“Bu düzende kedi olmak istemezdim” diyor Gündüz Vassaf. İstanbul’da Kediler kitabını okurken insan olmaktan yorulduğumu, hatta zaman zaman utandığımı söylüyorum. O konuştukça, yazdıkça her şeye rağmen onunla aynı çağda ve daha önemlisi aynı türden olduğum için mutluyum.
Vassaf, İstanbul’da Kediler kitabında İstanbul’da kedi turizmini çok fantastik bir hikâyeyle ülkenin gündemine de sağ gösterip sol vurarak anlatıyor. Mesela Başkan, Bakanlar Kurulu’nu topluyor ve ‘çılgın proje’yi anlatıyor; alkış, kıyamet… Mimarlar toplanıyor, yatırımcılar dört köşe… Bir de âkil yazarlar toplanıyor; İstanbul pazarlanacak, kediler pazarlanacak ya hepsine birer kimlik, -unutmayın bu ülkede kim olduğunuz, kimliğiniz, kökeniniz ‘hayati’ bir meseledir, hayatınıza mâl olabilir- birer hikâye, kedi barışı sağlanacak… Barış meselesinde de tosluyorlar gerçi… Bir de hani şu bazılarının manşetlerinden düşürmediği ‘paralel yapı’ da bu kedi turizminde kendine yer buluyor: “Paralel kedi skandalı.”
Gündüz Vassaf yine şahane bir kitap yazmış, yeni kitabı Boğaziçi’nde Balık da yolda. Vassaf’la kedilerin mırıltısından yola çıkıp insanların hırıltısına vardık, maalesef…
- Kitabınızın bir bölümü, dünyadaki kedilere dair bir tür özel tarihçe diyebiliriz. Ama ben bu tarihçeyi okuduğumda ve üzerine düşündüğümde bir insan olarak, hem de kedilerle içli dışlı bir insan olarak utandım diyerek başlayayım…
Başka canlılara ‘ille ben’, ‘önce ben’ aymazlığımızda yaptıklarımızın yeni farkına varıyoruz. Acıtıyor, utandırıyor, öfkelendiriyor. Buradan yola çıkıp, türümüz olmasaydı dünya kurtulurdu demek kolay. Kolay olduğu kadar bizi umutsuz kılan, kötümserliği besleyen bir tutum. Salgın hastalıklar gibi yayılan, bizi edilgenliğe sürükleyen, totaliter rejimlerle güçlü liderlere kucak açmamıza neden olan, benden sonra tufan anlayışına çanak tutan bir tutum. Tarihimiz boyunca kabile, aile, din, devlet, cinsel aitliklerimizle taraflaştık. Hepsinde ‘öteki’ne karşı ayrı ‘biz’ler yarattık. Sıra tür aitliği oluşturmamızda. ‘Biz’ sözcüğünü biz insanlar anlamında kullanmamızda. Umudu öldürerek, kendimizden utanarak yaşayacaksak canlıları, dünyayı kucaklayan bir gelecek yaratamayız. Evrende başka olası hayatlara bizi düşmanlaştıracak ötekini beklemeden ‘Biz insanlar’ bilincine varabilmeliyiz.
- Sonra da şöyle düşündüm. İnsan olarak yaşadığım bu dünyada bu kadar bocalarken kedi olsaydım, kedi olarak bu insanlığın ortasına düşseydim kim bilir neler olurdu? Siz hiç düşündünüz mü kedi olsaydınız ne olurdu diye?
