Batı’yı yakından takip ediyorsunuz. Batı Türkiye’den vazgeçer mi?
Türkiye’nin stratejik konumu önemli olan 80 milyonluk bir ülke. Bu yüzden Batı, Türkiye ile iş yapmak zorunda, vazgeçemez. Ancak yarın öbür gün Batı, Rusya’ya nasıl ambargo uyguluyor ve petrol fiyatlarının aşağıya çekilmesiyle adım adım ekonomik krize sürükleniyorsa, Türkiye de bu tür olaylarla karşılaşabilir. Yani Erdoğan, Türkiye’yi siyasal ve toplumsal kutuplaşmaya götürdüğü gibi, ağır ekonomik bedeller ödemek zorunda kalacağı bir sürece doğru da sürükleyebilir. “Ben sırtımı Batı’ya, Avrupa’ya dönüyorum” demenin ciddi bedelleri vardır.
Son günlerde Batı medyasında Türkiye ve Erdoğan’ı eleştiren çok fazla analiz kaleme alındı. Batı’dan bakıldığında Türkiye nasıl gözüküyor?
Batı, Erdoğan’ın üzerine çoktan çarpı işaretini koydu bile. Demokrasi ve hukuku görmezden gelen, güvenilmez bir lider olarak tanımlanıyor. Putin gibi tek adam olma yolunda ilerleyen bir Erdoğan profili çiziliyor. Ayrıca Batı’yı Batı yapan değerlerden hiç hoşlanmadığı hatta buna karşı kompleks duyan bir lider olduğu bile konuşuluyor.
Siz de Erdoğan’ı desteklemiştiniz. Sonra neden vazgeçtiniz?
AB’ye uyum gerektiren demokratikleşme adımlarını atmaya başlamıştı. Kürt meselesi ve demokratikleşme önünde ayak bağı olan askeri vesayetle de mücadele etti. Bunları yaparken 27 Nisan E- Muhtırası ile karşılaştı, Anayasa Mahkemesi’nde açılan parti kapatma sorunuyla uğraştı. Demokratik hak ve özgürlüklerden yana bir insan olarak destek verdim. Ancak Erdoğan 2011’de aldığı büyük oyla sırtını demokrasiye dönmeye başladı. Fakat ben dönmedim.