Gündem

Gündüz Vassaf'tan 'İçeridekiler'e mektup: Diktatörlüğün ne olduğunu bilmiyoruz; yasalarla değil, yaşadıkça anlaşılıyor

"Diktatörsün, diyen de bilmiyor, 'değilim' diyen de"

15 Ocak 2017 13:38

Gündüz Vassaf*

“İçeridekilere nasıl mektup yazılır?” siteleri var. Hassas konu. Moral verecek, üzmeyecek, sıradan sözlerle bunaltmayacak, canlarını sıkmayacaksın. “Görüldü!” damgası taşıyan mektuplarda, kendini ve onları koruma kaygısıyla sansüre göz kırpacaksın. Cumhuriyet’in okuru, zaman zaman konuk yazarı oldum.

Yunus Nadi ile birlikte kurucu ortak, gazetenin ilk nüshasını hazırlayan Zekeriya Sertel, dayım. Cumhuriyet tarihiyle yaşıt, milyonların sevdiği, kızdığı, cefasını çektiği bir ailenin mensubuyum. Yine de size mektubumu yazamadım. Ne kadar duyarlı olsan da dışarıdasın. Dışarıda olduğunu, dışarıdan seslendiğini, kendine, içeridekilere unutturamazsın. Bu “ayrıcalıklı” konumum beni havaalanında bir kitapla karşılaştırdı. Böylece, bir türlü yazamadığım mektup, 20. yüzyılın önde gelen bestekârlarından Şostakoviç’in yaşamını anlatan ‘Zamanın Gürültüsü’ kitabını paylaşmaya dönüştü. Haklarınız cezaevinde de gasp edildiğinden kitap bile yasak olabiliyor. Mektubum size, sizlerle aynı konumda olanlara, hepimize...

Sovyetler Birliği kendine özgü rejimi, ordusu, sanayi ve Tek Adam’ıyla dünyanın en güçlü iki ülkesinden biriydi. Devrimi oturtan ölümcül uygulamalarından sonra ne açlık vardı ne işsizlik. Okul, hastane bedava. Uzay komşu kapısı. Bunları hepimiz biliyoruz. Bireylerin yaşamından bakınca durum farklı. Julian Barnes’ın kitabı, totaliter rejimlerin ellerine avuçlarına sığdıramadığı ruhumuza odaklanmış. Kitap, liderlerine inanmış vatandaşların bile ibret verici konumlarının gölgesinde, Şostakoviç örneğinde, bugünlerde kendimizi de tanıyabileceğimiz, ahlaksızlığa gömülüşümüzün öyküsü. Rejimin gözdesi Şostakoviç şöyle özetler Stalin döneminde yaşamını. “Rejime karşı kahramanlık anlık mesele. İnatla sürdürülmesi gereken korkaklıksa çok zor. İnsanı her gün tüketen bir çaba. Korkaklığımın kâbusunu her gün yaşadığımdan, kurtuldukları için ölenlere hayrandım.” Totaliter rejimlerde şikâyetlerimizi dile getirmekten korkup boyun eğmenin bir adım sonrası ahlaksızlığımızın bireyin vicdanındaki uç noktası intihar. Şostakoviç intihar edemezdi. Rejimin hikâyesini çalıp kendi masalını yazacaklarını biliyordu. Kendini korumayı becerdiğinde sevdiklerini de koruyabilirdin. Ve onları korumak için dünyada yapmayacağın şey olmadığına göre, aynı şey kendin için de geçerli olduğundan ahlaksızlıktan kurtulman mümkün değildi. Şostakoviç ahlaken her gün intihar ettiğine göre, bedenini yok etmesinin ne anlamı olabilirdi ki? Türkiye’de diktatörlüğün ne olduğunu bilmiyoruz. Diktatörsün diyen de bilmiyor, değilim diyen de. Yasalarla değil, yaşadıkça anlaşılıyor. Liderimizi seviyorsak, güveniyorsak, onsuz edemeyeceğiz diye korkuyorsak, canını davamız için feda etmeye hazır olduğunu biliyorsak, niçin onu güçlendirecek doğru bildiği yasaların önünü açmayalım ki? Korku imparatorluğunun yasaları yazılı değildir. “Konser bedava yoldaş, bekleriz. Ne kadar iyi olur gelirsen. Tabii mecburi değil.

Yine de sen bilirsin. Yüzünü görmek isteriz.” Stalin opera salonuna girer. Ayakta alkışlanır. Sonu gelmeyen bir alkıştır bu. Herkes birbirinden korkmakta, alkışlamayı ilk bırakan olmama tedirginliğindedir. Stalin elini kaldırır. Bıçakla kesilmiş gibi biter alkış sesi. Anna Akhmatova. Şair. Sahneye çıkar.

Ayakta alkışlanır. Bunu duyan Stalin sorar, “Ayağa kalkmalarını kim örgütledi?” Ardından yeni bir tutuklama furyası. Yazarlar Sendikası. Mühendisler Birliği. Postacılar Lokali... Yakınları da bilemez kimin, neden, ne zaman tutuklanacağını. Hep öyledir. Liderin gözdelerinin gözden düşmesinin kaçınılmazlığında, yenileri vardır elini öpmek için kuyrukta bekleyen. Geçici olduklarını, lidere yakınlaştıkça ölüm fermanlarını yazdıklarını anlamak istememelerinin aymazlığını başlarında hale gibi taşırlar.

Sonunda iktidardakiler başlar birbirlerinden korkmaya. Şostakoviç farklıdır. Meselenin rejime sadakat değil, kıstaslarını kestiremediği lider tarafından beğenilip beğenilmemek olduğunu anlamıştır. Şöyle der, “Ruhumuzu katletmenin üç yolu var: Başkalarının bize yaptıkları; başkaları tarafından kendimizi kandırmaya ikna edilmemiz; kendimize yaptıklarımız.” Stalin döneminde ününü sürdüren, müziğinde başarıları dünyaca takdir edilen Şostakoviç, totaliter rejimlerde bireyin ahlaksızlığının sanatını etkilememesinin sıradan bir örneği. Shakespeare aynı fikirde değil. 66 numaralı sonesinden, “Ve otoritenin dilini bağladığı sanat...” Cumhuriyet içeride olabilir. Susturulmak istenebilir. Dilinin bağlandığına dair emare görmüyorum. Hepinize teşekkürler.


Bu yazı Cumhuriyet'yen alınmıştır