Sibelciğim, bu bocalama duygusu zaten hepimizde türümüzü sorgulayan bir tür kedi ruhu olduğundan. Sorun, türümüzü sorgularken kendimizi benimsemememizde. Benzer bir duygu, “azınlık” adını taktığımız kesimin çektiklerinden ötürü onlarla özleştiklerini sananların ulus aitliklerinden suçluluk duyması, utanması. Bunlar vicdan rahatlatıcı kolay kaçışlar. Kedi olmak? Bu düzende istemezdim. Bir neden, sınıfsal eşitsizliklerimizi onlara da yansıtmış olmamız. Ev kedilerinin ortalama ömrü 12-13 yıl, sokak kedilerinin 2-3. Ev kedilerimiz de bizim kontrolümüzde. Neyi, ne zaman, ne kadar yiyeceği, sokağa çıkıp çıkamayacağı, hangi odalara girip giremeyeceği sahiplerinin tekelinde…
‘Kedim ölünce sevgisizlikten
ölünebileceğini anladım’
- Peki ya daha bu dünyanın düzenine aklı ermemiş çocuk Gündüz Vassaf’ın nasıldı kedilerle, doğayla, doğal olanla arası?
Kedi kuyruğu çeken çocuklardan olmadım. Sapanım oldu. Kuş vurdum mu hatırlamıyorum. 7-8 yaşlarında evde hasta yatarken şiir yazmıştım, iyileşince nasıl denizde taş sektirmek, ağaçların tepesine tırmanıp dallarını koparmak istediğimi anlatan. Amcam kızmış dalları koparmaya özeniyorum diye. Alt katta oturan, kedi sevmeyen ev sahibimiz vardı. 14 yaşımda yatılı okula gittikten birkaç ay sonra kedimin öldüğünü öğrenince anladım yalnızlıktan, sevgisizlikten ölünebileceğini.
- Doğayla sorunumuz ne bizim Gündüz Bey?
Sorun, kendimizi doğanın parçası olarak görmememiz. Kertenkele, dut ağacı, domuz kadar doğalız. Doğa bizden öteymiş, ayrı canı varmış, hatta canı yokmuş gibi davranıyoruz. On binlerce yıl süren avcı toplayıcı dönemimizde, kısmen de tarım toplumunda böyle değildik. Sanayileşmeyle birlikte doğayı ötekileştirdik. Canına kıyar olduk. Yaşadığımız bir geçiş dönemi.
- Geçecek mi yani?
Özellikle genç kuşakların doğaya, dünyaya yeni bir duyarlılığı var. Bunu Türkiye’de de Gezi örneğinde gördük. Kalıplarına saplanmış, hırsla kavrulmuş iktidarların anlamaktan aciz olduğu da bu.
- Kitabın belli bir bölümünden sonra bir tür kurguyla karşılaşıyoruz. İstanbul’da kedi turizmi... Politik alt mesajlar da veren bir hiciv öyküsü var. Gündeme dair sözcükler var; çılgın proje, âkil yazarlar, âkil kediler komitesi, inşaatlar ve sözde restorasyonlar…
Mart ayında çıkacak Boğaziçi’nde Balık adlı kitabıma bu kurgudan esinlenerek kısa bir öykü yazmak istedim. Tarihlerini merak ettim. İki yıl kedileri okumakla geçti. Sonuç: İstanbul’da Kedi… Az da olsa edebiyatta, özellikle köpekler yoluyla bunun örnekleri var. Cervantes Köpekler Diyaloğu’nda, Bulgakov ise Köpeğin Kalbi’nde bunu yapar. Yaşadıkları toplumu, egemen düzeni eleştirir, alaya alırlar. Beni şaşırtan İstanbul’da Kedi’yi şiir roman olarak yazmam. ‘Sat, sat, İstanbul’u sat, satılık çeşit çeşit, boy boy İstanbul var’ diye başlayan satırlar dize dize devam etti.
- Televizyon reklamlarına, İstanbul sokaklarındaki devasa inşaatları görüyorsunuzdur. Ultra lüks, ultra her bir şey evler yapıyorlar. Çimento kamyonlarının silindirleri dönüp duruyor, gazetelere koca koca ilanlar veriliyor. Vaat ettikleri şey ise konfor, mutluluk, lüks, şu bu… Ne oluyor Gündüz Bey?
İnsanı hilkat garibesine çeviren şehir miladını doldurdu. Bizi kırmızıda durdurup yeşilde yürütmeye şartlandıran, kalıp mekânlarda barındıran, verimlilik kıstaslarına göre kışla modelinde üretim, eğitim düzenleyen, tüketim müptelalığını kamçılayan yaşam anlayışında türümüzün geldiği yere bakın!
‘Elimde olsam burada yaşamazdım!’
- Şehirlere, şehir insanlarına tuhaf bir şeyler oluyor…
Anonim cinayetler, seri katiller şehir insanına özgü. Ezilen köylüden gönüllü güdülen şehirli insanlar toplumuna dönüşürken ruh sağlığımızı yitirdik. Bedenimizin kimyasını bozduk. Uyuyabilmek için uyku hapı alan, kırsal kesim açlıktan kırılırken obeziteden muzdarip olan şehir insanı. Psikologlarla psikiyatristler uyumsuz şehir insanının şamanları. İletişim ve ulaşımda hızla gelişen yeni teknolojiler, insanı şehirden, son yüzyılların davranış kalıplarından özgürleştirecek. “Elimde olsam burada yaşamazdım” diyenler gün be gün çoğalıyor. Bizleri ötekileştirerek saldırganlaştıran 20-30 milyonluk çağdaş şehirlere mahkûmiyetimizden kurtuluş kaçınılmaz.
‘Küresel gençlik, siyaset içinde
iktidar arayanlardan daha politik’
- Toplumu gözlemliyorsunuz. Benim kafam karışık; öfkeli ve ne istediğini artık bilen ve bunun içim mücadeleye, direnişe geçen bir toplum olduk mu, yoksa hâlâ orada da azınlık mıyız?
Küresel Gezi. Karşısında, kapitalizmin krizi diye sunulan, özde demokrasinin sermayeyi denetleyememesinden meşruiyetini yitirmiş dünya düzeni. Devletlerin vatandaşlarına karşı sık sık şiddet kullanmaya kalkışması iflasının ifadesi. Bizim aczimiz ise hangi ülke olursa olsun seçim aldatmacasında muhalefet aramamız. Yıllardır apolitik diye eleştirilen küresel gençlik özde mevcut siyaset içinde iktidar yolları arayanlardan daha politik.
- Neden daha politik?
Daha politik çünkü “Senin oyunu oynamam, partilerinin, dinlerinin, ideolojilerinin müridi olmam” diyerek egemenleri gayri meşrulaştırıyorlar. Türümüzün tarihinde ilk kez gençler asker olup ölmeye öldürülmeye gitmek istemiyor. Ulus devletin simgelerinin peşinden koşmuyor. Gençlere güvenmeyen, asker bulamayan devletlerin çaresiz yoksul kesimi kullanmaları, gençlere tepki olarak milliyetçi dinci akımları hortlatmaları tarihte son çırpınışlarının ifadesi. Internet üzerinden yeni İpek Yolu dediğim küresel bir ağ kuran gençler için tek yol devrimse, devrim marşlarla güdülen hiyerarşiler yerine şarkılarla yeni yaşam biçimleri yaratmakta. Başladı bile. Baltık ülkelerinde insanlar Sovyet hegomanyasından el ele tutuşarak oluşturdukları zincirde şarkı söyleyerek özgürleşti
- Hani bir yazınızda “Toplumların ruh sağlığı ve özgürlükleri ne kadar gülebildiklerine bağlı” demiştiniz. Bugün neye güldüm söyleyeyim; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı şiddet yüzünden hayatını kaybeden kadınların İçişleri ve Adalet Bakanlığı'na sorulması gerektiğini söyledi. 10 ayda 240 kadının hayatını kaybettiği bir ülkenin Aile Bakanı dedi bunu.
Şuurunu kaybetmiş düzenin temsilcileriyle karşılaştığımızda gülemediğimiz her an zulmün ve cehaletin gücüne şapka çıkarmak… Düşünün devletin bir numarası ile ülkenin televizyon tarihçisi gelmişler yarım yamalak bilgilerle Amerika’nın keşfini konuşuyor, bizler de hangisi haklı, hangisi saçmaladı diye ikisinden birini ya da kendimize atfettiğimiz hakkaniyet duygusuyla biraz onu biraz da bunu, bir yere oturtmaya çalışıyorsak gülme inisiyatifimizi yitirdik, gayriciddiyetsizliği ciddiye almaya başladık demektir. Ama Türkiye, bırakın gülmeyi yitirmeyi daha gülmesini, gülümsemesini öğrenmedi. Bizler, düşünce ve evrensel değerlere saygılı toplumlarda ergenlik çağında bile rastlanmayan eşek fıkralarının üreticileri ve tellallarıyız.
‘Devrimci türkülerle gençleri sıvazlayanlar
darbecilere hizmet etmiş oldular’
- Cehenneme Övgü’de "Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır” diye yazmıştınız. Bugünün iktidarının özellikle son üç yılda yapıp etmelerine baktığımda, kayıplara, ölümlere, devletin derinliğine, kendisine karşı duran halka uyguladığı şiddete ve yolsuzluklara baktığımda bu sözü ciddiye almama gibi bir lüksümüz yok gibi geliyor bana.
Ciddiye almamakla kayıtsızlık farklı şeyler. İlki haddini bildirmenin en etkin yolu. İkincisi hedonizmin ve edilgenliğin. Kendimizi de ciddiye alarak ceberrutlarla baş edilebileceği bir tarihi yanılgıdan, kendimizi aldatmamızdan kaynaklanıyor. Böyle düşündükçe kurban üstüne kurban veriyor, kimi kurbanlarımızı kahramanlaştırıyor, kahramanlarımız üzerinden daha çok kurban vererek edilgenleştikçe edilgenleşiyoruz. Örnekler saymakla bitmez. Hitler’e, Stalin’e, Franko’ya Mao’ya çaresizce direnenler sonuçta, işte halk düşmanları, sınıf düşmanları vs. denilerek, kitleler nezdinde rejimin meşrulaştırılmasına alet edilmiş oldular. Despot rejimlerin kendilerini meşrulaştırabilmeleri için tepeleyebilmeleri işten olmayan ama ciddiye alınan muhalefete ihtiyaçları var. Örneğin Türkiye’de bugün CHP’yi muhalefet yapan, kendi güçlerinden çok iktidar partisinin onları muhalefet diye kullanmaktaki başarısı.
Yakın geçmişimizde trajik olan 12 Eylül darbesinin koşullarını oluşturan dış ve iç güç ele ele verirken, gençlerin sırtını devrimci kahramanlık türküleriyle sıvazlayanlar, kaçınılmaz olarak darbecilere hizmet etmiş oldular. Kimi ajan provokatör olarak, çoğu tarihi bir misyonu üstlendiklerini sanmalarının bilinçsizliğinde. İbret verici olan solcu geçmişlerini bugün de sermaye yapanların özeleştiri yapmamalarının yanı sıra, böyle bir beklentinin de olmaması. 12 Eylül, mağduriyet edebiyatından öteye gidemedi.
- Bir özür meselesidir gidiyor. Dersim katliamı için kim özür diledi, vay efendim niye diledi, öteki niye o özre karşı çıktı… Çözüm süreci gibi devletin özür süreci de kavgaya yol açtı. Tüm bu olanlara baktığınızda ne düşünüyorsunuz?
Tarih tiyatrosunda hisseli aitlikler! Bir yakınım 12 Eylül işkencesinde, “Suçlamalarınızı kabul ediyorum. Hazırladığınız itirafnameyi imzalayayım” dedikten sonra, işkencecisi ile yan odaya geçer. İşkenceci itirafnameyi uzatırken kazaen dizi arkadaşıma değince, özür diler. Tarihleriyle övünmesini bilen devletlerin özür dileyebilmeleri arzulanan, ancak kaçtıkları bir şey. Bireylerin, vatandaşları oldukları devletlerin yaptıklarından özrü ise çelişkili. Vicdanları ulusal sınırlar bağlamında dile getirmekle yetinmek başka tür bir milliyetçilik. Toplumsal vicdanımız küresel sermaye kadar duyarlı değil.
Kitabın künyesi:
İstanbul’da Kediler
Gündüz Vassaf
Şiir-Roman
Yapı Kredi Yayınları